İnsan olarak yaratılıp dünyaya gönderilmemiz, pek çok mesuliyetleri de beraberinde getirmiş.
Bu sorumlulukları hayatımızın merkezine yerleştirebilmek için hakikat ilmini okumak, dinlemek suretiyle tahsil etmeye beşikten mezara kadar muhtacız. Bizim alakadar olduğumuz pek çok daireler vardır ki bunların en başında ise iman ve ibadet dairesi olan kalb dairemiz gelmektedir. En dar ve en küçük olan bu dairemizde en büyük ve daimi vazifelerimiz bulunmaktadır. Bu vazifeyi yerine getirmek ise ruhlar âlemînde verdiğimiz sözün arkasında durmakla mümkün.
Cenab-ı Hak, ruhlarımızı yarattığında “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Â’raf Suresi-172) demişti. Ve tüm ruhlar da bu suale “Evet sen bizim Rabbimizsin” (Â’raf Suresi-172) diyerek, cevap verdiler. Bu cevapla, Cenab-ı Hakka karşı bir nevi söz vermiştik. Ruhlarımızın derinliklerinde derc edilmiş olan bir Rabbe inanmak ve sığınmak ihtiyacı da “Kalû Bela” dememizin bir tezahürüydü. Ruhumuzun ebede kadar Cenab-ı Hakka karşı daima “Rabbimiz sensin” demeye muhtaç şekilde yaratıldığı ve Allah’tan başka hiç bir şeyin bu ihtiyacın yerini dolduramayacağını bu kelam ortaya koyuyordu. Rabbimize muhtaç ve müştak olan ruhumuzun şiddetli ihtiyacındandır ki, hayatımızın her kesitinde bu hitabı hatırlatacak pek çok nimetler ve ihsanlar önümüze koyuldu.
Kur‘an-ı Kerim’de kelamî şekilde gelen ayetlerin, kâinat kitabında yazılan kevnî ayetlerde de karşılığı vardır. İhtiyaç duyduğumuz her şeyin yaratılıp istifademize sunulması, “Elestü Birabbikûm” hitabının kevnî cihetidir. Bu hakikati reddetmek ise nice nimetlerle perverde olduğumuza karşı gözümüzü yummak demektir. Gözümüzü güzelliklerle, kulağımızı seslerle, dilimizi ise leziz taamlarla tatmin ettiren ve aynı şekilde kalbimizi dahi hakikatlerle gıdalandırarak çok nimetlerini üzerimizde daima tevâli ettiren Rabbimiz, Kelam-ı Kutsisinin arkasında durarak, bizi, ruhlar aleminde iken ve ezel canibinden gelen “Elestü Birabbiküm” sualiyle muhatabiyet şerefine nail ettiği gibi, dünya hayatında da ruh ve beden bütünlüğü ile muhatap etmeye devam etmektedir. Hem berzahta, cennet ve cehennem olarak tecelli edecek âhiret aleminde dahi Rabbimiz olduğunu bize göstereceği bir gerçektir.
Bizler ise tüm nimetleri, gaflete düşmeden, sebebler perdesine tesir-i hakiki vermeden, ancak Rabbimizden bilmekle “Kalû
Bela” demiş oluruz. Tahkik- i Îmanı kazanmakla, ruhumuzun verdiği sözün arkasında durabiliriz.
Demek ki, Kur’an da bizimle alakalı haber verilen gaybî pek çok hadiselerin, hayatımızın her zaman ve her yerinde var olduğunu anlamalıyız. Bu sebele, “benim ruhuma böyle bir hitap olmadı” deme mazeretimiz kalmıyor.
Dünyaya ilk adım attığımızda kulağımıza okunan ilk ezan ve kâmet de, ruhumuzun verdiği bu sözü hatırlatmak içindi. Cenab-Hak, verdiğimiz sözü bize tekrar tekrar hatırlatacak peygamberleri gönderdi. Onların davasını, her asırda gönderilen mücedditler devam ettirdi. Verilen sözlerin unutulup, bir kenara atıldığı bu dehşetli ahirzaman içinde bulunan biz aciz kullarına merhamet eden Rabbimiz, merhametinden, kıyamete kadar nübüvvet davasını izah eden Risale-i Nur gibi eserleri ihsan etti.
Özetle, verdiğimiz “kalu bela” sözü bu kadar aşikar iken; ilahlığı tabiata ve esbaba taksim etmek, şükrü bırakıp şekvaya girmek, bizlere dünya ve ahirette helaket getirmez mi? İmanla hayatı hayatlandırıp, feraizle hayatı süslendirip ve günahlardan kaçarak da hayatımızı muhafaza edip ruhumuzun da ihtiyacı olan “Rabbi Vahide” teslimiyetiyle, firdevsî cennetin kapılarını daha bu dünyada aralamak büyük bir bahtiyarlık olmaz mı?