Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 



Kazım GÜLEÇYÜZ

Merkezin cumhurbaşkanı



Erdoğan’ın hayli zamandır özellikle ve öncelikle Çankaya seçimini kast ederek söylediği “final süreci”nin artık son etaplarındayız.

Kimileri Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olup olmayacağı sualine papatya falı açarak cevap ararken, bazıları da AKP liderini eğer böyle bir niyeti varsa adaylıktan vazgeçirmek için Ankara’da miting tertipleme hazırlığındalar.

Gerçi artık birçok konuda olduğu gibi bu hususta da büyük ölçüde çaptan düşmüş durumdalar. Büyük iddialarla tertipledikleri toplantılar çoğu zaman fiyaskoyla neticeleniyor. Açık hava mitingleri katılımın düşük olması sebebiyle çok sönük geçerken, emekli orgenerallerin “ulusal uyanış” konusunda hararetli konuşmalar yaptıkları salon toplantıları, gelen tek tük “dinleyiciler”i koltuklarında uyuklarken gösteren “Millî uyanızzz” başlıklı haberlere konu oluyor.

Dolayısıyla, AKP’nin o cenahlardan yana herhangi bir endişe duymasına mahal yok.

Ama kapalı kapılar ardında muhatap olması muhtemel mesajlar için birşey diyemiyoruz.

Bu hengâmede Erdoğan parti içinde de nabız yoklama çalışmalarını sürdürürken, “Aday olacak” ve “Olmayacak” gruplaşmasının parti yöneticileri arasında da oluştuğunu görüyoruz.

Nihaî kararın belli olması beklenen gün için ise geriye iki haftadan az bir zaman kaldı.

Tam da finale doğru yakın çevresine atfen çıkan bir haber, Erdoğan’ın niyetini şöyle açığa vuruyor:

AKP lideri cumhurbaşkanı olursa önce bir “normalleştirme projesi” uygulayacak; geçmiş dönemlerdeki gerilim noktalarını aşarak Türkiye’nin normalleşmesini sağlayacak; herkesi kucaklayan, bütün kurumların ahengini kollayan, “merkezin cumhurbaşkanı” olmayı hedefleyen bir çizgi ortaya koyacakmış... (Fatih Çekirge, Hürriyet, 29.3.07)

Bu sözler, Erdoğan’ın Başbakanlık koltuğunda oturduğu dört yıl zarfında ciddî bir erozyona uğrayan orijinal ve aslî kimliğinin, Çankaya’ya çıktığında tamamen ortadan kalkıp bam başka bir hüviyete dönüşeceğinin ifadesi değilse ne?

“Merkezin cumhurbaşkanı” olmak, “İnsanlar Çankaya’ya kendi fikirleriyle çıkarlar, ama orada Çankaya’nın fikirleriyle iş görürler” deyişindeki mesajı yine teyid anlamına mı geliyor?

Erdoğan bugün “herkesi kucaklayan” bir tavır içinde değil mi ki, Çankaya’ya çıktığında böyle yapacağından söz ediliyor? Bunun anlamı, olsa olsa, “laik ve Kemalist kesimlere de kucak açma” mesajı olabilir. “Bütün kurumların ahengini kollama” sözü de bunu tamamlıyor.

Bu söylemler, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma uğruna nasıl bir değişim ve dönüşümü göze aldığının da ibret yüklü işaretleri olarak görülmeli.

Yine Erdoğan’ın, merhum Kadir Has’a Allah’tan değil, “Tanrı”dan rahmet dilemesi, bu değişim ve dönüşüm niyetinin çok şaşırtıcı bir diğer işareti değilse, başka nasıl açıklanabilir?

Bu sözün, Erdoğan gibi imam hatipte eğitim görmüş ve şimdiye kadar Tanrı kelimesini kullandığına hiç şahit olmadığımız bir insandan sâdır olmasını, sıradan bir gaf veya sürç-i lisan olarak değerlendirip geçiştirmek mümkün mü?

Bunu da gördüğümüze göre, ardından “gönenç”li,“erek”li mesajlar gelirse şaşırmayalım!

Muhterem Mehmet Emin Birinci'ye Allah'tan rahmet niyaz ediyorum. Ayrı bir yazı bilâhare...

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Çamlıca'da bir gün



Büyük Çamlıca Kolejin konuğuyuz. Burada eğitim gören öğrencileri görünce gıpta ettik.

Biz böyle bir eğitim görmedik, almadık. Burada eğitim gören çocuklar acaba, böyle bir nimetin farkında mı, bilemiyoruz.

Okul Müdürü, Ümit Uncu ile konuşuyoruz. Kendisi çok değerli bir eğitimci. Bütün Türkiye’de tam 5 yıl süreyle Türkçe Ders Kitabı olarak okutulmasına karar verilen ilk Türkçe Kitabın hazırlanmasında yazar ve şair olarak görev almış. Hatta soru bankası, yaprak test ve kaynak kitap çalışmalarında editör olarak görev yapmış donanımlı biri.

Konuşmalarımız esnasında “eğitimci olmasına rağmen” çocukları televizyondan nasıl kurtaracağız, diye feryat ediyor.

Televizyon denince, elbette aklımıza çizgi film geliyor. Çok ciddi bir sıkıntı...

Hepimizin derdi. Çocukları bilinçsiz bir şekilde çizgi film alışkanlığı veriliyor.

Örnek vermek gerekiyorsa... Özellikle Aydın Doğan’ın sahip olduğu “D Çocuk”taki yayınlar... Uyarılarımıza rağmen paldır-küldür ve denetimsiz çizgi film alışkanlığı enjekte etmekte...

