Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musîbet şeklini değiştirmiş.
Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lütf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musîbetzedeleri –fakat musîbet dine dokunmamak şartıyla– bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musîbet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini îrâs etmiyor. Çünkü hangi bir genç hasta yanıma gelmiş ise, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve ahirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki öyleler hakkında o nevi hastalıklar musîbet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü çendan o hastalık onun dünyevî, fânî, kısacık hayatına bir zahmet îrâs ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.
HATİME
Cenab-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için insanda hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmasını göstermek için insanı öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış.
Ve o makine-i insaniyede yüzer alet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esma-i İlâhiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve afiyet ve lezaiz gibi nâfi’ emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de musîbetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik arızalar ile, o makinenin diğer çarhlarını harekete getirir, tehyîc eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki her bir azanın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir. Güya insan o arızalar ile, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur, sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderat-ı hayatını yazar, esma-i İlâhiyeye bir ilânname yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhaniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını ifa eder.
Lem’alar, İkinci Lem’a, s. 27-28
LÛGATÇE:
âlâm: Acılar, elemler.
âlem-i asgar: En küçük âlem; insan.
çarh: Tekerlek.
çendan: Gerçi; her ne kadar.
derc etme: Yerleştirme, koyma.
eşhas: Şahıslar.
halk etmek: Yaratmak.
insan-ı ekber: En büyük insan.
îrâs etme: Verme, sebep olma.
kaside-i manzume-i Sübhaniye: Bütün noksanlıklardan uzak olan Cenab-ı Hakk’ın hassas ölçülerle düzenli bir şekilde yazdığı kaside.
levh-i misalî: Dünyada yapılanların kayıt edildiği, görüntülendiği yer.
lütf-u İlâhî: Allah’ın lütfu, bağışı.
merbutiyet: Bağlılık.
muharrik: Harekete getiren.
mukadderat-ı hayat: Allah’ın takdir ettiği hayat programı; kader.
müheyyic: Heyecanlandıran.
münderiç: İçinde bulunan.
nâfi’ emirler: Faydalı işler, haller.
nukuş-u esma: Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin sanatlı ve süslü görüntüleri.
sefahet: Dinen yasak olan zevk ve eğlenceye düşkünlük.
tehyîc etmek: Heyecanlandırmak.
vazife-i diniye: Dinî görevler, sorumluluk.
vazife-i fıtrat: Fıtrat vazifesi, yaratılıştan gelen görev.