"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Bediüzzaman ve şevketli Sultan Abdülhamid Han

02 Ekim 2011, Pazar
Çok defa okuyor ve şahit oluyoruz ki, Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri hakkında ifrât ve tefrît noktada değerlendirmeler var.
Hatta zaman zaman hem yazılarda, hem kitaplarda, hem de sözlü olarak muhataplarımızdan Bediüzzaman Hazretleri’nin de Sultan II. Abdülhamid Han’a muhalif olduğu söyleniyor. Hakikaten bunlar doğru mudur? Veya bu tür mülâhazaların bir açıklaması var mıdır? Elbette ki bir îzâhı ve açıklaması olmalıdır. Çünkü Üstad Bedîüzzamân Hazretleri eserlerinde bu konu ile ilgili de açıklamalar yapmış ve meseleyi hakkâniyet içerisinde değerlendirmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri 1907 senesinde İstanbul’a gelir, Meşrûtiyet’in ilânından evvel söylediği bir nutkunda, Sultan Abdülhamid’i, “Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” 1 diye vasıflandırır. 1909 Mart’ında kaleme aldığı bir makâlede de, Sultan Abdülhamid’e şu tavsiyelerde bulunur: “Alem-i mânâda Padişah’ı gördüm. Dedim: ‘Sen zekâtü’l-ömrü (ömrün zekâtını) Ömer-i Sâni’nin (Ömer bin Abdülaziz’in) mesleğinde sarf et. Tâ ki meşrûtiyet riyâsetine lâzım ve biatın mânâsı olan teveccüh-ü umûmîyeyi (umûmun sevgisini) kazanasın.
Padişah dedi: ‘Ben onun yolunda gideyim, siz de ol zaman ehlini taklid edebilirsiniz. Nerede sizde onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk?’
Ben dedim: ‘Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umûmî (kamuoyunun uyanması) ve tekemmül-ü mebâdî (mükemmel başlangıç) ve vesâit (vasıtalar) ve ihatâ-i medeniyet (medeniyetin kuşatıcılığı), o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal (elde etme), hem de netice-i matlub (istenilen sonuç) olan adalet ve terakkiyi (yükselmeyi) intaç edebilir. Düvel-i ecnebiyenin (yabancı devletlerin) adaleti bunu isbat eder.’
O dedi: ‘Nasıl yapacağım?’
Dedim: ‘İstibdâd, kalb-i memâlik (memleketlerin kalbi) olan İstanbul’da kan bırakmadığından, hüsn-ü niyeti gösterir bir şefkat ile meşrûtiyeti kansız kabûl ettiğin gibi, menfûr olmuş (nefret edilmiş, sevilmeyen) Yıldız’ı mahbûb-u kulûb (kalblerin sevgilisi) etmek için, eski zebânîler yerine melâike-i rahmet (rahmet melekleri) gibi muhakkıkîn-i ulemâyı (hakîkati araştıran âlimleri) doldurmak ve Yıldız’ı darülfünun (üniversite) gibi etmek ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve Meşîhat-ı İslâmiyeyi ve Hilâfeti mevki-i hakîkîsine is’âd etmek (yükseltmek) ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedâvî etmekle Yıldız’ı Süreyya kadar âlâ et. Tâ hânedân-ı Osmânî (Osmanlı hanedânı) ol burc-u hilâfette (halifelik burcunda) pertevnisâr-ı adalet (etrafa adalet nûrunu saçan) olabilsin. Hem de havaic-i zarûriyeye (zarûrî ihtiyaçlara) iktisad et, tâ alışılmış olan isrâfâta iktidârı olmayan bîçare millet de iktidâ’ etsin, mâdem ki imamsın!’” 2
Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri Abdülhamid’in mecbûr kaldığı istibdâdına da şöyle işaret etmiş ve ona hücûm edenlerin çok da haklı olmadığını ifâde etmeye çalışmıştır: ”Hem de çok adamlar görmüşüm, Sultan Abdülhamid’e Ahrardan ziyâde hücûm ederdi ve derdi: ‘Hürriyeti ve kânûn-u esâsîyi otuz sene evvel kabûl ettiği için fenâdır.’ İşte yahu, Sultan Abdülhamid’in mecbûr olduğu istibdâdını hürriyet zanneden ve kânûn-u esâsînin müsemmâsız isminden ürken adamın sözünde ne kıymet olur.” 3
Yine Lem’alar eserinde de Namık Kemal’in Abdülhamid’i tenkit ettiği Hürriyet kasîdesini değerlendiren Bediüzzaman Hazretleri, cumhuriyetin ilânından sonraki dönemi kastederek: “Şu hürriyet perdesi altında müthiş bir istibdâdı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken, o tokada müstehak olmayan, gâyet mühim bir zatın (Abdülhamid’in) yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün; ‘Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhây-ı hürriyet, / Çalış, idrâki kaldır, muktedirsen âdemiyetten’” 4 demiştir.
Ancak Bediüzzaman Hazretleri 1907’de İstanbul’a Padişah ile görüşmeye gittiğinde onunla görüştürülmemiş ve gâyesini (Doğuda din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı üniversite açılması isteğini) padişaha anlatamamış. Gelişen hadiseler enteresan noktalara ulaşmış ve Bediüzzaman Hazretleri: “Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdâd tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki itidâl, istikamet; irticâ ile iltibâs olundu; Meşrûtiyette şiddetli istibdâd, hapishaneyi mektep yaptı.” 5 demiştir. Çünkü aynen bu hâdiseyi Bediüzzaman Hazretleri yaşamıştır.
Bediüzzaman Hazretleri her zaman ve şartta yanlışların karşısında olmuştur. “Fakat, meşrû, hakîkî Meşrûtiyetin müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, istibdâd ne şekilde olursa olsun, Meşrûtiyet libâsı giysin ve ismini taksın, rastgelsem sille vuracağım.” 6 da demiştir. “Elhâsıl: Şedît bir istibdâd ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güya istibdâd ve hafîyelik tenâsûh (birbirine nasihat) etmiş. Ve maksat da Sultan Abdülhamid’den istirdâd-ı hürriyet (hürriyeti geri alma) değilmiş. Belki hafif ve az istibdâdı, şiddetli ve kesretli yapmakmış.” 7  tesbitlerinde bulunmuştur.
 
