Analı-babalı büyüsün mü deyim, analı-babasız büyüsün mü deyim, anasız-babalı büyüsün mü deyim, anasız-babasız büyüsün mü deyim yoksa geçmiş olsun mu deyim, ne deyim?
Aklı başında olan her insanın arzusu değil mi hayırlı bir erkek evlâda sahip olma? Bu arzu bazen o kadar şiddetli bir hal alır ki, anneler adak adar, çocuğu olmuyorsa doktora, hocaya koşar; o da olmuyorsa -tüp bebek mi küp bebek mi her ne ise- yoluyla bu arzusuna erişmek ister ve bunun için de hiçbir masraftan kaçınmadan bütün imkânlarını zorlar. Ama bu arzu sahiplerinin hayırlı bir evlâda sahip olmalarının kendilerine çok önemli yükümlülükleri de beraberinde getireceğini bilmeleri gerekir. Bu yazımızda bahse konu olan, dünyaya gelen hayırsız bir erkek evlât… Yüce Rabbim hiçbir kulunu hayırsız bir evlâtla imtihan etmesin…
Bir nevruz sabahı Dünya’ya gelmişti hayırsız evlât. Gelmişti gelmesine de, kendisi dünyaya gelirken, aynı umutlarla dünyaya gelmiş olan annesini, annesinin kendi hatalarının da katkısıyla dünyaya geldiğine bin pişman etmişti. Lâkin “Bir oğlum oldu, arkamdan iyilik eder, yol ve köprü yapar, zengin olur adıma camiler inşa eder, hatimler indirir, amel defterimin açık kalmasına vesile olur, belki de kurtuluşum böyle olur” diye düşünen ve bu ümitle çocuğunu el bebek gül bebek büyüten anne, gelecek günlerin çocuğu ile birlikte kendisine neler getireceğini bilecek, tahmin edecek ferasetten bir hayli uzaktı.
Haram parayla cami yapmak, hacca gitmek, fakirlere yardım etmek insanı kurtarır mı bilmem.
Aslında o, rüzgâr ekmişti, fırtına biçmesi kaçınılmazdı.
Zaman geçti “Bir mum, iki mum, üç mum, dört mum, on dört mum” yakıldı ve üflenerek söndürüldü. “İyi ki doğdun; ananı bir kaşık suda boğdun veya happy birthday; Hayırsız Evlât geliyor hey!” gibi zavallı beyinlere kötü huylu bir ur gibi yerleşen içi boş kalıplarla seneler bir birini kovaladı.
“Ruh hastası, doğum pastası” derken, yaş on dört, “her rezaletin üzerini ört” dönemiydi artık…
İlim, irfan öğreneceğine, tarihini okuyup bundan dersler çıkararak hayatına yön tayin edeceğine; dans okulu, vücut geliştirme salonu, aerobik, anaerobik, babaerobik, tekvando, karate, internet kafe, gitar kursları, davul zurna okulları derken esas mesleğini edineceği okulunu da rüşvetle bitirdi. Boş zamanlarında da arkadaşlarıyla daha o yaşta birahanelere, pub’lara müdavim olmaya başladı. Bu arada politik dersler de almaya başlamıştı ufaktan ufağa…” Felsefenin temel ilkeleri, komünizm, sosyalizm, Teizm, Ateizm, Marksizm, Leninizm, Maoizm, hatta Kaddafizm, bilcümle izm’lerle beraber; sol, ortanın solu, solun ortası, solun sağı, sağın solu” derken ‘beyhude’ye çevirmişti yolu.
“KENDİ DÜŞEN AĞLAMAZ” makamındaki örgülü ve görgülü “öngörüsüz” anne; altı ay üç yüz altmış dört gün karnında taşıdığı bebeğini; yemedi yedirdi, içmedi içirdi, türlü türlü merhalelerden geçirdi, büyüttü, okuttu, adam olacak bir seviyeye getirdi. Ama işin manevî yönünü ihmal etmişti talihsiz anne… Pardon kafasız anne…
Oğlunun menfaat üzerine dönen siyaset canavarının elinde mankurtlaşacağını, asırlardır başımızı ağrıtan karanlık güçlerin kontrolüne gireceğini; edep, hayâ, ar ve namus kavramlarına yabancılaşacağını, gelenek ve göreneklerinden tamamen uzaklaşacağını nereden bilsin. Her ana böyledir. Nereden bilsin ki bütün ömrünü adadığı evlâdının günün birinde tek dişi kalmış canavarın elinde yoğrularak, eğrilerek, evirilerek, sağa sola savrularak, kızıl ateşte kavrularak, baş üstüne devrilerek hilkat garibesi bir gulyabaniye çevrilerek, ülkesine, dinine, anasına babasına düşman olacak.
