“Evet İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberim, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvî bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.
Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle, ‘Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba’-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!’ dersini vermiştir. Ben gerek bu derse, gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’ân’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zâta da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.”
Elhamdülillah bizler, hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, Müslüman olup1 “İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatı, acz u fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebi, Seyyid-ül Mürselîn gibi bir rehberi, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidi” olan insanlarız. Ne kadar şükretsek az. Ve yine Hulusî Ağabey gibi bizler de hakikat dersimizi aynı zâttan almışız, o zâta da ömrümüzde ilk defa Üstad demişiz. Hata etmemiş, isabet etmişiz. (Hâzâ min fadli Rabbî) İşte dil ile ikrar, kalp ile tasdik ettiğimiz bu durumu hâlimize de yansıtmak için Üstad’ın sözlerine kulak vermemiz lâzım. Evet, âhirzamanın şu dağdağalı ve fırtınalı zamanında bizlere hakikat dersi veren Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî, neşrettiği eserlerinde “hizmet-i Kur’ân’iyede arkadaşlarım” dediği talebelerine sıkça bazı tavsiyelerde bulunuyor. Bunlar kimi zaman kaçınılması gereken şeyler, kimi zaman da hayat boyunca uygulanacak şeyler oluyor. 21. Lem’a’nın başındaki “Bu Lem’a lâakal her onbeş günde bir defa okunmalı.” gibi. Ya da yine aynı eserde yer alan “İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.” gibi.
Velhasıl, Üstad örneklerini çoğaltabileceğimiz daha birçok şey söylemiş. Ben bugün daha çok şu sözleri üzerinde duracağım:
“Kardeşlerimden rica ederim ki:
Sıkıntı veya ruh darlığından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine kapılmaktan veya şuursuzluktan, arkadaşlardan sudûr eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve ‘Haysiyetime dokundu’ demesinler. Ben o fena sözleri kendime alıyorum. Damarınıza dokunmasın. Bin haysiyetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve samimiyete feda ederim.”2
Evet bu hizmet-i imaniye ve onun şahs-ı manevîsi için maddî manevî herşeyini feda eden ve “değil yalnız istirahatını ve haysiyetini ve şerefini, belki sevinçle ruhunu da feda etmeye karar vermiş” Üstadımız, bin haysiyeti olsa feda edeceği “kardeşler mabeynindeki muhabbet ve samimiyet” için başka bir mektupta şöyle diyor: “Sakın sakın!. Şimdiye kadar mabeyninizdeki fedakârane uhuvvet ve samimane muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile, bize büyük zarar olur.
Bizler birbirimize—lüzum olsa—ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur’âniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirlerine karşı küsmeye değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır; muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeye çalışır. Yoksa habbe kubbe olup tamir edilmeyecek bir zarar verebilir.”3
“Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider. ‘İhtilafa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz gider.’4 işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatın tadı kaçar.”5 Üstadımızdan uhuvvet için cidden nazara alınması gereken bir düstur daha...
Evet, hakikî fedakârlardan devralınan bu davaya layık olabilmek için neler yapılması ve neler yapılmaması gerektiği söylenmiş. Bunlar denizden birer katre. Bunlar gibi daha nice şeyler söylenmiş. Bize düşen tüm bunlara kulak verip bir tercih yapmak. Çok keskin sınırlarla birbirinden ayrılan iki gruptan birine dahil olmak...
Doğru tarafı seçmek lâzım. Çünkü “mes’elemiz çok naziktir.” Üstad, “Ben sizlere çok güveniyordum ki, bütün vazifelerimi şahs-ı manevînize bırakmıştım. Siz de, bütün kuvvetinizle benim imdadıma koşmanız lâzım geliyor.” diyor. Bizler ona yardım etmek istiyorsak, hakikî fedakârların yanında yer almak istiyorsak; gücenmelerden, küsmelerden ve tarafgirlikten kaçınmalıyız. Mabeynimizdeki hakikî ve uhrevî uhuvveti korumalıyız. Üstadımızın bize olan güvenini boşa çıkarmamalıyız.
Madem onu Üstad olarak kabul etmişiz. “Üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mazide mevcud ve Nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-Âlemîn Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ kayd u şart itaat etmeliyiz.”6
Evet “sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a’zâlarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.”7
Hademesi olduğumuz (ya da inşaallah olacağımız) gemide “Uyanıp, Kur’an’a sarılması; İslâmiyet’e maddî ve manevî bütün varlığıyla müteveccih olması gereken âlem-i İslâm”, “Kur’ân’a bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlatları”, “Beşyüz senedir yatan, artık Kur’anın sabahında uyanması gereken, eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları” var.
–Devam edecek–
Dipnotlar:
1- 25. Lem’a, 18. Deva
2- 28. Lem’a, 16. Nükte
3- Hizmet Rehberi
4- Enfal Suresi: 46.
5- Barla Lâhikası 120. Mektub
6- Lem’alar, s. 88, Sekizinci Lem’a (Şu Keramet-i Gavsiye münasebetiyle üç nokta), 3. Nokta
7- 21. Lem’a, 2. Düstur