Ayrıca “Ben vilâyât-ı şarkiyede aşiretlerin hâl-i perîşâniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevî bir saâdetimiz, bir cihetle fünûn-u cedîde-i medeniye (medeniyetin yeni fenleri) ile olacak. O fünûnun (fenlerin) da gayr-ı müteaffin (kokuşmamış, çürüyüp bozulmamış) bir mecrâsı ulemâ ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peydâ etsin. Zira, o vilâyâtta nim-bedevî (yarı göçer) vatandaşların zimâm-ı ihtiyârı (seçme hakkının elinde olması), ulemâ elindedir. Ve o sâik (sevk) ile Dersaadete (İstanbul’a) geldim. Saadet tevehhümü ile o vakitte—şimdi münkasım (kısımlara ayrılmış) olmuş, şiddetlenmiş olan—istibdâdlar, merhûm Sultan-ı mahlûa (tahtından indirilmiş II. Abdülmahid’e) isnâd edildiği halde, onun Zaptiye Nâzırı ile bana verdiği maâş ve ihsân-ı şâhânesini kabûl etmedim, reddettim. Hatâ ettim. Fakat o hatâm, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı fedâ ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatimi terk ettim.” 8 demiştir.
Bir diğer değerlendirmesi de: “Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve râbıtası olan nokta-i hilâfeti (Hâlifelik merkezini) elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık Sultan merhûm Abdülhamid Han Hazretleri sâbık içtimâî kusûratını derk (anlamak) ile nedâmet ederek (pişman olarak) kabûl-ü nasihate isti’dâd kesbetmiş zannıyla ve ‘Aslâh tarik musalâhadır (En güzel yol barıştır)’ mülâhazasıyla, şimdiki en çok ağraz (gizli kin) ve infiâlâta (gücenmelere) mebde ve tohum olan bu vukûâ gelen şiddet sûretini dahâ ahsen (güzel) sûrette düşündüğümden, merhûm Sultan-ı sâbıka ceride lisânıyla söyledim ki: Münhasif Yıldızı darülfünûn et, tâ Süreyya kadar âlî olsun. Ve oraya seyyâhlar, zebânîler yerine ehl-i hakîkat melâike-i rahmeti yerleştir, tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedâvî için büyük dînî darülfünûnlara sarf ile millete iâde et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine i’timâd et. Zirâ’, senin şâhâne idârene millet mütekeffildir (kefildir). Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terk et. Zekâtü’l-ömrü ömr-ü sâni yolunda sarf eyle. Şimdi muvâzene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünûn olmalı? Ve içinde seyyâhlar gezmeli veya ulemâ tedrîs etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi dahâ iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin. Ben ki bir gedâyım, bir büyük padişaha nasîhat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” 9
Bedîüzzamân Hazretleri; ”Kuvvet kânunda olmalı. Yoksa, istibdâd tevzi’ olunmuş olur. ‘Şüphesiz ki Allah, mutlak kuvvet ve kudret sahibidir’ hâkim ve âmir-i vicdânî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut din-i İslâm nâmıyla olmalı. Yoksa istibdâd daima hükümfermâ olacaktır.” 10 şeklinde mükemmel îzâhatlarda da bulunmuştur. Ayrıca “Din dâhilde menfî tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halîfe olan bir zat (Sultan Abdulhamid), menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.” 11 diye tatbîk edilen siyâsetin şerîata verdiği zarârı nazarlara sunmuştur.
Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid Hazretleri’ni iki cihetten değerlendirmiştir. Birinci ciheti; Abdülhamid Hân şevketli bir padişah ve şahsen velî bir zattır. Burada Bediüzzaman Hazretleri mübâlâğa falan da yapmamıştır. Ancak; “Din dâhilde menfi tarzda istimâl edilmez. Otuz sene halife olan bir zat, menfî siyâset nâmına istifâde edildi zannıyla şerîata gelen tecavüzü gördünüz.” 12 diyerek şerîatı istibdâd şeklinde tatbîk etmeye kendini mecbûr bilmesi dolayısıyla da içtimâî ve siyâsî kusûr işlediğini söylemeye çalışmıştır. Bedîüzzamân Hazretleri Sultan Abdülhamid’in şahsını değil, uygulanan metodu ve menfî siyasetini tenkid etmiştir.
Şimdi burada Bediüzzaman Hazretleri’nin şu tasnîfi yaptığını görüyoruz. Bir zat şahsen velî olabilir ve çok sâlih de olabilir. Ancak bu, hayatının başka alanlarında kusûrlu olmaz manasına gelmez. Bu bakış açısı Risâle-i Nur’un kazandırdığı ayrı bir metot olsa gerek. Demek ki bir insan şahsen fazîletli olabileceği gibi, o fazîleti onun hiç kusûr işlemeyeceği anlamını da taşımaz. Ya da kusûr işlemesi, o kişinin şahsî fazîletini aşağıya düşürmez.
Öyleyse şöyle diyebiliriz: Sultan Abdülhamid Han, şahsî fazîlet itibârıyla veli bir kişi idi, ancak sosyal hayatta özellikle mecbûriyet durumunda içtimâî ve siyâsî kusûr işledi. Bedîüzzamân Hazretleri hiç- bir meseleye toptancı bir yaklaşımla bakmamıştır. İnsaf düstûru ve hakperestlik onun vazgeçilmez şer’î ölçüleridir. Bediüzzaman Hazretleri’ni çok iyi anlamamız gerekir. Kusur varsa, bizim Bedîüzzamân Hazretleri’ni ve Risâle-i Nûrları hakîkî mânâda anlayamamamızdadır. Bedîüzzamân Hazretleri kimden gelirse gelsin mutlaka hatâları söylemiştir. Böyle bir zât, Sultan Abdülhamid’e karşı hatâ yapmış ve sonra pişman olmuş gibi ithâmlarla suçlanırsa bu elbette doğru değildir. Böyle iddiada bulunanlar iddialarını delillendirmek zorundadır. Piyasada çok silik sözler mevcûttur. Mihenge vurmadan alınmamalıdır.
