"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Tevekkül ve azmin zaferi

17 Mart 2020, Salı 08:08
yüzbaşı iken geçirdiği trafik kazası Sonucu hayatını tekerlekli sandalyeyle devam ettiren ozan bahar’la, profesörlüğe ve dekanlığa uzanan ibretli hayat yolculuğunu ve “vazgeçme” adlı kitabını konuştuk.

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ozan Bahar Yeni Asya’nın sorularını cevapladı

RÖPORTAJ: NURSEZA OKUR
[email protected]

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ozan Bahar, 1996 yılında Muğla İl Jandarma Komutanlığında Yüzbaşı iken görev dönüşü kaza geçirdi ve belden aşağısı felç oldu. Hayatının bundan sonrasını tekerlekli sandalye ile idame etmeye başlayan Yüzbaşı Ozan Bahar, başına gelenleri bir imtihan olarak gördü ve eşinin kendisine olan sevgisinden destek alarak akademik yolculuğuna başladı. Bu yolculukta profesörlüğe ulaşan Ozan Bahar, başından geçenleri “Vazgeçme” adlı kitabında kaleme aldı. Prof. Dr. Ozan Bahar ile yaşadıklarını, mücadelesini, bu süreçteki motivasyon kaynağını konuştuk.

Yüzbaşı Ozan Bahar’dan, Prof. Dr. Ozan Bahar’a dönüşüm sürecindeki mücadelenizi sürdürebilmenizin kaynağı neydi?

Mücadelemin temelinde eşimin bana ve benim ona olan sevgimiz ve yüce Yaratıcı’nın bize olan sevgisi, muhabbeti yatıyor. İçimizdeki o maneviyat, inanç olmasa bu mücadele olmazdı. Bu meselenin uhrevî yönü. Dünyevî yönüne bakarsak; benim asker kişiliğim, Harp Okulu geçmişim, komando olmam, orada aldığım eğitim etkili oldu. Bu eğitimde hem bedenimizin hem ruhumuzun zorlu süreçlere hazırlanması, oradaki mücadele ruhu dünyevî anlamda mücadelemin temellerini oluşturuyor. Biz askeriz, ama inançsız değiliz. Toplumun bazı kesimlerinde maalesef asker denildiği zaman “dinsiz, imansız, ibadetini yapmayan insan” algısı var. Tarihe bakıldığı zaman, bugün de aslında askerin çok inançlı olduğunu, o inanç, o Allah aşkı olmasa bu mücadelenin olamayacağını belirtmek isterim. Ben Harp Okulu’nda okurken de tasavvufla ilgili kitapları okumayı çok severdim. Peygamberimizin (asm) hayatını, hadis kitaplarını okurdum. İmam Gazali’nin Kimya-yı Saadet kitabı, Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevi’si beni çok etkilemiştir. Meselâ ben ilkokul beşinci sınıf ve orta biri Eskişehir Mihalıççık’ta okudum. Mihalıççık’ta Yunus Emre Köyü vardı. Orada Hıdırellez’de Yunus Emre’yi anma şenlikleri olmuştu. Babam beni oraya götürmüştü. Yunus Emre’nin bir şiir kitabını almıştım onu okumaya başlamıştım. Bunlar aslında insanın içinden gelen ve temelinde olan şeyler. Sonuç olarak, yaşadığım kazanın da Allah’tan geldiğini biliyorum. Bu yüzden şikâyet etmenin doğru olmadığını düşünüyorum.

Bu yolculukta sizi zorlayan, “her şey bitti” dediğiniz bir an var mı? 