Sohbetimiz sırasında bir dostumuzun, çocukların çizgi film karakterlerini ciddiye aldıklarını, hatta “Casper”in hayatta olup yaşadığına inanan bir çocuğun olduğunu söyledi. Psikolog Arzu Sever, bu konuda biz ebeveynleri şöyle uyarıyor:

“Kuralcı olun, kuralınızı koyun. Eğer sınırınızı belirtmezseniz, sınırsız bir davranış içine girecektir.”

Diğer bir sıkıntı da, reklam...

Reklamlarda hem çocuklar kullanılıyor, hem de istismar ediliyor.

Malum; tüketimin ilk hedefi masum çocuklar. İkinci derecede kadınlar geliyor.

Reklâm konusunda da özdenetim mekanizmasını çalıştırmalıyız. Her tüketilen maddeyi almak gibi bir lüksümüz yok. Bunu çocuklara münasip bir dille anlatmalıyız.

KANAL 1’DEN TAVZİH

Kanal 1’den Gülhan Demir aradı. Dünkü yazımız üzerine bir açıklama yapma ihtiyacı hissetti.

Hürriyet Çocuk Kulübü’nün promosyon olarak verdiği Hugo Dergisi ile Kanal 1’de ekrana gelen “Tolga Abi ile Hügo” arasında hiçbir ilginin olmadığını söyledi.

Demir, “Hugo Dergisinin piyasada bulunan bahsini ettiğiniz promosyonu biz vermiyoruz. Yazınızda sanki bu anlam çıkıyor” dedi.

Bu yanlış anlamadan dolayı üzgünüm.

Malum, Hürriyet Çocuk Kulübü promosyon olarak okuyucularına Hugo isminde bir dergi vermiş ve adı geçen mevkute de Türkiye’nin bölünmüş haritasını, bir gaflet eseri olarak okuyucularına dağıtmıştı.

BİRİNCİ AĞABEY

Mehmet Emin Birinci ağabeyin vefat haberi hepimizi derinden sarstı.

Hemen zihnimde onunla ilgili hatıralar canlandı. İlk “Nurtaşı”na gelişimiz... Kandil geceleri... Ramazan’da teravih geceleri... Disiplinli, takva sahibi oluşu...

“Nurtaşı”nda kaldığımız dönemde, ne zaman beni “takke”siz görse, parmağıyla kafamı tıklatırdı.

Son söz:

İnnâ-lillâhi ve innâ ileyhi raciûn!

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dördüncü Babil



Babil Kulesinin çöküşüyle birlikte insanların birbirlerinin dilini anlamamaya başladığı ve dil farklılığın oradan doğduğu ileri sürülür. İkinci Babil hadisesi de özellikle de İslâm dünyası için milliyetçilik, ulus devlet ve dil ve kavram bağlamında Fransız Devrimidir. Ortak dili ve anlayışı yok etmiştir. Fransız devrimiyle birlikte hem kan, hem de dil milliyetçiliği başlamış ve dinî kavramların yerini seküler kavramlar alarak kavimler ve milletler arasında iletişimsizlik başgöstermiş veya artmıştır. Frenkmeşreplik modern cahiliyet şeklinde tezahür etmiştir. Aynı dili kullansalar bile kimse kimsenin dilini anlamamaya başlamış ve bunun sonucunda kör bir döğüş meydana gelmiştir. Fransız Devriminin getirdiği rüzgârın etkisiyle Birinci Dünya Savaşı’nda üç imparatorluk dağılmış, yerle bir olmuştur. Bunlardan birisi, Osmanlı İmparatorluğu, ikincisi Romanovlar Hanedanlığı veya Çarlık Rusyası ve üçüncüsü de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’dur. Bu itibarla, hem Türkiye Cumhuriyeti ve inkılapları, hem de Sovyetler Birliği Fransız devriminin bir uzantısı ve ikinci Babil kulesinin yıkılmasının sonuçları arasındadır.

Babil Kulesi’nin çökmesi aslında bir cihetle Seddi Zülkarneyn’in çökmesi anlamına gelmektedir. Üçüncü Babil Kulesi’nin çöküşü de Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması ve kavimlerin bu yıkıntı ve çöküntü altında kalmasıdır. Maalesef Churchill eliyle İngiliz İmparatorluğu Ortadoğu’da Osmanlı’ya karşı Fransız Devrimi projesini yani uluslaştırmayı uygulamıştır. Bunun sonucu olarak Ortadoğu ulus devletlere bölünmüştür. Halbuki Magmahon, Şerif Hüseyin’e böyle söz vermemişti. Karizmatik liderden çok krizmatik lider tipini andıran Bush ise İngilizlerden sonra ulus devletler meyanında oluşan Dördüncü Babil Kulesini yıkmakla meşgûldür. Bush da Churchill’in yerine oynayarak Kürtler üzerinden etnik politika, Şiiler veya Sünniler üzerinden de mezhep politikası gütmektedir. Dördüncü Babil’i yıkmanın araçları da bunlardır. Dördüncü Babil Kulesi’ni yıkmak için Bush’un elinde Churchill’den farklı olarak bir de mezhepcilik/taifiyye balyozu veya kazması vardır. Churchill Bush’un hilafına mezhepçilik fayı ile oynamamıştır. Ama Dördüncü Babil Kulesi emin olun (inşallah) yıkılmayacak yerine Osmanlı’nın veya müşterek devletin yeni bir biçimi olan yeni Seddi Zülkarneyn ikame edilecektir. Dördüncü Babil’i yıkma planı Irak’ta geri tepmiş ve geri tepecektir. BOP eteğini rüzgâra vermiştir.

***

Bediüzzaman farklı kavramların nasıl bir kavramlar Babili veya yıkıntısını meydana getirdiğini Mektubat adlı eserinde şöyle ifade eder: “Hem bizde, iptida-yı Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında ‘tebelbül-ü akvam’ tabir edilen teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi. Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ân’a dokunur. İslâmiyet ve Kur’ân’a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!