Konunun bir diğer boyutu da şöyle olmalıdır: Her zaman ve zeminde bazı insanları kuşatan ve rahat hareket etmelerini engelleyen, icrâatlarını etkileyen ve sekteye uğratan insanlar çok yakınlarında olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Onun için olaylara tek taraflı ve tek boyutlu bakmamak gerekir. Sultan Abdülhamid Han Hazretleri şerîat adına istibdâd uygulamaya mecbûr bırakılmış ise, elbette ki çevresinde onu kuşatan paşaların ve kişilerin de etkisi azımsanmayacak kadar fazladır. Bedîüzzamân Hazretleri’ni padişah ile görüştürmeyen ve tımarhaneye gönderen de bu müstebid mizaçlı kişilerdir. Hatta Divan-ı Harbî’de Bedîüzzamân Hazretleri’ni “Sen de şerîat istemişsin” diye ithâm ediyorlar ve idamla yargılıyorlar. Bu yargılama hangi dönemde oluyor? Güya şerîatın öyle veya böyle tatbîk edilmeye çalışıldığı Osmanlı’nın son zamanlarında oluyor. Bu kusûr ne Osmanlı’nın, ne şerîatın ve ne de o zamanın padişahınındır. Kusûr dahâ çok o dönemin müstebid zihniyetli—bugünün tâbîrince—bürokrasisinindir. Bu noktaya dikkat etmek gerekir.
Bu mesele tâ Üstad Bedîüzzamân Hazretleri’nin yaşadığı dönemlerde de medâr-ı bahs olmuş ve Üstad’ın talebeleri konunun ehemmiyetine binâen bir mektup yazmak zorunda kalmışlardır. Demek ki tâ o günlerden bu günlere kadar değişen pek bir şey olmamış olacak ki mesele halen gündemde tutuluyor ve itirâzlar halen devam ediyor. Bizim vazîfemiz de Üstad’ın talebeleri gibi bu tür mülâhazalara ve itirâzlara kavl-i leyyin ile cevap vermek olmalıdır ki bizler de inşâallah böyle bir metodu seçerek vazîfemizi deruhte etmeye çalışıyoruz.
İşte bahsettiğimiz, önceleri gayr-i münteşir iken, sonradan yeni tanzim Münâzarât’a dahil edilen “Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul” imzalı mektup şöyledir:
“Bir muallim kardaşımız, Sultan Hamid’in hakkında Üstâdımızın Hürriyet başında söylediği nutuklarda, Sultan Hamid’e hücûm etmiş ve o kıymettar padişahın kıymetini takdîr etmemiş gibi bir şüphe gelmiş.
Elcevap: Biz Üstâdımızdan aldığımız hakîkat-i hal ile cevap veriyoruz.
Evvelâ: Üstâdımızın bütün hayatındaki birinci düstûru, Kur’ân-ı Hakîmin bir kânûn-u esâsîsidir ki: ‘Bir adamın cinâyetiyle başkası mes’ul olamaz’ 13 kâide-i Kur’âniyesi ile, ‘O padişahın zamanındaki hükûmetin hatâları ona verilmez’ diye dâimâ hayatında ona hüsn-ü zan etmiş, onun bâzı zaman mecbûriyetle ettiği kusûrları da, onun muârızlarına karşı da te’vîle çalışmış.
Saniyen: Üstâdımız, Hürriyetin başında bütün kuvvetiyle şeriat dairesindeki hürriyet-i şer’iyeyi senâ etmiş, nutukları ile halkları o hürriyete dâvet etmiş ve hürriyet-i şer’iyeye muhâlif olanlara demiş ki:
‘Eğer şerîat dairesinde olmazsa, istibdâd nâmını verdiğiniz, bir şahsın mecbûrî, cüz’î ve hafif istibdâdı, pek şiddetli bir istibdâd-ı küllî olup inkısâm edecek. Herkes, bir nevî müstebit olur. İstibdâd-ı mutlak çıkar. Binler istibdâd hükmüne dönecek, yani, hürriyet ölecek, bir istibdâd-ı mutlak çıkacak.’
Hattâ, bu meselede Üstâdımız, idam için kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî’de demiş ki: “Eğer meşrûtiyet, İttihatçıların istibdâdından ibâret ise veya hilâf-ı Şerîat hareket ise, bütün dünya şâhit olsun ki, ben mürteciyim. 14”
Sâlisen: Üstâdımız, o zamanda bir hiss-i kable’l-vukû nevinde şimdiki âlem-i İslâmın ecnebî istibdâdından kurtulması ve bir Cemâhir-i Müttefika-i İslâmiye (Birleşik İslâm cumhuriyetleri, devletleri) tarzında tezâhüre başlamasını tasavvur etmiş, ümit etmiş, hissetmiş ve bütün kuvvetiyle bağırmış, hürriyet-i şer’iyeyi takdir etmiş. O zamanki hutbelerinde demiş ki: “Hürriyet, terbiye-i İslâmiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak, yerine çıkacak.”
Râbian: Üstâdımızdan hem işitmiş, hem hâlinden anlamışız ki, ecnebîlerin şiddetli desîse ve kuvvetlerine karşı gösterdiği sebât ve kanâat; husûsan âlem-i İslâmın kısm-ı âzamının halîfesi olmak; hem, bîçare vilâyât-ı Şarkiyenin bedevî aşâirini Hamidiye Alayları ile en yüksek bir derece-i askeriye ve medeniyeye onları sevk etmesi, Hamidiye Camii'nde her Cuma günü bulunması, şeâir-i İslâmiyeye elden geldiği kadar mürâât etmesi, dâimâ Yıldız dairesinde mânevî üstâdı kabûl ettiği bir şeyhi var olduğu gibi, çok hasenâtı için, Üstâdımız, bütün hayatında onun padişahlar içinde bir nevî velî hükmüne geçtiğine kanaat etmişti. O zaman Üstâdımız Said Nursî’nin hizmetinde bulunan, Muhsin-Ziyâ, 1953, Fatih/İstanbul” 15
Üstadımızın talebeleri meseleyi hakkâniyet içerisinde îzâh etmişler. Sanırım bu mektupla mesele tavazzuh etmiş olmalıdır.
 