Hayırsız Evlât, Dünya’ya gelir gelmez, daha kundakta iken ileride nasıl muzır bir robota dönüşeceğinin işaretlerini veriyordu. Bu melânet durumda suçun asıl ekseni ve yüzde sekseni anneye aittir. O da sosyete bir aileden gelmiş, otuz dokuz yaşında ancak evlenebilmiş, “bu yaştan sonra çocuğum olur mu?” korkusu içinde doğurduğu, doğum sancıları sırasında -kısa bir an için de olsa- Allah’ı hatırlatan çocuğunu, bir kez olsun besmeleyle veya abdestli iken emzirmemişti. Dünyaya getirirken yüzünü gül suyu ile aklamamış, kulağını ezan sesiyle paklamamıştı. O büyüdükçe içinde bulunduğu çevrenin vücuduna şırınga ettiği asitli muzır bir hormonun da etkisiyle, içinde dünyaya geldiği ve şekil aldığı toplumun hiçbir kalıbına uymayan bir tabiata, bir kamete doğru ilerleme kaydetmişti.
Olacağı da buydu…
Üzülmeye değmez...
Bir bakıma “kendim ettim kendim buldum” demek durumundaydı anne…
Dizini döveceğine kızını mı dövmemişti, ne?
Oğlunu dövmeyen dizini döver mi bilmem, ama oğlunu dövmeyenin yedi sülâlesine sövdüğünü, söveceğini ve bir gün aklını kaybedeceğini çok iyi biliyorum.
Bir ana ne yapar pişman olunca?
Kimse kabahati kendinde arama alicenaplığını gösteremiyor kolay kolay… Bazıları “Ne hata işledim Allah’ım?” der, bir nevi kabahatini arama niyeti gösterir. Bazıları da, haşa küfür kokan kelimeler kullanarak pişmanlıklarını ifade etmeye çalışırlar. Ama bir anne çocuk doğurunca ve doğurduğuna pişman olunca ne yapar? Sülâlesine mi söver? Hayır… “Keşke seni doğurmaz olaydım, seni doğuracağıma taş doğursaydım” falan der…
“Allah’ım affet beni, çocuğuma niye dini terbiye vermedim? Neden ona buna inandım da, çocuğumu ilim irfan yuvalarına göndereceğime, kumandası dışarıda, nefisleri akılların önüne geçirme kabiliyetindeki içi kezzap dolu oyuncakları elinde bulunduran örgütlerin o uğursuz ellerine teslim ettim?” şeklinde daha gerçekçi bir pişmanlık arzusu ortaya koyanlar da var.
Son pişmanlık fayda vermeyince de bir annenin feryadı ozanın dilinde yan tarafta okuyacağınız şiirdeki gibi buram buram esef ve nedamet kokan bir manzumeye dönüşüverir… Takdirlerinize sunuyorum.
HOŞ GELDİN, BOŞ GELDİN
Ey uğursuz niçin geldin dünyaya?
Şer peşinde koşmaya mı geldin sen?
Yok mu sende azıcık edep hayâ?
Nutuk atıp coşmaya mı geldin sen?
Dost düşmanın, düşman dostun be arsız,
Öğüt içtin, nefret kustun be arsız,
Galiz küfür yedin, sustun be arsız,
Pişkin pişkin pişmeye mi geldin sen?
Esir oldun siyasetin kirine,
Düşürmüşsün herkesi bir birine.
Taş bir heykel doğursaydım yerine,
Yaraları deşmeye mi geldin sen?
Yolmaya mı geldin salak kazları?
Atlatmışsın bilumum aymazları.
Kış olurken memleketin yazları,
Kuruyan bir çeşmeye mi geldin sen?
Rüşvet yedin belki karnın tok artık,
Öğrettiğin seleflerin çok artık,
Bundan sonra sana zırnık yok artık,
Çöplükleri eşmeye mi geldin sen?
Beynin yalan, ruhun şantaj, iftira,
Var mı sende namuslu bir hatıra?
Rezil oldun el âleme bu sıra,
Hindi gibi şişmeye mi geldin sen?
Kalp parayla seçildiğin doğru mu?
Biraz fazla açıldığın doğru mu?
Büyüdükçe küçüldüğün doğru mu?
Tümden gözden düşmeye mi geldin sen?
Sakat aklın havalarda uçuyor,
Kuduz kapmış ömrün boşa geçiyor.
Bu şom ağzın sümük salya saçıyor?
Köpürüp te taşmaya mı geldin sen?
Bu mikrobu hangi çöplükten kaptın?
Kırk yaşında Allah için ne yaptın?
Zikzak çizip eğri yollara saptın.
Doğruluktan şaşmaya mı geldin sen?
Kendine bak; lâyık mısın hürmete?
Hizanî der nasıl kondun servete?
Anlat oğlum hesap ver bu devlete,
Haddini tam aşmaya mı geldin sen?
ÂŞIK HİZANî
[email protected]