Son gelişmelerin kıskacında, bir mekânda gerçekleştirilen bir görüşmeden sonra içime doğan ve içimden gelen bir nükteyi, naşir-i efkârımız olan gazetemizde paylaşmak da yine bir anda içimden geliverdi.
Bir süredir yazmıyordum, yazamıyordum. Haydi bu vesileyle kıyısından köşesinden yazıya da başlamış olayım. Rutin kalıplara dökmeden, ara sıra ve inşaallah.
Risale-i Nurların ilânatçısı ve naşir-i efkârımız olmak hasebiyle ve dışarıya mesajlarıyla Yeni Asya’mıza mesleğimiz; ama Nur cemaatleri muvacehesinde ise “meşrebimiz” nazarıyla bakarsak nasıl olur? Bir başka bakışla şöyle tavsif edelim: Yeni Asya’nın iki vechesi, iki cephesi var. Neşriyatıyla ve tavizsiz duruşuyla hakikat mesleğini icra ederken; her tarafa yayılan ve okurları olan Nur Talebeleri ve Medrese-i Nurîyeler marifetiyle de meşrebimizi deruhte etmeli, o mânada vazife icra etmeli.
Gerçi mesleğimizin de, meşrebimizin de ne olduğu küllî ve ihatalı mânâsıyla Risale-i Nur’da vardır. İçimden gelen ve nazarımı okşayan bu bakışın da, Nur’un beyanları muvacehesinde ve bir köşesinde kendine küçük bir yer bulabilmesi dileğimdir.
İşte: “Hem Nurun takvâdârâne ve riyazetkârâne meşrebi, hem umûma ve en muhtaçlara, hattâ muarızlara ders vermek mesleği” (Şuâlar, 2006, s: 784.)
Demek ki, bizler elimizdeki hakikatlerle, neşriyatımızla ve fikriyatımızla umûma ve en muhtaçlara, hatta muarızlara ders vermek mesleğinde giderken, Nur’un takvâdarâne ve riyazetkârâne meşrebini de ihmal etmemek durumundayız. Bilhassa iç bünyemizde ve Nur cemaatleri muvacehesinde bu meşrebimizi her daim devrede ve göz önünde bulundurmalıyız.
Nitekim Hazret-i Üstâd da, “..Ve bilhassa ehl-i fazîletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimâîye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır. Lillâhilhamd, bu meşrep üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor” diyerek kendi meşrebinin ince prensiplerini nazara veriyor. (Lem’alar, 2006, s. 411)
Umûma ve en muhtaçlara, hattâ muarızlara ders vermek mesleğini sürdürme istidadında olan gazetemiz, bir yandan cephede cansiperâne mücahede ederken, öte yandan meşrebin inceliklerini de izhar etmekte zorlanabilir. Bu vazife de bu şuurda olan şahısların omuzlarında olsa gerektir.
Zira “Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve encivanmert kardeş olmak iktiza eder.”
Hz. İbrahim (as), Cenâb-ı Hakk’ın cemalî isimlerine mazhar olduğundan, yumuşak huylu ve son derece merhametli idi. Bu sebeple, putlara tapanlara bedduâ etmeyip, onları Allah’ın Gafur ve Rahim isimlerine havale ederdi..
Nur Talebeleri “muhabbet fedaileri” olduğundan, onların meslek ve meşrebi Hz. İbrahim’e (as) daha yakındır. Nur Talebelerinin mesleği bir yönüyle “Sahabe Mesleği”, diğer bir yönüyle de “Haliliye Mesleği” olarak vasıflandırılır.
Evet, Risale-i Nur mesleği imana hizmet noktasında “Sahabe Mesleği”dir. İmanda terakki ve tekâmül cihetinde ise “Haliliye Mesleği”dir. Hz. İbrahim’i (as) Allah’a dost yapan ve “Halilullah” (Nisa, 4:125) unvanını kazandıran sır; Hz. İbrahim’in (as) “tefekkür” yolu ile Allah’ın birliğine ulaşmış ve tevhitte terakki etmiş olmasıdır.
Bir de mesleğimiz itibariyle neye mecbur olduğumuza bakarak, Nur’un projektörünü halimizin ve ahvalimizin üzerine çevirelim:
“Mesleğimiz, sırr-ı ihlâsa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz.” (Kastamonu - 246)