DİPNOTLAR:
1- Eski Saîd Eserleri (Nutuk), 2009, s: 182.
2- Eski Saîd Eserleri (Makalât), 2009, s: 63.
3- Eski Saîd Eserleri (Münâzarât), 2009, s: 238.
4- Lem’alar, 2005, s:410
5- Eski Saîd Eserleri (Divan-ı Harbi örfi), 2009, s: 117.
6- Eski Saîd Eserleri (Divan-ı Harbi örfi), 2009, s: 136.
7- Eski Saîd Eserleri (Divan-ı Harbi örfi), 2009, s: 144.
8- Eski Saîd Eserleri (Divan-ı Harbi örfi), 2009, s: 133.
9- Eski Saîd Eserleri (Divan-ı Harbi örfi), 2009, s: 134-135.
10- Eski Saîd Eserleri (Makalât),2009, s: 52.
11- Eski Saîd Eserleri (Sünûhat), 2009, s: 498.
12- Eski Saîd Eserleri (Sünûhat), 2009, s: 498.
13- En’âm Sûresi, 6:164; İsrâ Sûresi, 17:15; Fâtır Sûresi, 35:18; Zümer Sûresi, 39:7.
14- Emirdağ Lâhikası-II,2006,s: 696.
15- Münâzarât, s. 353
 
