19 Ağustos 2013, Pazartesi
Mektubat’ın Fihristinde Onbirinci Mektub’la ilgili şöyle bir ibare var: “Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünüyor. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:
Bu küçük mektubları hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Hâlbuki tanzimsiz, müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış ise, öyle kalması lâzım geliyordu. Sonradan tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes’eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır…”
Üstad’ın bu ihtarını okuduktan sonra aklıma şu soru geldi: “Olur da Mektubat’ı sadeleştirirlerse burayı ne yapacaklar? Acaba bu kısmı da gençlerin anlayabileceği(!) bir şekle mi getirecekler? Yoksa burayı bir şekilde kaldıracaklar mı?”
Aslına bakarsanız hepsi birbirinden kötü diyebiliriz. Ama diyelim ki burayı günümüz Türkçesine çevirdiler. (Ki, kendileri yapılan sadeleştirmeyi bu şekilde tanımlıyorlar. Çeşitli sebeplerle yabancı kalınan kelimelerin yerlerine günümüzdeki karşılıklarını koymak.) Ve şöyle yazdılar:
“Bu mektuplar düzensiz ve karışık bir haldeydi. Ama onların yazıldığı şekilde kalması gerekiyordu. Çünkü o mektupları sonradan düzenlemeye iznimiz/ruhsatımız yok!”
Kapağında “Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sadeleştirilmiştir” yazan bir kitapta böyle bir ibare bulunması tezat olurdu sanırım. Yani çeşitli sebeplerle yazarın kendisine bile bir nevi yasak gördüğü şeyi yıllar sonra başkaları yapıyor ve önünüze sürüyor. Misal olarak; İngilizce yazılmış ve sonra Türkçe’ye çevrilmiş bir kitap var. Ve bu kitabın içine yazar not düşmüş: “Bu kitabın İngilizceden başka bir dile çevrilmesine izin ve rızam yoktur.” Ama siz bu notu Türkçe okuyorsunuz!
“Güler misin, ağlar mısın” derler ya, aynen onun gibi bir durum. Tabiî bir de bunun okuyucu boyutu var. Yani yukarıdaki ihtarın sadeleştirilmiş halini okuyan okuyucunun aklında herhangi bir soru oluşacak mı? Bu durum onun dikkatini çekecek mi? Belki çekenler olacaktır. Onlar da inşaallah orijinal Risale-i Nur’a dönecektir. Ama sanırım gazete gibi okuyanlar için böyle bir durum söz konusu olmayacak.
Acaba diyorum ihtarın o kısmını çevirmezler mi? Orası öyle kalır, kimse de anlamaz geçer. Bu da bir yol aslında. Ama bu da aynı şuna benziyor: Malûmunuz ezanı Türkçe’ye çeviriyorlar. Ama “Hayye alel-felâh” kısmını “Haydin felâha” diye çeviriyorlar. Sebebi de “Haydin kurtuluşa/selâmete” deseler işlerine gelmez. Belki sadeleştirmeyi yapanlar da böyle bir yola başvurur. Okuyucuların aklında soru işareti kalmasın diye!
Bu ihtardan kaçmanın (!) bir yolu da o kısmı hiç yayınlamamak olurdu her halde. Bir nevî kesin çözüm! Nasılsa belli insanlardan başka kimse fark etmez. Ki bu farkı anlayabilecek kimseler de okuyucu kitlesinin dışındaki kimseler. Peki, böyle bir şey yapabilirler mi? Bekleyip göreceğiz, ama inşaallah yapmazlar.
Risale-i Nur’un çeşitli yerlerinde Üstad’ın yaptığı bu ihtarları okuyunca, bu sadeleştirme işinin en başından beri sorulan bir soruyu değiştirme ihtiyacı hissettim.
En baştan beri “Bu yayınevi bu kadar saff-ı evvel ağabeyler varken, bu işe nasıl kalkıştı? Neden onların uyarılarına kulak asmadı?” diyordum. Hatta çoğu insan da böyle diyordu. Ama işin daha vahimi varmış. Çünkü onlar Üstad’ı hiç dinlememişler ki! O zaman Üstad’ı dinlemeyenlerden ağabeyleri dinlemelerini beklemek ne kadar gerçekçi olabilir ki?
Okunma Sayısı: 1578
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.