“Her şey bitti” demeyelim de “Allah’ım neden ölmedim ben?” dediğim zamanlar oldu elbette. O kadar çatışmaya girdik, mermiler sağımızdan solumuzdan geçti, mayına bastık koskoca mayın patlamadı. Teröristle karşı karşıya kaldık 10 metreden etkisiz hâle getirdik, bir sürü buna benzer olay yaşadık. Ama Muğla’da yol yapım hatasından dolayı görev dönüşü bir kaza yaşadık. Ve ister istemez “Allah’ım neden canımı almadın?” diye düşünüyor insan. Ama şimdi tekerlekli sandalyede olmayı ve eşim gibi bir insanla evli olmayı benim için bir lütuf olarak görüyorum. Tabiî ki bu mücadelenin sürdürülmesinde dışsal bir motivasyon kaynağı olarak eşimin varlığı, sevgisi çok etkili oldu. Biz 45 günlük evliydik kaza olduğu zaman. Ve ben kazadan sonra belden aşağısını kaybettim. O dönemde 2-3 ay boyunca eşime “Yeni bir yuva kur istersen, benimle bu hayatı sürdürmek zorunda değilsin” dedim. Ama Allah bizim kaderimize böyle bir insanı lütuf olarak yazmış ki, o bana “Ben seni ayakların için değil, beynin için sevdim” dedi. O benden vazgeçmedi. Ben de bu hayattan vazgeçmedim. Herkesin motivasyon kaynağı farklıdır. Böyle bir şey bekâr bir adamın başına gelse, belki annesi, babası, öğretmeni, yakın bir dostu motivasyon kaynağı olacaktır. Ben eşimden çok destek gördüm. Moralimizin çok bozuk olduğu dönemlerde o bana büyük bir güven verdi. O güvenle birlikte ben içimdeki sorunları daha kısa sürede atlatıp, kazadan iki sene sonra yüksek lisansa ardından doktoraya başladım. Kazayla aslında kimliğimizi kaybetmiştik. Kaza sonrası maaşım vardı, iki asker, bir araba emrimde beni hastaneye, fizik tedaviye götürüyorlardı, eşim yanımdaydı, ama hâlâ mutlu değildim. Çünkü üretmekten, çalışmaktan uzak kalmıştım. Kendimi değersiz, işe yaramaz hissediyordum. Ancak “Poyrazının tipisinin, hikmeti var hepisinin, Mevlâm hayır kapısının kimini kapar, kimini açar” der tasavvufta büyükler. Bize Silâhlı Kuvvetler kapısı kapandı, yüksek lisans, doktora derken böyle bir kariyer kapısı açıldı. Doktora devam ederken Silâhlı Kuvvetlerden emekli oldum yüzbaşı rütbesiyle. Bugün işte profesör olarak görevime devam ediyorum Muğla’da. 2017 yılında da Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk tekerlekli sandalye kullanan dekanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından “Eğitim-Akademi alanında” “Engelleri Aşanlar” ödülünü aldım.

Yaşadıklarınızı konu alan bir kitap yazdınız. Hikâyenizden etkilenip, hayatını şekillendirenler oldu mu? Nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

2006 yılında yardımcı doçent oldum, derslere girmeye başladım. Derslerde ilk hafta Çanakkale’den, Kurtuluş Savaşı’ndan, Güneydoğu’da verdiğimiz şehitlerden bahsederek, “Neden şehit veriyoruz, şehit kimdir, gazi kimdir? Neden bizim için önemlidir, neden bu güzel ülke/vatan için çalışmalıyız?” gibi konuları onlara anlatmaya çalışıyordum. Ve son derslerimde de o dönemde 120 filmi vardı onu izlettiriyordum. Daha sonra şöyle düşündüm; “Neden ben kendi hayat hikâyemi çocuklara anlatmıyorum?” 2009-2010’dan sonra kendi hayat hikâyemi âcizane anlatmaya başladım ve çok etkilendiklerini gördüm. Hatta iki öğrenci – bir tanesi iktisat fakültesinden, diğeri de dekanlık yaptığım dönemde turizm fakültesinden- yanıma geldiler. İkisi de erkek öğrencilerdi. Şunu söylediler: “Ben bugün çok ciddî bir şekilde intihar etmeyi düşünüyordum.  Sizin dersinize gelirken bunu kafama koymuştum. Ama ben derdimin ne kadar önemsiz olduğunu, kafama ne kadar boş şeyleri taktığımı fark ettim ve bunu yapmaktan vazgeçtim.” “Ben iktisat, turizm okuyorum, ama neden buradayım, hayat amacım ne, neden okuyorum bu bölümü” diye düşünen onlarca, yüzlerce öğrenci de hayat hikâyemden etkilenip derslerine dört elle sarılarak kaymakam, müfettiş vb. oldular. Onların hayatının şekillenmesinde âcizane bir rol model olduğumuzu düşünüyorum. Öte yandan kitabımda da anlattığım, bir öğrencimle yaşadığımız bir hikâye var. O da şöyle; ben ilk derse girdiğim zaman tanımak amacıyla öğrencilere adlarını sorarım. Çocuklara sonraki haftalarda isimleriyle hitap ederim. Bu bahsettiğim öğrencim de 2007’de benden bahar dönemi dersi aldı. Ağustos ayında mezun olmuş, diplomasını almaya Ankara’dan gelmiş. Gelirken de Hacı Bayram’dan bana bir Kelime-i Tevhid tablosu ile ahşap tesbih getirmiş. Neden bunu yaptığını sorduğumda ise şu cevabı aldım: “Hocam ben 5 yıl bu üniversitede öğrencilik yaptım. Benim adımı bilen, bana adımla hitap eden sadece siz oldunuz. O yüzden bunu getirdim.” İnsanları kazanmak da kaybetmek de çok kolay. 