BÂKÎ ÇİMİÇ

[email protected]
http://www.feyzinûr.com

Okunma Sayısı: 4173
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Bâkî ÇİMİÇ

    3.10.2011 00:00:00

    Tekrâr yaptığım araştırmada çok muhterem Bilâl Tunç ağabeyin de dikkat çekmesi ile hatırlatmasının doğru olduğunu görüyorum.

    Çünkü ilgili cümle olan“Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” ifâdesi Eski Saîd Eserleri (Nutuk), 2009, s: 169. sayfadaki nutkun son safyasından iktibâs edilmiştir. Bu nutkun ilk sayfasının girişinde şöyle bir îzâhât vardır: “Bedîüzzamân Saîd Nursî’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde(26 temmuz 1908) irticâlen söylediği ve sonra Selânik’te Hürriyet Meydanı’nda tekrâr ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun sûretidir.(Eski Saîd Eserleri (Nutuk), 2009, s: 169) denilmektedir.

    Öyleyse “Yaşasın yaraları tedâvi etmek fikrinde olan halife-i Peygamberî” ifâdesi Meşrutiyetin üçüncü günü irticâlen ve dahâ sonra da Selânik’te Hürriyet Meydanı’nda söylenmiş olup, Meşrûtiyet’in îlânından evvel değil, Meşrûtiyet’in îlânından sonra söylenmiş bir ifâde olduğu görülüyor. Düzelterek buradan tashihatını yapmış olalım.

  • Bilâl Tunç

    3.10.2011 00:00:00

    Müsâmahanız, tevâzuunuz ve bu fazîletli davranışınızın nümûne-i imtisâl olmasını diliyor, tebrik ve teşekkürler ediyorum..

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı