Bugün yazar ve mütefekkir Cemil Meriç’in vefat yıldönümü. Hakşinas ve cesur bir yürek sahibi olan Meriç, 13 Haziran 1987’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesinde okuduğumuz yıllarda, okulumuza yakın olan Göztepe’deki evinde kendisini birkaç kez ziyaret ettik. “Kırk Ambar” isimli kitabını bizim için imzaladı. 28 Haziran 1985 tarihli imza yerinde “Huzma safa, da’ma keder” ifadesini ekleyerek, “Bu kitabın içindeki bilgi ambarından hoşuna gidenleri al, keder veren varsa onları bırak, alma” diye tavsiyede bulundu.
Bir gün Süleyman Demirel’in Tuzla’daki evinde ziyaretine gidecektik. Bahsi açılınca, “Süleyman Bey için de bir kitabımı imzalayıp göndermek istiyorum. Götürebilir misiniz?” dedi. Biz de memnuniyetle deyince, imzaladığı kitabın ilk sayfasına şu notu düştüğünü hatırlıyorum: “Çağdaşı olmakla iftihar ettiğim siyasetin usta duayeni…” diye devam ediyordu.
*
Cemil Meriç ile sohbetimiz genellikle Üstad Bediüzzaman ve Risale-i Nur ile alâkalı olurdu. Bir gün şu yakınmada bulundu: “Said Nursî gibi müstesna bir zat hakkında, dünya literatürüne girecek akademik bir çalışma yapılamadı bir türlü. Bu bana dert oldu. Kıymetli dostum Prof. Şerif Mardin’e teklif ettim, teşvikte bulundum. Yaptı bir çalışma; ama, o da tam değil, yeterli değil. Daha başka araştırmaların, akademik çalışmaların yapılmasına ihtiyaç var.”
Ziyaretçilerden bir arkadaşımız Necmeddin Şahiner ile Cemal Kutay’ın kitaplaşan çalışmalarından söz edince, merhum Cemil Meriç iç çekerek şunları söyledi: “Cemal Kutay, keşke Said Nursî hakkında çalışma yapmasaydı. Keşke o kitabı yazmasaydı. Zira, o kitapta Said Nursî’yi değil, kendini anlatıyor. Hem, hiç inandırıcı gelmiyor. Sırıtıyor.”
Şahiner’in çalışmaları hakkında ise daha temkinli olarak şunları söyledi: Güzel şeyler yapma gayretinde. Ama, onun çalışmaları akademik formatta olmadığı gibi, daha çok içe dönüktür. Bir nevi biz bize çalışmalar. Benim istediğim, ilim dünyasının dikkatini çekecek seviyedeki araştırmaların yapılması. Bakalım ileride bu iş kimlere nasip olacak…”
*
Hem kitaplarından, hem de şahsen yakından tanıdığım Cemil Hoca, hakikaten boş konuşmazdı. Konuşurken ve yazarken de kelime israfı yapmazdı. Her sözünü ölçüp biçip tartarak söylemeyi tercih ederdi. O aynı zamanda cesaret timsali bir münevverdi. Bir meselenin doğrusunu da, yanlışını da söylemekten çekinmezdi. İşi hakarete götürmeden, tenkidini net ifadelerle dile getirirdi. Aynı şekilde, takdirini de hiç cimrilik yapmadan ifade ederdi.
Meselâ, vaktiyle sakıncalı kişi olarak addedilen Said Nursî’ye dair söz ve yazıları gibi. Bu hususta bildiklerini inandıklarını gayet açık ve keskin ifadelerle ortaya koyardı. Şimdi biraz da onlara bakalım. Yani, son olarak Cemil Meriç’in Said Nursî ve Risale-i Nur ile ilgili tesbit ve değerlendirmelerinden bir demet sunalım:
“Tanzimat’tan sonra büyük İslâm mütefekkiri yok. Olsaydı, zaten bu hale gelmezdik. Yani olsaydı, bir mücadele olurdu. Hiçbir mücadele olmadı. Giyin dediklerini giydik, atın dediklerini attık. Dili de mahvettik... Bütün bu cinayetler olurken herkes pustu, sindi... Tek sesini çıkaran Said Nursî oldu.”
“Evet, Vaka-yı Hayriye’den (1839 Tanzimat’tan) beri bizde İslâm tefekkürünün büyük isimleri çıkmamıştır. Said Nursî var. Hürmete lâyık başka adam tanımıyorum. ‘Müslüman mütefekkir’ deyince, celâdetiyle, cihâdetiyle onu tanıdım, başka tanımadım.”
(NOT: Bu yazılar önce 9 Ocak 1981 tarihli Yeni Devir gazetesinde yayınlandı, daha sonra Mustafa Miyasoğlu tarafından 1981 Suffe Yıllığı’na alındı.)
*
“Bu Ülke” isimli kitaptan:
“Tanzimattan beri her hisarı deviren teceddüt (yenilik) dalgası, ilk defa olarak Nur kalesi önünde geriler.”
*
“Kırk Ambar” kitabından:
“Ezelî sır: Kader” başlıklı yazısında, Said Nursî`nin “Kader Risâlesi”ni nazara veren Cemil Meriç, bu hususta da şunları ifade eder:
“Kàmus der ki: ‘Kader, (lûgatte) ölçme, tahmin, ölçerek takdir ederek tayin; (kelâmda) Allah`ın iradesini icrâdan, yani kazâdan evvel takdir etmesi, ölçmesi manasındadır.”
“Kader, ezelden ebede kadar cârî ahval ve hâdisata hâkim olan, küllî İlâhî hükümlerdir.
“Kader, ölçüp biçip hüküm vermek; kazâ ise, bu hükmü infâz etmek, yani ezelden verilen hükmü ademden (yoktan) fiil haline getirmektir. İslâmda her şeyin takdir-i İlâhî ile vücuda geldiğine inanmak şarttır.
“Bu karanlık mefhuma yeni bir aydınlık getirmek kimin haddi?
“Said Nursî, İslâm irfanının, cihanşümûl hakikatlerini küçük bir risâlede (Kader Risâlesi’nde) toplamış.”