Motivasyon çok çabuk tüketilen ve sürekli bir ihtiyaç. Bunun etkisinin kalıcılığını sağlamak için ne yapılabilir?

Bizim toplumumuzda motivasyon çok önemli. Bize Harp Okulu’nda da “askeri ölüme götüren bir avuç alkıştır” derlerdi.  Mehter takımını düşünelim, askeri gaza getiren motivasyonu sağlıyordu. Biz biraz motivasyonla iş yapan bir milletiz. Motivasyonumuz düştüğü zaman bize iş yaptırabilmek çok zordur. “Sevgiyi aşkı bilmiyorsa bir gönül, neye yarar bir ömür.” İnsan sevdiği zaman, içinde bulunduğu koşulu, şartları, her türlü engeli kabullendiği zaman, kendisini ve etrafındakileri sevdiği zaman hiçbir işte motivasyonsuzluk göstereceğini düşünmüyorum. Motivasyon biraz insanın kendi iç dünyasıyla kendi değer yargılarıyla alâkalı. Biz insanız, sürekli motive bir şekilde çalışamayız. Elbette moralimizin bozuk olduğu dönemler olacak. Ama insan iç dünyasındaki o huzuru yakaladığında önündeki hedefi, hayat amacı neyse ona göre hareket edecektir. Birçok insan gerçeği kabul etmekte zorlanıyor, gerçeği örtüyor. Olumluyu görmektense olumsuza takılıyor. Toplum olarak da böyleyiz. Fakat severek ve kabullenerek motivasyonun sürdürülebilirliğini sağlayabiliriz diye düşünüyorum. 

Sizce ümitsizlik nasıl bir hastalıktır, tedavisi ne olmalıdır?

Kur’ân-ı Kerîm’de “Onlar korkarak ve ümit ederek Rablerine duâ ederler” âyeti (es-Secde, 32/16) vardır. Eğer biz Allah’ın rahmetinden, sevgisinden ümidi kesersek bu inanca aykırı olmuş olur.  Allah’ın rahmetinden hiçbir zaman ümit kesilmez. Ümitsizlik kesinlikle zihinsel bir durum. İnsan hiçbir zaman aşırı mükemmeliyetçi olmayacak ve her düştüğünde tekrar kalkmasını bilecek. Her şey zıddıyla kaimdir. Ümitsizliğin karşısında umut var, ümit var. Hiçbir zaman O’nun rahmetinden umudu kesmemek lâzım. Başımıza ne geliyorsa, ne yaşanıyorsa Allah istediği için, O izin verdiği için yaşanıyor. Böyle düşündüğümüz zaman ümitsizlik gibi bir kavrama yer vermememiz gerekiyor. Tabiî ki kuluz, âciziz, düşmelerimiz kalkmalarımız oluyor. Yine burada maneviyat işin içine giriyor. Kişi neye inanıyorsa, onunla o zihninde oluşturduğu ümitsizliği çözebilir. Çünkü her türlü sıkıntıyı, problemi meydana getiren insanın kendi beyni. Zihin bir şeyin başarılabileceğine, yapılabileceğine inandığı ölçüde o problem çözülüyor.

Günümüzde gençlerin büyük bir kısmı problemlerinden kaçmak için alkole yöneliyor, madde bağımlısı oluyor, hatta geri dönüşü olmayan yollara girerek intihar ediyorlar. Bu durumda olan gençlere “umut” olacak şey nedir. Bu gençler nasıl kazanılabilir? 