Dördüncü Mesele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dahilîsinden ileri geliyor. Teâvüne, tesanüde sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder, uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hâdim olmalı, kale olmalı, zırhı olmalı; yerine geçmemeli. Çünkü İslâmiyetin verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nevinden ahmakane bir cinayettir.

İşte, ey ehl-i Kur’ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur’ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’ân’a ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. Ta şimdi Avrupa’nın ve frenkmeşrep münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin (Allah, sevdiği ve Kendisini seven ve mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzet sahibi, Allah yolunda cihad eden bir topluluk getirecektir - Maide Suresi: 54) evvelindeki hitaba masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız” (Mektubat, s. 311).

***

Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi Fransız Devriminin kavramları bizi bozar. Babil’i yıkar. Ona karşı reçete yeni bir Sedd-i Zülkarneyn’i ikame etmektir. Mısırlı filozof Tevfik Tavil’in dediği gibi: “İngilizler gitti yerlerine yadigâr olarak kavramlarını bıraktı....”

İngilizler de bize karşı Fransız Devriminden aldıkları kavramları ödünç olarak kullandılar. Şimdi Kudüs’ü ya da Babil’i yeniden kurma vakti. Bunun için de Babilleştirme veya Babil’i yıkma çığırı ters yüz edilmelidir.

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Nemelâzım denilirse



Birgün Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda süt kardeşi olan büyük âlim Yahya Efendiye mektupla bir soru sormuş: “Osmanlının sonu ne zamandır?” diye. O da beyaz bir kâğıda, “Nemelâzım” yazıp göndermiş. Bundan birşey anlamayan padişah, geçiştirdiğini düşünerek ilk karşılaştıklarında, “Bir mektup yazmıştım. Niye cevap vermedin?” diye çıkışmış. O da, “Verdim ya sultanım!” deyince, “Ne cevabı?” demiş padişah. “Nemelâzım” deyip geçiştirmişsin. Açıklamak zorunda kalmış Yahya Efendi: “Ne zaman ki kötülükler yaygınlaşır, zulümler artar, ilgililer de ‘Nemelâzım’ derlerse işte Osmanlının sonu o zamandır” demiş.

Geçtiğimiz Perşembe günü, Dolmabahçe Sarayı Salonunda, okullarda ve gençlerde artan şiddet eğilimi ile okullarda meydana gelen olayların araştırılarak, alınması gereken önemlerin belirlenmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonunun raporu sunulduğunda söz hakkı alıp bir konuşma yaptım ve bu örnekle söze başladım.

Bilhassa hayatî bir öneme sahip olan okullarda ve gençlerde artan şiddet eğilimi görmezden gelinemez, umursamazlık yapılamaz, bugün bir başkasının bacasını tutuşturan yangından sıçrayan kıvılcımlar yarın bizim de evimizi yakardı. Öyleyse nemelâzım denilemezdi. Bu ülkenin insanları olarak bir bütündük, kardeştik, birimize dokunan zarar hepimize dokunmuş demekti. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılma yeteneği gösteren böyle bir âfet karşısında umursamaz olamazdık. Üniversite öğretim üyelerinden din adamlarına varıncaya kadar herkese görevler düşmekteydi. Haklarımızı düşündüğümüz kadar görevlerimizi de yerine getirmeliydik.

Konu hassastı. Gereği mutlaka yapılmalı, hem de eksiksiz olarak yapılmalıydı. Birşey vücut bulunca gerekleriyle vücut bulmaz mıydı? Bunlardan birinin eksikliği ise o şeyin yok olması için yeterliydi. Meselâ bir geminin vücut bulması için çok şey gerekliydi. Batması için ise tek bir sebep, meselâ geminin altında küçük bir deliğin açılması yeterliydi.

Gençleri şiddete iten sebeplerin ortadan kaldırılması, boşluğun mutlaka doldurulması gerekliydi. Aksi halde bir kısım noktalardaki eksiklikler bu onulmaz yaranın tedavisi yerine daha da artmasına sebep olurdu.

Eğitim, temel alınmalıydı. Bu hususta PKK’lı Nusret’in nasıl dağdan inip topluma kazandırıldığı örneğini anlattım. Nusret dağdan köye geldiğinde bir din adamının kardeşlikle ilgili sohbetini dinlemiş, sert kalbi yumuşamış, “Ben kardeşime nasıl silâh çekerim” deyip dağdan inmiş, hem de yirmi beş arkadaşının inmesine sebep olmuştu.

Şiddeti önlemeyi bir devlet politikası edinmeli ve bu hususta herkes üzerine düşenleri eksiksiz yapmalı.

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman gücü, ömrü uzatır!



İman gücüne, bir bütün olarak bakıldığında, aynı zamanda insan ömrünü uzattığını söylemek de mümkün. İlk bakışta belki abartılı gibi görünen bu tesbit, unutmayalım ki, dinî ilimlerin yanında, fennî ilimlerde ve tıpta uzman olanlar tarafından da yapılmıştır. Zaten, imanın tevekkül gibi kazanımları incelendiğinde bu apaçık görülür.

Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, uzun yaşamanın yirmi sırrını sıralıyor. İşte çarpıcı tesbitlerinden bazıları:

* Gülün. Gülmek bir taraftan stres hormonlarının düzeyini azaltıyor, diğer taraftan vücudun tabiî savunma mekanizmalarını ve bağışıklığı güçlendiriyor.1 (Peygamberin dilinde, mü’min yüzüne tebessüm etmek bile ibadet olduğu müjdesi verilir.)

* Fırsat bulursanız, öğle vakti yarım saati geçmeyen uyku da çok yararlı. (Güneş doğduktan sonra, öğleden 45 dakika sonraki süre içinde uyunan bir miktar uykuya, Sünnet literatüründe kaylûle denir. Tıpçıların da üstadı Hz. Peygamber (asm), bizzat bunu uygulayarak, “Gündüz orucu için sahur yemeğinden, gece ibadetine kalkmak için kaylûleden yararlanın” tavsiyesinde bulunur.2)

* Anne ve babanıza, akrabalarınıza yakın olun, onlarla sık sık görüşün.

* Hangi yaşta olursanız olun, yeni bir şey öğrenmeye bakın. (İlim, beşikten mezara kadar devam eder.)

* Araştırmalara göre, iyimser olanlar, yani hayata pembe gözlüklerle bakanlar, karamsarlara göre 12 yıl fazla yaşıyor, unutmayın. (“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni (iki dünya mutluluğunu) iktiza eder (gerektirir).”)

* Sigara ve alkol içmeyin, sigara içilen ortamlarda bulunmayın. (Alkol açıkça haram. Sigara da zarar verdiğinden dolaylı olarak haram)

* Düzenli olarak ibadet edenler, daha uzun yaşıyorlar. Duâ etmek, stresi ve sıkıntıları azaltarak kalp hastalıkları ve kansere karşı koruyuculuk sağlıyor.3

Prof. Küçükusta’nın saydığı 20 maddenin geri kalanları da dolaylı olarak iman, tevekkül ve ibadetle ilgili.

Buradan çıkan sonuç şudur: Kur’ân ve Sünnet’in getirmiş olduğu hakikatler, ahlâk ve edep kuralları, manevî ilimler, fen (tıp, anatomi), sosyal (psikoloji-psikiyatri vs.) bilimlerle harmanlanıp yeniden yorumlanması ve güncelleştirilmesi gerekir. Bundan dolayıdır ki, 20. asrın başlarında Bediüzzaman, Kur’ân’ı, bir heyetin (bütün dinî ve fennî ilimlerinde uzman ekibin) tefsir etmesi gerektiğine dikkat çekmişti.

Dipnotlar: 1- Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, Star gazetesi/30.03.2007.; 2- İbni Mâce, Sıyâm, 22; Feyzü’l-Kadîr, 4; vd.; 3- Prof. Küçükusta.

04.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Medyanın büyük taşları



T ürk medyasının büyük taşları yerinden oynamaya başladı. Sabah gazetesi, atv ile bunların bağlı bulunduğu toplam 63 kuruluş el değiştirdi.

Devlet işin içine girdi. Hükümet de bu işin tamamen dışında değil. Kuvvetle muhtemeldir ki, bu karmaşık zincirin bazı halkaları ta Amerika'ya kadar uzanıyordur.

* * *

Türk medyasının siyasetle olduğu kadar, ticaretle de bağlantısı vardır.

Medya kuruluşları, devletin şartlı (!) kredilerine, faizli finansmanına muhtaç olmadan, hükümetle yahut siyasî partilerle angajmanlara girmeden ve bir takım karanlık işlere bulaşmadan, kendi yağıyla kavrularak da olsa yayın hayatına uzun müddet devam edebilir.

Aksi halde, ya batıp gitmek, ya yayın çizgisinden sapmak, ya da el değiştirmek gibi şiddetli sarsıntılara maruz kalır.

* * *

Zamanlama itibariyle bakıldığında, medya dünyasındaki yeni dalgalanmanın, iki hafta sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle, hemen arkasından sath–ı mailine girilecek olan genel seçimlerle de doğrudan veya dolaylı şekilde bir bağlantısı olduğu kanaatini uyandırmış oluyor.

Medyadaki dengelerin, siyasetin dengesiyle ve gidişatıyla son derece ilgili ve bağlantılı olduğu zaten bilinen bir husus.

Öyle ki, geçmişte hükümet kurması beklenen bazı parti başkanları, kabineyi kurmadan evvel gidip medya patronlarıyla görüşme ihtiyacını dahi duymuşlardır.

Bu açıdan bakıldığında, medyadaki dalgalanmanın siyasî gelişmelerle doğrudan, ötesindeki bazı sosyal gelişmelerle de dolaylı bağlantısı olduğu ihtimali kuvvet kazanıyor.

Bu arada, mevcut dalgalanmaların yan etkilerinin olacağı ve genel seçimlere doğru yeni bazı taşların da yerinden oynayacağı ihtimalini nazardan uzak tutmamak gerekir.

GÜNÜN TARİHİ 4 Nisan 1953

Çanakkale'de Dumlupınar Fâciası

Çanakkale Boğazı Nara Burnu açıklarında büyük bir deniz fâciası yaşandı.

Ege Denizindeki NATO tatbikatından dönen Dumlupınar isimli denizaltı, İsveç bandıralı büyük bir yük şilebiyle çarpışarak hızla boğazın derin sularına gömüldü.

Denizin derinlik mesafesi 86 metreydi. Ne gariptir ki, Dumlupınar'ın mürettebatı da tam tamına 86 kişiydi. Bunların 10'u subay, 37'si astsubay ve 39'u erdi.

Çarpışma anında güvertede bulunan 5 kişi denize atlamış ve kurtarılmıştı. Geriye kalan 81 kişi ise, ancak iki gün hayatta kalabilmiş, içerdeki oksijenin bitmesiyle birlikte şehit olmuştu.

Sayılı saatler

Dumlupınar'ın batmasından hemen sonra kurtarılma çalışmalarına başlandı.

Ancak, havanın fırtınalı olması ve boğazdaki akıntının giderek şiddetlenmesi sebebiyle gemiye bir türlü ulaşılamadı.

Kurtarma çalışmalarına iki gün müddetle aralıksız devam edildi. Ardından ümitler kesildi ve çalışmalara ara verildi.

Denizin altında neler olup bittiği bilinmez iken, dışarıda ise endişeli bir bekleyiş devam ediyordu.

