Bediüzzaman, genelde hikmet kelimesini fen bilimleri manasında kullanır. Geçmişte ilmî gelişmelere öncülük eden yerlerin başında Mısır, Çin ve Mezopotamya gelirdi.
Zaman içinde bu ilmî merkezler kendi arasında yer değiştirmiştir. Bazen Mısır ilim merkezi olurken, bazen de Mezopotamya veya Çin ilim merkezi olmuştu. Her İlim merkezi, diğerlerini ya doğrudan ya da dolaylı şekilde etkilemiştir. Yunan medeniyeti başta Mısır olmak üzere, Babil ve Sümer gibi medeniyetlerden çok etkilenmiştir. İspanya’da kurulan Endülüs Emevi Devleti ile ilmin merkezi Avrupa kaymıştır. Milâttan önce ve İslâm’ın ilk yıllarında fen bilimleri, Yunan felsefesi yolu ile yayıldı. Halife Memun zamanında Yunan felsefesi Arapçaya tercüme edilince İslâm âlemi bu felsefe ile tanıştı. O zamanın Yunan felsefesi hurafeler ile dolu idi. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “din süsü ile görünerek efkârı ihtilâle (fikirleri karıştırdılar) verdiler. O zamana kadar Müslümanların bütün kabiliyetlerini İslâm’a çevirmişlerdi. Kâinat ile ilgileri yalnız dinî meselelere delil getirmek içindi. Bu felsefe Arapçaya tercüme edildikten sonra saf ve temiz olan Müslümanların fikirlerini karıştırdılar. Hem de bu felsefe ile uğraşan âlimlerin bir kısmı Müslüman olunca, kafalarındaki bu felsefe kırıntılarını tamamen silemediler, o kırıntılar ilk başta basit hikâye gibi dinlenirken sonra hakikat olarak algılandılar. Çünkü felsefeyi bilenler okumuş âlim insanlardı. Bu insanların basit hikâye gibi anlattıkları felsefî konuları muhakeme yapamayan ve ilmi olmayan Müslümanlar hakikat olarak gördüler. Onun için o zamanın büyük İslâm âlimleri, Yunan felsefesini yasaklamışlar veya ondan uzak durmuşlardı. İbni Sina gibi bazı zeki İslâm felsefecileri, Yunan felsefesinin tamamını doğru kabul ettiler, İslâm ile uyuşmayan kısımları tevil ettiler yani âyet ve hadisleri tabiri caizse Yunan felsefesine göre eğip büktüler. Onun için bazı İslâm âlimlerine göre bu İslâm felsefecileri, bu düşüncelerinden dolayı basit bir mü’min bile olamadılar.
Burada Bediüzzaman ile İbni Sina gibi diğer büyük İslâm mütefekkirlerinin farkı meydana çıkıyor. Bediüzzaman “Yunan felsefesinin çok az bir kısmı doğru, diğer kısımları hurafedir, İslâm ile uyuşmaz” derken, o zamanın İslâm felsefecileri bu felsefenin tamamını kabul ederek âyet ve hadisleri eğip büktüler. Bediüzzaman ise, bu zamanın fenlerinin tamamına yakınını doğru kabul ediyor, fenler Kur’ân ve Hadislerle çatışmaz diyor. Fen ilimlerinin her bir dalını Allah’ın bir ismi olarak görüyor. Tıp Allah’ın Şafi ismi diyor. Bu zamanda akıl ile nakil çatışmaz, eğer çatışır gibi görünse de bu doğru değildir, bu durumda aklı al nakli tevil et, fakat akıl akıl olsa gerek der ve fen ilimlerini insanlığın aklı ve Allah’ın isimleri olarak kabul eder.
Allah’ı anlatan üç delil var, Kur’ân, Hz. Muhammed (asm) ve Kur’ân’ın tercümesi olan kâinat kitabıdır. Bu kitaplar arasında zıtlık olmaz. Kâinat kitabı ancak Allah’ın isimleri olan fen bilimleri ile okunabilir. Eskiden dil, mantık ve tefsir usûlü gibi ilimlerle Kur’ân anlaşılabiliyordu.
Şimdi ise diğer ilimlerin yanında Kur’ân’ı anlamak için fen bilimlerini de bilmek lâzımdır. Çünkü Allah sonsuz Nur olduğundan mahiyetini bilemeyiz. O’nu ancak isimleri ile anlayabiliriz, işte her bir fen Allah’ın bir ismidir.
Sonuç: Dünya ve ahireti kazanmak için bu isimleri yani modern fenleri elde etmek gerekir. Bediüzzaman, “İnsanlık ahir zamanda ilim ve fenlere dönecek bütün kuvvetini fenlerden alacak, hüküm ve kuvvet fenlerin eline geçecek diyor. Her bir kemal (olgunluk), her bir ilmin, her bir terakkiyatın (yükselmenin), her bir fennin bir yüksek hakikati vardır ki o hakikat Allah’ın bir ismine dayanmakla, o fen, o kemal, o sanat kemalini bulur hakikat olur, yoksa yarım yamalak bir surette nakıs bir gölgedir” der.