Bediüzzaman’ın geçen asrın başlarında beyan ettiği, birbirini tamamlayan üç veciz ve özlü ifadesi, günümüzde de geniş ve yaygın şekilde devam eden sıkıntıları aşmanın hâlâ geçerliliğini koruyan formülünü veriyor:
1. (Madem) meşrutiyette hâkimiyet millettedir;
2. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır.
3. Mevcudiyetinizi ittihadla gösteriniz.
Bu üç prensibi kısaca tek tek tahlil edersek:
İstibdadın alternatifi olarak gelen meşrutiyet, milleti ilgilendiren kararların tek bir kişi veya grup tarafından değil, milletçe verildiği; tepeden inme ve dayatmacı yöntemlerin geride kaldığı; hak ve hürriyetlerin kemaliyle yaşandığı veya yaşanması gereken, buna imkân veren bir sistem.
O zamanki adı meşrutiyetti, sonra cumhuriyet oldu, ardından demokrasi adını aldı. Artık meşrutiyetten bahseden yok. Cumhuriyet de ancak gerçek anlamda demokratik ise kabul görüyor.
Ve demokrasi de kendi içinde sürekli gelişiyor. Meselâ yakın zamana kadar temsilî demokrasiden söz edilirken, artık bunun yerini katılımcı demokrasi almış bulunuyor. Yani, millet kendisini ilgilendiren meselelerle ilgili kararları, seçip gönderdiği temsilcilerine havale etmenin ötesine geçerek, o kararların oluşum ve olgunlaşma sürecine de aktif bir katılımla iştirak ediyor.
Böylece, Said Nursî’nin “mevcudiyet-i milleti göstermek” diye ifade ettiği mana gerçekleşiyor.
Millet, “Ben varım ve beni ilgilendiren konularda böyle düşünüyorum, öyleyse kararlar benim bu fikrime uygun şekilde alınmalı ve uygulama da bu çerçevede biçimlenmeli” diyebilmeli ki, millet hâkimiyetinden söz edilebilsin.
Bu husus hem alınacak kararlar için geçerli, hem de bu kararların uygulanma süreci için. Alınacak kararlar milletin tasvibine mazhar olmalı ve tatbikat da yine milletin yakın takip, kontrol ve denetimi altında gerçekleşmeli. Milletin varlığı bu şekilde gösterilmiş olunur.
Bunu sağlamanın çok önemli bir şartı da aktardığımız üçüncü cümlede belirtiliyor: ittihad.