Manzara çok hazindi. Denizcilerin yakınları, her an için gelecek bir müjdeli haberin hayali ile bekliyorlardı. Ne var ki, artık son ümitler de kesilmiş durumdaydı.

Daha sonraları bulunan ve kaydı çözülen geminin karakutusundaki konuşmalardan da anlaşılıyor ki, kurtarılmayı bekleyen denizciler, hayatta kalmak için her türlü tedbiri almışlar.

Ancak, yara alan gemide çıkan yangın, geminin su almaya başlaması ve giderek ağırlaşan havasızlık sebebiyle, koca gemi 86 denizciye mezar oldu.

Kara kutunun kayıtlarındaki son seslerin, yürek parçalayan iniltiler ve Allah Allah nidâları olduğu tesbit edildi.

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Sizin gezegende kar var mı kar?



Bahar ayının ikinci ayına, kışı doğru dürüst yaşayamadan girdik. Tabiî bu cümleyi ülkemin batı tarafında yaşayan biri olarak kolay söylüyorum. Bunun yanında biliyorum ki kış doğuda kendini iyi hissettirdi. Zira kışın en çetin günlerini Diyarbakır’da geçiren teyzem, İstanbul’a (evine) döndüğünde soğuk lâfına gülüyordu. Oralarda o kadar keskin bir soğuk varmış ki... Kat kat giyindiği halde ısınamadığını belirttiğinde, sanki başka bir kıt'adan gelmiş gibi şaşırmıştım. Buralar cennet olduğunu belirtmesi hoşuma gitmişti. Ama bu kadar dayanıksız olmamız biraz tedirginleştirdi. Zira kış yaşamamış bir şehirde az bir rüzgârla “Üşüdüm” demek ayıp oluyordu. Ancak alışmamak da kötü bir yaşanmamışlıktı.

Oysa İstanbul’un havasını pek beğenmeyen teyzemin bu sözleri üzerine “Sen arada Diyarbakır’a git de, şu güzelim İstanbul’u sev artık” deyişime kızsa da başka şehrin mevsimi, özlemem dediğimiz neleri özletmiyor ki... Mevsimler zorla sevdirtiyor yaşadığımız yeri.

Bence elimizde olan birçok şey gibi mevsimlerden de memnuniyet göstermeyince mevsimler küstü bize. Kış yalvartır oldu bizleri. Gözümüz bulutların üzerinde ha yağdı, ha yağacak. Kulağımız hava durumunda “Marmara bölgesi bu hafta hep yağmurlu geçecek.”Ama nafile, yine boş döndük geçen haftadan. Geçenlerde “Her şehre yağmur yağdı, bizim şehre yağmur yağmadı” diye dertlendik dostlarla. “Hayırdır” dedik, “Duâlar mı az geldi?” Yağmur duâsına çıksak mı ki diye gülüştük acı acı. Yağmuru çok özler olduk bu günlerde.

Elimizde olanların kıymetini bilmeye bilmeye tek tek gider oldular. Kar görmedik bu yıl. Hani şöyle bembeyaz olamadık, sıyrılmadık bütün ağırlığımızdan. Şehir beyaz nurdan elbisesini giymeyince bu yıl nursuz kaldık. Özlerim diye hayalini bile kurmamıştım kar’ın. Geçen yıl “Yine yağar” diye pek yürümemiştim üzerinde şöyle bata çıka. Bir ara yağar gibi oldu, pencerelere üşüşünce çekinmiş olsa gerek. Geldiği yere döndü, utandı şaşkınlığımızdan. Ama bu yıl buram buram kar özledi gözlerim. Şöyle salına salına inmesini gökten, değdiği her yerin temizlenip bembeyaz olmasını, en güzeli penceremin kenarından hasbihal etmeyi kendisiyle. Hatta “Kar geldi. Duyurulur” türünden şöyle keyifli bir yazı yazmayı bile özledim bu günlerde.

Benim durumum çok ama çok farklı oldu bu kış. Dostlarım bilir ki ben yaz mevsimini çok seven ve Eylül’e âşık biriyim. Eylül’den sonra yüzüm asılır. Ekim’le hiç barışık olmamışımdır. Diyorum ya her şey aklıma gelirdi de karı özleyeceğim gelmezdi. Onu geçtim yağmuru bile bu kadar heyecanla bekleyeceğim… Bu kış anladım ki her mevsim kendine yakışanı yaşatmalıymış bizlere. Ve “kışı özlemek” ilginç bir anekdot oldu anılar defterimde.

Hava yarı güneşli, yarı soğuk, ne bahar, ne kış. Mevsimler de şaşmış bu duruma. Mevlit kandilinin ertesi günü şakır şakır yağmur yağdı bu şehre. Karamürsel’deki anma programına katılmak için düşünce yollara, yağmurda yolculuk yapmayı özlediğimizi fark ettim. Başka zaman olsa kızardık belki içten içe, sitem ederdik ama. “Elhamdülillah” sözcükleri vardı dilimizde. Yağmur yağıyor bu ne güzel bir mutluluktu. Duâlar ulaşmıştı Rabbimize.. Üzerimize katre katre merhamet yağıyordu sema sinesinden.

Şimdi anlıyorum ki şu alışkanlık perdesi yırtılıp, kalkmalıymış gözümüzden. Meğer ne kadar alışmışız, alışmamamız gereken şeylere. Ve ne kadar çabuk eskitmişiz her yıl yenilenen mevsimleri. Bir önceki ayın misli değil, aynı görüp hiç gayrı görmemişiz. Sanki her sabah güneş doğmak zorundaymış gibi, yağmak zorunda görüyorduk yağmuru ve kar’ı. “Eee kış geldi başka ne olabilirdi ki” diyorduk. Bu yıl anladık ki Rabbim istemezse hiçbir mevsim gösteremez kendini bizlere. Gelin libasıyla süslenemez ağaçlar. Ve ıslanmaz dallar, ağlamaz bulutlar.