Gençlere ben derslerimde neden çalışmamız gerektiğini anlatmaya çalışıyorum. Ben kendimden örnek vereyim, ben çok zor günler geçirdim, ameliyatlar, kazalar. Severek, çalışarak, üreterek sıkıntılarımı yendim. Allah insanı dinamik yaratmış. Ne diyor İnşirah Sûresi’nde; “Bir işi bitirince diğerine koyul.” Boş gezeni ne Allah ne Resulullah sever. Dolayısıyla hareket etmekten, denemekten, hata yapmaktan vazgeçmemek gerekiyor. Gençler çalışmazsa, sorumluluklarını yerine getirmezse istediği hedefe ulaşma noktasında geri kalırlar. Bu da umutsuzluğa, karamsarlığa, kötü alışkanlıklara itecektir. Oysaki denemeli, gayret etmeli. İnsan keşke dememeli hayatta hiçbir zaman. Keşke demektense çalışıp gayret edip olmazsa da “Çok çalıştım, ama olmadı içim rahat” diyebilmeli. Böyle yapıldığında ümitsizlik de olmayacaktır. Şu da bir gerçek; Türkiye’de işe girmek her geçen gün zorlaşıyor. Gençlerimize de biraz hak vermiyor değilim. Şu anda bence Türkiye’nin en önemli problemlerinden birisi liyakat. Bu bağlamda, gençleri de dinlemek lâzım. Gençlerin sesine kulak vermek lâzım. OECD’nin PISA sonuçlarına bakıldığında Türk çocukları okuduğunu anlamada 72 ülke arasında 51.sırada yer alıyor. Adamlar yapay zekâ diyor, hayal ekonomisi diyor, Mars’a Tesla’yı gönderdik diyor. Biz neredeyiz? Belli noktalarda sıkıntılarımız var. Durum böyle olunca gençlere hak vermiyor değilim, ama hiçbir şey insanın kendi hayatını intihar ederek sonuçlandırması kadar kötü değil. Gençlerimizi –ülkemizin kırmızı çizgilerini aşmadıkları sürece- “sen ocusun bucusun” diye kutuplaştırmadan, ifade özgürlüklerine saygı duyarak kucaklamamız gerekiyor. Gençler de bunu gördüğü zaman hayata daha umutla bakar diye düşünüyorum.

Kitabınıza atıfla, “Sizce sizin yaşadıklarınız bir mutluluk hikâyesi mi, başarı hikâyesi mi?”

Başarı mutluluğun kaynağı değildir, mutluluk başarının kaynağıdır. Ben kaza öncesinde de Harp Okulu sonrası jandarma subay okulunda dönem birincisi olarak yaş kütüğüne yıldız çakmış bir insanım. Bazı insanlar benim sanki tekerlekli sandalyeyle hayatımı idame ettirmeye başladıktan sonra başarıyı yakaladığımı zannediyor. Ben Harp Okulu, Foça Komando Okulu, Güvercinlik Jandarma Subay Okulu, Ergani’de görev yaptığım süre zarfınca herkes benim çok başarılı bir subay olduğumu söylüyorlardı. 1994 yılında yaş kütüğüne yıldız çaktık, dönemin İçişleri Bakanı’ndan, Jandarma Komutanı’ndan hediyeler aldık. Tabiî kaza sonrası moralimizin çok bozuk olduğu, çok dibe gittiği zamanlarda eşimin varlığıyla, mutluluğu kendi aile ortamımda yakaladığım için o mutlulukla başladığım yüksek lisans süreci beni buraya kadar getirdi. Aslında benim hikâyem mutluluk hikâyesi.

Okunma Sayısı: 5317
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Menduh

    22.3.2020 05:26:02

    İş demekk ki bedenden ziyade beyinde ve kalpte bitiyor. Herkesin örnek alıp kendi hayatına bir dokunuş yapması lazım. Hele şu günlerde evi hapis değilde itikafa girmiş gibi değerlendirip dünya ve ahire ahvalimizi düzeltmeliyiz.

  • Müjdat Bayar

    17.3.2020 09:36:44

    Hayatı mana-yı harfi ile kavramayı başarmış bir muhteremin harikulade hikâyesini okudum.Zat-ı âlilerinin eşi de inşallah iki cihan saadetine nail olur.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı