Kurtlar Sofrası nedir? Kurtların beraberce bağdaş kurup oturduğu sofraya “Kurtlar Sofrası” denir.
Tabiî aslında bu kadar basit değil. Tanımı bu kadar basit değilse, bu sofrayı diğer sofralardan ayıran sizce ne olabilir? Neden Tilkiler sofrası, ya da Aslanlar sofrası diye bir tanımlama ön plana çıkmamış da, Kurtlar Sofrası tanımı ön plana çıkmış. Eminim bu konu, birçoğumuzun dikkatinden kaçmıştır. Hakikaten, Kurtlar Sofrası denilince, kurtların beraberce yuvarlak bir sofranın etrafına oturduğu, ortada kuzu tandır nev’inden müthiş bir ziyafetin olduğu, hangi kurt atik davranırsa, o kurdun kuzuyu ya da kuzunun parçalarını kaptığı mükellef bir sofra gibi bir şey hayal edilebilir. Yani Kurtlar Sofrasını, kurtların kuzu parçalarını birbirlerinden kapmak için verdiği mücadelenin yapıldığı alan olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Böyle düşünüyorsanız çok fena yanılıyorsunuz. Kurtlar Sofrasının mahiyetini yazımızın sonuna bırakarak biraz dış politika ve uluslar arası ilişkilerimize bakalım.
Dış Politika ve Uluslararası İlişkileri en iyi tanımlayacak olan kavram her halde Kurtlar Sofrası’dır. Kurtlar Sofrasında sürekli boşa gidecek ve kendimize zarar verecek hamleler yaparsak, sonunda yorgun ve bitap düşerek, bir an için gaflet uykusuna düşebilir ya da üzerimize gelecek hamlelere cevap veremeyip kendimizi koruyamayabiliriz. Bu açıklamayla, şu andaki Türk Dış Politikası’nın halini tasvir etmeye çalıştım. Türk Dış Politikası deyince kendimi soyutlayamıyorum, çünkü Dış Politika millî takım gibidir. Kendi liginizde istediğiniz takımı tutabilirsiniz, ama dış politika isteseniz de istemeseniz de Millî Takım gibi sizi temsil eder.
Aslında her şey bir Osmanlıcılık sevdasıyla başladı. Siyasî iktidara göre, kendilerinden önceki hükümetler, çoğu konuda pasif davranmış, yapılması gerekenleri yapmayarak dış politikamızı şaha kaldıramamışlardı. Ama artık 90 yıllık reklâm arası sona ermişti. Neo Osmanlılar gelmiş yine Sultan Mehmed Han’ın yaşattığı dönem gibi Yükseliş Devri başlayacaktı. Gerekirse, gemiler yine karadan yürütülüp İstanbul yeniden fethedilecek, Suriye, K. Afrika, Irak’ta kendileri gibi olanlar işbaşına geçirilip, Akdeniz yine bir Türk gölü haline gelecekti. Ama kazın ayağı hiç de öyle olmadı.
Suriye’de tam bir bataklığa saplanıldı. Neoconlar ve emperyalist Batının, önceleri bir ülkeyi dağıtmak için yaptığı ne varsa, aynı şey yapıldı. ABD’nin, klâsik olarak G. Amerika ülkelerinde yaptığı gibi, muhalefeti silâhlandırarak güçlendirme ve merkezdeki idareyi zayıflatıp ortadan kaldırma stratejisi yoluna gidildi. Bu şekilde bir ülkede herkes birbirini vuruyor, meydan bu büyük güçlere kalıyordu. İsrail’e de Suriye’yi böl parçala denseydi, kendisi hiç topa girmeyip, muhalefeti eğiterek eline silâh verecekti. Esad’a karşı muhalefeti güçlendirme politikası, geçmişte dünyanın bazı ülkelerinde de birçok kez yaşandığı gibi, Suriye’yi de kan gölüne çevirdi. Ayrılıkçılara destek verilmeseydi ne olurdu, bunu bilemeyiz, çünkü yaşanmamış üzerine “halamın bıyıkları olsaydı amcam olurdu” nev’inden ihtimal yürütülmez. Türk dış politikasında eski itidalli yaklaşım devam etseydi, ateşi söndürme ya da ateşi körüklememe yönünde bir dış politika izlenirdi. Türk Dış Politikasındaki yeni maceracı aktif yaklaşım ise, ateşe odun attı. Fakat, izlenmesi gereken yol, bu değildi. Bir yandan “Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması şart” tezi işlenildi, ama diğer yandan Suriye ile ilişkiler koptu, çünkü Suriye diye bir ülke kalmadı. Son dönem Türk dış politikası, Suriye konusunda bir anlamda sömürgecilere ve Siyonizme hizmet etti, onlar gibi davrandı.
Mısır’da İhvan’ı kendi eski dönemlerine benzetip, hararetle desteklediler, ama Mısır’da ekonomi tamamıyla askerlerin elindeydi. İhvancılar, kısa zamanda devrilip derdest edildiler. Oysa, Türkiye’de siyasal İslâm, Millî Nizam Partisi 1970 yılında kurulduktan ancak 32 yıl sonra iktidar olabilmişti. Bugün birçok İhvan’lı devlete talip olarak hata yaptıklarını ifade ediyorlar. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesinde aktif rol oynadılar. Kaddafi bir diktatördü, ama dünyadaki tek diktatör değildi, ayrıca Türkiye’ye dosttu. Aynı Kaddafi, Kıbrıs çıkartmasında bir gram petrolümüz bulunmazken ülkemize akaryakıt sağlamış, Libya’dan sağlanan akaryakıtla gemilerimiz Kıbrıs çıkartması için Akdeniz’de yüzdürülebilmişti. Libya tarafından geçen hafta vurulan Türk Ticaret gemisiyle artık Libya’nın da Türkiye’yi bir düşman olarak gördüğü iyice tescillenmiş oldu.
Gerek Libya gerekse Mısır, Türk iş adamlarının büyük montanlı işler yaparak Dış Ticaret Açığı’nın azaltılmasında önemli rol oynayan ülkelerdi. Bu ülkelere çalışmak için giden Türk işçileri de hem işsizliği azaltıyor hem de ülkeye döviz getiriyordu. Bu iki ülke de maalesef kaybedildi. Şu an için kısa vade dış ticaret açığının giderek artmasında, Mısır ve Libya’nın ekonomik anlamda kaybedilmesinin olumsuz etkisi büyüktür. AKP’nin K. Afrika’yı dizayn etme çabası elimizde patlamıştır ve bu faturayı millet olarak biz ödeyeceğiz. Üstüne üstlük, bu Müslüman halklar bize düşman olmuş, elimize Müslüman kanı bulaşmıştır.
Ege’de 16 adet Bulamaç Adası, Eşek Adası, Koyun Adası, Fornoz, Nergizçik, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık, Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi ve Koufonisi adacıklarının durumu 1947 yılında yapılan Paris Antlaşmasında yer almamıştır, dolayısıyla bu adacıklar konusunda eski statüko geçerli olup; buralar Osmanlı yani Türk toprağı statüsündedir. Bu karambolde, bizim de basından öğrendiğimiz kadarıyla, bu adacıkların Yunanlılar tarafından işgal edildiği, hatta üzerine bina inşa edildiği iddia edilmektedir. Üzerinde yerleşim olmayan bir coğrafyaya bir bina inşa edilip, üzerinden on yıl geçtiğinde, binayı inşa edenler açısından sahiplik yönüyle bir karine oluşmaktadır. Bu sahipsiz gözüken adalara Yunanistan’ın 2004 yılından bu yana kilise türü binalar yaparak, bu adacıklar üzerinde kesin mülkiyet iddia ettiği iddia edilmektedir. Bu konuda hükümetimizden Türk basınına açıklayıcı bir bilgi akışı gerçekleşmemiştir.
Ermeni Soykırımı iddiaları, Türkiye tarihinde hiç olmadığı kadar, bu sene Dünya ülkeleri tarafından kabul edildi. Acaba değerli yalnızlıktan ölümcül yalnızlığa mı gidiyoruz?
İçeride ise, 1950’den bugüne sürekli sağ hükümetlerin yanında yer alan aşiretlerin, çok hızlı bir şekilde HDP saflarına geçtiği haberlerine sıklıkla rastlamaktayız. Bu aşiretlerimiz bu seçime bir Kürt nüfus sayımı gibi baktıkları için mi eğilimlerini değiştirmektedirler, yoksa artık kendilerini Türkiye devletinden çok Kürt milliyetçiliğine yakın hissettiklerinden mi yer değiştirmektedirler? Yoksa bu değişim, artık güç dengesinin, Türkiye devletinden Kürt milliyetçilerine geçtiğinin aşiretler tarafından da teyit edilmesi midir?
Şimdi Kurtlar Sofrası’na geri dönelim. Kurtlar sofrasında kapışılan şey kuzu değildir. Kurtların kendisidir. Kurtlar hem av hem avcıdır. Kurtlar Sofrasında, aç kalan kurtlar hayat ve nesillerini devam ettirebilmek için bu yöntemi uygulamaktadırlar. Bir sofranın etrafında oturan kurtlar; ilk uyuyan veya zayıf kalan veyahut ölümcül yalnızlığa düşen kurda saldırarak onu yerler. Kurtlarla aynı sofradaysanız konuk da olabilirsiniz, ziyafetin ta kendisi de. Şu anda kendinizin bir onur konuğu gibi bir baş sandalyede oturtulup size yemek servisi yapılacağını zannedebilirsiniz, ama dikkat etmezseniz size onur konuğu muamelesi yapanlar, bir anda sizi o baş sandalyeden söküp, masanın üzerine de atabilirler.
Dış Politika’da ve Uluslararası İlişkilerde masanın üstü bizi çağırıyor gibi…