Bu yıl ilk defa bir mevsimi özlemeyi hatırlattım kendime. Bu düşüncelerim biraz bölgesel olsa da. Yağmura doymuşlara bir şükür olsun istedim. Bu satırlar kara ve yağmura doymuşlara garip bir mutluluk olsun. Zira şöyle gönlümce üşüyemedim. Atkıma sarılıp, eldivenlerimle yoldaş olamadık şöyle iç içe. Çok uzakta yaşayan arkadaşlarıma sorar oldum son aylarda: “Sizin şehrinizde kar var mı kar?”

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Büyük günah işleyen kâfir olur mu?



İbrahim Demir:

*“Büyük günah işleyen kâfir olur mu? Günahkâr birisine karşı nasıl davranmalıyız?”

İsim vermeyen okuyucumuz:

*“Büyük günah işleyenin nikâhı gider mi?”

Günahlar kalbimizin, ruhumuzun ve içimizin dışa vurmayan yaralarıdır. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalp ve ruhumuza yaralar açar.”1

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın yaralarından çıkan kurtlar nasıl onun kalbine ve diline ilişmişlerse; bizim işlediğimiz günahlardan gelen yaralar ve bu yaralardan meydana gelen vesveseler, şüpheler ve tereddütler de, imanın mahalli olan kalbimizin içine ilişip imanımızı zedelemekte ve imanın tercümanı olan dilimizin yüksek zevkine ilişip, Allah’ı zikretmeye ve tefekkür etmeye karşı soğukluk vermektedir.

Saîd Nursî Hazretlerine göre, ısrarla işlenmeye devam edilen günah, kalbe işleyip siyahlandıra siyahlandıra, iman nurunu çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. Her günah, istiğfar ile tövbe ile Allah’a sığınmakla derhal imha edilmediği takdirde, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırmaya başlamaktadır.

Söz gelişi, utandıracak bir günahı başkasının bilmesinden çekindiği için gizli işleyen bir adam, meleklerin ve ruhların varlıklarını ve kendisini görmekte olduklarını kabul etmek istemeyecektir. Onların varlıklarını inkâr etmeye karşı içinde bir arzu uyanacaktır. Böyle bir arenada iken, meleklerin varlıklarıyla ilgili küçük bir emare ve şüphe bulsa, büyük bir delil gibi sarılacak ve inkâr noktasına geliverecektir.

Yine meselâ, Cehennem azabını netice veren bir günahı işleyen bir adam, Cehennem azabı ile korkutuldukça, önüne iki yol açılacaktır: Ya istiğfar ile Cehenneme karşı korunacak, ya da Cehennemin varlığını inkâr edecektir. Eğer nefsi fazla ağır basar ve istiğfar etmez ise, bütün ruhuyla Cehennemin olmamasını arzu etmeye başlayacaktır. İşte bu kendisini–Allah muhafaza—inkâr noktasına kadar götürecektir. Bu durumda elinden tutulmadığı ve Allah’ın rahmeti hatırlatılmadığı takdirde, küçük bir şüpheyi büyük bir burhan sayıp, Cehennemin inkârına yeltenecektir.2

Büyük günah işleyen kâfir olmaz.3 Büyük günah işlemek imansızlıktan gelmediğinden ve dinden çıkarmadığından, büyük günah işleyenin nikâhı da gitmez. Ancak her günah içinde küfre götüren bir yol olduğunu nazara aldığımızda, büyük günahlarla küfür arasında çok ince bir zar bulunduğunu var saymalıyız. Ve eğer bir büyük günah işlemişsek, hiç vakit kaybetmeden pişmanlık duymalı ve Allah’a sığınmalıyız, istiğfar etmeli ve affımızı talep etmeliyiz. Allah kendisine sığınıldığında bütün günahları bağışlayandır.

Bir arkadaşımızın veya komşumuzun bir büyük günah işlediğini öğrendiğimizde asla onu dışlamamalı, kınamamalı, itmemeliyiz. Ona tevbe yolunu hatırlatmak ve bunda etkili olmak istiyorsak, mutlak sûrette “kavl-i leyyin”den ayrılmamalıyız. Nasıl ki, ölmek üzere olan birisinin yanında “lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi hatırlatılır; fakat reddedebileceği nazar-ı itibara alınarak, “Bunu söyle!” denilmezse; büyük günah işlediğini gördüğümüz ve tevbe yapmasını arzu ettiğimiz bir dostumuza kırıp dökerek, rencide ederek, küçümseyerek ve kınayarak bu günahtan vazgeçmesini ve tevbe etmesini söylememiz doğru olmaz. Çünkü dostumuz tövbe etmeye muvaffak olmadığı takdirde, işlemeye devam ettiği günahı haram kılan dînimize karşı soğukluk veya inkâr hissine kapılabilir; bu da—maazallah—onu küfre yaklaştırabilir.

Eğer günah işleyen birisine tövbe noktasında bir iyilik yapmak istiyor isek; muhakkak şefkatle yaklaşmalı, tatlı dil ve tevazu ile iletişim kurmalı, alçakgönüllülükle kalbine girmeliyiz. Kınayıcı bir üslûp kullanmaktan kaçınmalıyız. Unutmamalıyız ki, atalarımızın, “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” sözünü uygulayabileceğimiz en hayırlı alan, hiç şüphesiz “tebliğ” alanıdır.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 14 2- Lem’alar, s. 15 3- Lem’alar, s. 80

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

E-devlet manzaraları!



Son yıllarda pek çok işimizi, elektronik imkânları kullanarak yaptığımız doğru. Devlet işleriyle ilgili işlemlerin de yine pek çoğunu “e-devlet” projesi kapsamında yapabiliyoruz. Pek çok bilgi ‘tek tık’ uzaklıkta. Bu sistemi yaygınlaştırmak için başlatılan “e-devlet” projesi de adım adım ilerliyor, yaygınlaşıyor.

