Medeniyetin, medenî ve hakiki yüzüne olan ihtiyaç, karanlık bir gecenin sabahında doğan güneşe olan ihtiyaçtan daha az değildir.
Zira modernleşme ve aydınlanma adına sunulan sahte ışıklar, gerçek medeniyeti görmemize perde oluyorlar.
Eflatun’un hayali olan “fazilet şehri”nin bile, bu perdelerin aralanmasıyla, İslâmiyet sayesinde ve insanlığın lâyık olması nisbetinde görülebileceğini, Bediüzzaman’ın ifadelerinden anlıyoruz.
Asr-ı Saadet bunun en güzel isbatıdır. Yüzlerce sene önce hakiki medeniyetin orada, Medine’de yaşanmış olması, Yesrib’in Medine’ye dönüşmesi; medeniyetin, modernizmin mahkûmu olmadığını açıkça gösteriyor.
Modernleşmenin, çağdaşlaşmanın ve teknik donanıma sahip olmanın medenîleşmeye yetmediğini; geçen zaman, gelişen fenomenler ve yaşanan paradoxlar açıkça göstermiştir.
Bugün teknolojik gücü ve modern aletleri elinde tutan Batı, bütün insanlığa olan borcunu unutmamalıdır. Medeniyet alanındaki kazanımlarının öncülerine ve pederlerine saygıda kusur etmemelidir. Bilmelidir ki, kendi insanlarının yüzünü güldüren, refah seviyesini yükselten teknik ve bilimsel kazanımlarında bütün insanlığın el emeği, göz nuru vardır. Bütün bunlar, doğudan batıya ve batıdan doğuya göçler ve seyahatler sayesinde elde edilmiştir. Bunda da tarihî, ticarî, siyasî ve dinî sebepler rol oynamıştır. İpek yolu, haçlı seferleri, Endülüs Emevî Devleti vesaire..
Tamam, kabul ediyoruz. Avrupalı aklını kullanmış, bilimsel çalışmalar yapmış, çalışmış, ter dökmüştür. Doğu’nun ve Asya’nın sahip olup da değerlendiremediği nimetleri, Batılı değerlendirmiştir. Ama bu hal, gurura kapılmayı, dünyanın diğer ülkelerine tepeden bakmayı gerektirmez.
Avrupa’da hâla, Bediüzzaman’nın tabiriyle “mimsiz” ve “sefih” bir medeniyetin baskısı ve etkisi varsa, hâla heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edilen bir medeniyet revaçta ise, hâla fazilet ve hüdâ üstüne tesis edilen bir medeniyetin özlemi çekiliyorsa, dünya ve insanlık adına tehlike çanları çalıyor demektir.
Yaklaşık yüz yıl önce, 1922 sonlarında Bediüzzaman Millet Meclisi’ndeki beyannamesinde şöyle diyordu:
“Za’f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmağa yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur’anın zuhura yakın geldiği bir anda, lakaydane ve ihmalkarane müsbet bir iş görülmez. Menfice, tahribkarane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslam zaten muhtaç değildir.” 1
Aslında bugün sefih medeniyetin tamamen yok olması, Kur’ân medeniyetinin tamamen gerçekleşmesi lâzım gelmez miydi? Eğer hâla buna muntazır durumda isek, sebebi şu cümlenin içinde saklıdır:
“Demek, âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılâbvâri bir iş görmek, İslâmiyetin desâtirine inkıyâd ile olabilir, başka olamaz, hem olmamış; olmuş ise de, çabuk ölüp, sönmüş.”2
Evet, İslâmî kimliğiyle yeni hali; yani meşrûtiyeti, cumhuriyeti ve demokrasiyi seçen bu millet; her türlü badirelerden, fasid ve tahribkâr oyunlardan yine izn-i İlâhî ile korunacaktır inşaallah!.
Dipnotlar:
1-bkz. Tarihçe-i Hayat, s.152., 2-bkz.Tarihçe-i Hayat, s.154