Ancak bütün bu ‘iyi’ gelişmelerin yanı sıra, pek çok ‘eski alışkanlık’lar da devam ettiriliyor. Bunun adına ‘bürokrasinin direnişi’ mi demek lâzım, yahut başka bir isimle mi anmak lâzım şüpheliyiz.

“E-devlet”de bunca yol alınmasına rağmen; birisine çektiğiniz meşakkati anlatmak için “Bügün devlet dairesine işim düştü” demeniz yeterli oluyor. Neler yaşadığınızı anlatmanız bile gerekmez, çünkü muhatabınız da mutlaka sizin gibi ‘damdan düşmüş’tür, halinizi çok iyi bir şekilde anlayabilir.

Bir iki günümüzü devlet dairesindeki basit işleri halletmek için harcayınca sizlerle paylaşmak istedim. ‘Basit’ten de basit bir iş için ‘bürokrasi’ ile bir defa daha yüzleştik. OKS imtihanına girecek oğlumuz için bazı işlemlerin yapılması gerekiyordu. Belirlenen banka şubesine sınav ücreti yatırılacak, okula müracaat edilecek ve işlem tamamlanacak. Bu kadar kolay olan iş, dallanıp budaklandı ve bir iki günde bile bu basit işlemi halledemedik. Tamam bu bizim ‘iş bilmez’liğimizden kaynaklanıyor olabilir. Peki, Türkiye’nin yüzde kaçı ‘işbilir’ ki?

İşlem yapabilmek için nüfus cüzdanında TC vatandaşlık numarası olması gerekiyormuş. “Ondan kolay ne var, gidersin nüfus müdürlüğüne yazdırırsın” diyenler yanılıyor. Çünkü önce mahalle muhtarına gitmeniz gerekiyor. “Niçin?”in makul bir cevabı yok. Muhtarlık, ‘nüfus cüzdanı istek formu’ veriyor ve bir imza karşılığı belli bir ücret alıyor. Ancak ondan sonra nüfus müdürlüğüne gidebiliyorsunuz.

TC kimlik numarasını tesbit edip veren makam “Nüfus Müdürlüğü” ise, niçin muhtarlığa gidiyoruz. Üstelik, elimizde nüfus müdürlüğünün verdiği nüfus cüzdanı var. İstediğimiz sadece TC numarasının yazılması. Nüfus Memurluğu, kendi verdiği TC numarası olmayan cüzdana ve vatandaşa ‘güvenmiyor’ da muhtarlığa mı güveniyor? Bu tavrın makul bir izahı mümkün mü?

Peki, istenen belgeleri hazırladınız ve nüfus müdürlüğüne gittiniz. İşiniz tamam mı oluyor? Bölgesine göre değişmekle birlikte İstanbul gibi büyük şehirler başta olmak üzere pek çok yerde bu ‘basit’ işinizi de bir günde yapmanız kolay değil.

Maksadımız ‘özveri’ ile çalışan memurları şikâyet etmek değil. İstanbul’un bir ilçesinin nüfus müdürlüğüne gittim. Nüfus müdürlüğü geçici bir daireye taşınmış. Girmek çıkmak bir dert. Aşırı kalabalık. Derdinizi anlatmak için saatlerce beklemeniz gerekiyor. Pek çok kişi gibi ben de “Yarın sabah erken gel, şu anda sistemde arıza var” cevabını alıp geri döndüm. Yanımdaki arkadaş nüfus müdürüne, “Bugün burası çok kalabalık, neden?” diye sordu. Cevaben, “Her gün böyle. Bütün kurumlar her iş için ‘Nüfusa git, şu belgeyi getir’ diye bize yolluyor” (başından savıyor anlamında) diye dert yandı. Onu dinleyince ona da hak verdik. Hem fizikî mekân müsait değil, hem de bu kadar kalabalığa hizmet vermek neredeyse imkânsız. O anda yanımızda bulunan ‘iktidar partisi mensubu’ bir arkadaşa, “Siz asıl bu işlerle uğraşın, bakın vatandaşın hali içler acısı” diye “iğne” yaptım. “Haklısın” dedi ve “İşimiz düşmediği için milletin neler çektiğini biz de bilmiyoruz, görmüyoruz” diye cevap verdi. Bir ilçe yönetimindeki kişinin haberi olmasa, hükümetin haberi olabilir mi?

Bu iş burada bitmedi. İşin bir de ‘banka’ cephesi var. Sadece şunu söyleyeyim: Bazı banka şubeleri, “OKS ücretlerini alamıyoruz, sistem kapalı” diye bizi geri çevirdi. Şüphelendim. Başka bir bankanın şubesine gittim. Orada da, “Saat 16.30’da sistemleri kapandı” cevabını aldım. Demek ki, bazı şubeler vatandaşı oyalıyor, atlatıyor. İşin ehli tahkik edebilir: Pazartesi günü öğleden sonra OKS ücretleri bankalarca tahsil edilemiyor muydu? Bankadan bankaya OKS sistemi değişir mi? Vatandaş niçin oyalanıyor?

Vatandaşın işi “e-devlet”le halledilsin, “eee, devlet işi” dedirtilmesin.

04.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Baron racon kesti



Medyada bugün yaşananları daha iyi anlayabilmek için, geçmişe bakmak gerekiyor.

Ertuğrul Özkök,“Hürriyet sadece okurlarının değil, başka gazetelerin yöneticileri ve yazarlarının da gündemini belirliyor” dediğine göre gelişmelere o cepheden bakmak yararlı.

Ne de olsa Hürriyet, “medyanın amiral gemisi.”

Bu geminin Genel Yayın Yönetmenliği koltuğunda da Ertuğrul Özkök oturduğu için kaptanın seyir defteri bize ışık tutabilir.

Özkök, 13 Aralık 2006 tarihli yazısında bu görevde 16. yılını doldurduğunu duyurmuştu. Pek tabiî ki yazısının da bu 16 yılın bir muhasebesine ayrıldığını düşünebilirsiniz. Özkök ise daha çok Hürriyet’in ne demek olduğunu anlatmayı ihtiyar etmişti. “16 yıl boyunca medyanın kurallarını hep biz koyduk” şeklindeki bir bakış açısıyla.

Bu zaman zarfında ayaklarına dolaşanların da kendilerini taklit edenlerin de eksik olmadığını belirtmişti.

Hem de, “Eh, bu 16 yıl boyunca hiç olmazsa maymunluğu öğrendiler diye düşündük” tartıyla.

Ne yalan söyleyeyim, “Şişin de patlayın” diye düşünmüştüm ilk okuduğumda.

Petrol Ofisine 1.6 milyar YTL’lik cezanın kesildiği günlerde olduğu için bu yazının büyüklük taslamadan ziyade birilerine, Hürriyet’in büyüklüğünü hatırlatma amacını taşıdığını fark etmiştim.

O birileri Sabah gazetesi ve Turgay Ciner ile Fatih Altaylı’ydı elbette ki.

Anlamadılar. 2007 yılı oldu Ertuğrul Özkök de Genel Yayın Yönetmenliği koltuğunda 17. yılına girdi. “Sözümü dinlesinler” diye sakal bırakmadı, ama 17 yılın altını çizerek yeni bir işaret fişeği daha çaktı. Hem de hasta yatağında. Ancak yazının dozu hiç de bir hastanın halet-i ruhiyesini andırmıyordu.

“Mahallenin yeni kabadayısı” başlığını taşıyan yazının hedefi doğrudan Sabah ve ATV’nin yeni patronu Turgay Ciner’di. Recep Tayyip Erdoğan’ın, Erkan Mumcu kürsüye çıkınca salondan ayrılıp, o inince gelerek, muhatap almadığını göstermesi gibi, Özkök de Altaylı’yı muhatap almıyor, doğrudan patronuna saldırıyordu.

Özkök manidar bir şekilde Uzan grubundan bir anekdot aktararak giriyordu konuya. “Sonunda derslerini aldılar ve sadece medya gruplarını değil, bütün şirketlerini kaybettiler” hatırlatmasında bulunarak.

Özkök’ün bu yönünü seviyorum. Lafı karnında fazla tutmuyor. Doğrudan muhatabına getiriyor: “Ne yazık ki son günlerde yeni türemiş bir medya patronu, bu yöntemleri bir kere daha tedavüle soktu” sözlerinin muhatabı Turgay Ciner.

Sonra eşkâl tarifi veriyor, bir robot resmi çiziyordu:

“Hürriyet arşivlerindeki elleri kelepçeli fotoğraflarına gidince ilginç bir mazi önümüze çıkıyor. 22 yaşında malî polisle tanışmış. 40 yaşında, 48 yaşında yine malî polis. Daha 50’sine gelmeden malî polis ikinci adresi olmuş. Gözaltılar birbirini kovalamış. Hangi iddiayla mı? Kaçakçılığın aklınıza gelecek her türlüsüyle…”

Özkök o günkü uyarısını,“Mahallenin bu yeni kabadayısı, şimdi mazisini kilim altına süpürüp hepimize namus dersleri vermeye kalkıyor. Bak şu konuşana ve konuşturduğuna” diye bitirmişti.

Bu yazının karşılığı, “hodri meydan” olarak gelince Özkök tekrar kaleme kâğıda sarıldı.

“Bak şu hodri meydan diyene. Utanması arlanması olan biri, ‘hodri meydan’ demeden önce durup kendi mazisine bakmalı” diye bir yazı kaleme aldı. Tabiî ki burada kastedilen “Döndüm baktım maziye” şeklindeki hicazkâr şarkı değildi.

Maziye bakması gereken Ciner, “utanması arlanması olmayan” ise çok değil bir yıl önce Özkök’ün silâhşor kalemi olan Fatih Altaylı’ydı.

“Geçmişte Uzanlar’ı, onun gibileri nasıl denetlediysek, bugün de, yarın da başkalarını ve en başta onları denetleyeceğiz” dedi.

Kavga konusu yine POAŞ’a kesilen cezaydı.

Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni altın vuruşunu 25 Mart tarihli yazısında yaptı.

“Bir medya sahibi, gazetelerinin manşetlerini makineli tüfek haline getirmişse, başı kesilmiş tavuk gibi amok koşusuna çıkmışsa... Bilin ki, saklamaya çalıştığı büyük pislikleri, örtmeye çalıştığı büyük korkuları vardır” diyordu.

Sadece bunları demiyordu Özkök....

“Bir medya patronu, daha dün geldiği mahallede, ikinci gün Keşanlı Ali edasıyla dolaşmaya, ona buna omuz atmaya başlamışsa... Bilin ki yolun sonu yaklaşıyor demektir.”

Mahallenin delikanlısı raconu işte böyle hatırlatıyordu. Mahallenin yeni kabadayısına ya da Keşanlı Ali’ye. Ama en çok da Özkök’ün sevdiği deyimle amok koşusuna çıkmış başı kesik tavuğa...

Madem racon konuşuyor. Madem medya patronu değil, mahalle kabadayısına uyarılar sıralanıyor. O zaman bu mahalleye de medya mahallesi demeye dilim varmıyor.

Literatüre uygun düşsün bari.

Durum şu: Kurtlar Vadisi’nde baron bir racon kesti, destursuz bağa giren Ciner’in kellesi uçtu…

04.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004