Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Beyaza dair karalamalar



Beyaz aydınlıktır, yolunu gösterir. Işıktan almıştır ilhamını. Renkler karanlıkta beyaza yakın olduğu ölçüde yol göstericidir.

Umuttur gökyüzünde bulut şeklinde. Umudu yasla birlikte düşünemeyiz, hele cenazelerle hiç.

Kir tutar, açık sözlü ve açık kalplidir.

Tövbekâr bir başlangıçtır.

Modası geçmez, zamanlar üstüdür.

Evrenseldir, kimse onu reddetmez. Her memleketin her şehrin rengidir.

Işığın hepsini yansıtır, üstünde tutmaz, cömerttir.

Gücünü güneşten alır, ama güneşten hiçbir şeyi bünyesinde tutmamakla var olmuştur. Varlığı kanaatkârlığındandır. Işık huzmelerini kendinde topladıkça önce grileşir, sonra siyahlaşır.

Üzerindeki her şeyin görüntüsünü—kendinden başka—netleştirir, ancak başkasının üzerindeyken fark edilir.

Sadeliktir. Karmaşada, gösterişte yer verilse de dikkat çekmez. Sade ve güzel ne varsa beyaz oradadır ve herkes tarafından açıkça görülür.

Her renk beyaza yakın olduğu oranda siliktir. Beyazsa bembeyaz olduğu oranda ayan beyandır.

Beyaz uzun süre beyaz kalamaz. Yapısı kiri saklayamayacak kadar dürüsttür. Milyon katı siyahın üzerinde olsa, kimsenin fark edemeyeceği lekeleri gösterir, asaletin sembollüğünü siyaha kaptırmak pahasına kirlilik damgasını yer. Temizliği ve sağlığı simgelemek ona yeter de artar bile.

Soğuktur beyaz. Kaynağı güneştir, gerçekleri apaçık gösterir, ama güneşin bütün ışınlarını dağıttığı için üstünde aydınlıktan başka bir şey bırakmaz. Sıcaklığı başka renkler alır, ona bu ışık yeter.

Masumiyetinden eminizdir beyazın. Çünkü en ufak leke olsa, göstermekten çekinmeyeceğini biliriz. Madem o beyazdır, madem üzerinde en küçük bir kir görünmüyor o halde kesinlikle masumdur diyebiliriz.

Beyaz gençtir, yaşlılara saç tellerinden başka yakıştıramayız. Ama öldükleri zaman onları beyaz kefene sarmakta da hiçbir tezat göremeyiz.

Beyazdan hep çekiniriz. Bizim ve dünyanın kirini göstererek müfettişlik yapacak ve çekinmeden tüm sırlarımızı ifşa edecektir. Bu yüzdendir onu içimize rahatlıkla giyeriz de en dışımızda hep başka renk giysiler vardır. Mahremiyetimiz beyaza emanettir. Ağzı sıkı olan siyah bu anlamda en güvenilir renk olduğu için ‘düşmanın önce bakacağı yer’ olan ayaklarımızı ona bırakırız. Bu konuda o kadar hassasızdır ki, beyazın ayakta bulunmasını ‘magandalık’la eş tutarız.

Beyaza karşı haksız bir tavır sergileriz. Bütün bu renkliliklerine rağmen, onu renkten saymayız. Siyah gibi tam zıttı bir renkle beraber anarak ve renkliliğe alternatif göstererek belki de cezalandırırız.

Ona karşı iki yüzlüyüzdür. Hem dürüstlüğünden kaçarız, hem sağlık ve temizlikte her şeyimizi ona emanet ederiz.

Hep yanımızdadır oysa. Doğduğumuzda annemizin sütüdür, yaşlandığımızda saçımızın rengi, öldüğümüzde kefenimiz.

Hayata renk katar.

Oysa ne güzel söylemişti şair:

“Bütün renkler hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kabiliyetleri keşf



Ezanın bugünkü okuduğumuz kelimelerle emredilişine Abdullah bin Zeyd’in (a.s.m.) gördüğü bir rüya sebep olmuştu. Rüyasında ezanın kelimeleri bir bir öğretilmiş, ertesi sabah da Resûlullaha (a.s.m.) durumu anlatmıştı. Hz. Ömer de aynı rüyayı görmüştü.

Allah Resûlü (a.s.m.) ezan okuma işini Abdullah bin Zeyd’e değil de Hz. Bilâl’i çağırıp ona öğretip okumasını söylemişti. Abdullah bin Zeyd’e de, “Onun sesi senden daha gür ve etkilidir”1 buyurmuştu.

Resûlullah (a.s.m.) her işinde olduğu gibi burada da ihtisası gözetmiş, işin ehli olan Hz. Bilâl’a bu görevi yüklemişti.

Ezanla ilgili şu olay da Resûlullahın (a.s.m.) ihtisasa verdiği önemi gösteren güzel bir örnektir:

Huneyn Savaşı dönüşüydü. Mekkeli on kadar genç bir araya gelmiş, ordu mola verdiğinde Habeşli Bilâl (r.a.) tarafından ezan okunmaya başlanmış, daha İslâm kalplerine kökleşmemiş bu gençler Hz. Bilâl’i alaya alarak söylediklerini tekrar etmeye başlamışlardı. Ezan biter bitmez Allah Resûlü (a.s.m.), içlerinde güzel ve gür sesli biri var diye birkaç kişi gönderip onları alıp getirmelerini istemiş, onların yaptıkları bu saygısızlığı hiç yüzlerine vurmadan, “Sesi gür olan hanginiz?” diye sormuş, onlar da Ebû Mahzûre’yi göstermişlerdi. Allah Resûlü (a.s.m.) diğerlerini bırakıp Ebû Mahzûre’yi yanına almıştı.

Ebû Mahzûre gerçekten hoş, tatlı, güzel ve gür sesli birisiydi. Ama ezandan hoşlanmazdı, tanımadığı Resûlullah’tan da (a.s.m.). Allah Resûlü (a.s.m.) onu karşısına alıp ezan okumasını istedi. Ebû Mahzûre çaresizlik içinde ve isteksiz olarak ayağa kalktı, karşısında durdu. Ezanın kelimelerini bir bir öğretti Resûlullah (a.s.m.) ona. Ebû Mahzûre de ezanı sonuna kadar okudu. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), Ebû Mahzûre’ye içerisinde bir miktar gümüş para bulunan bir kese verdi. Sonra da alnını ve göğsünü sıvazlayıp “Mübarek olsun!” dedi.

O âna kadar isteksiz olan Ebû Mahzûre o andan itibaren ezan okumaya iştiyak duyar hâle geldi ve Mekke’de ezan okumak için Resûlullahtan (a.s.m.) izin istedi. Resûlullah da (a.s.m.) izin verdi.

Ebû Mahzûre bütün bütün değişmişti artık. Allah Resûlüne (a.s.m.) karşı kin ve nefretle dolu iken, “O andan itibaren Resûlullaha kin ve nefretten hiçbir eser kalmadı, gönlüm ona sevgiyle dolup taştı” der. Sonra Mekke’ye gidip orada müezzinlik yapmaya başlar.1

Hicrî 59’da vefat edinceye kadar Mekke’de Mescid-i Haram’da müezzinlik yapan Ebû Mahzûre’nin bir kaç nesil oğulları ve torunları da burada müezzinlik yapmışlardı.

Dipnotlar:

1. Ebû Davud, Salât: 28; Tirmizî, Mevakit: 25; İbni Mace, Ezan: 1. 2. Müsned, 3:409.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ruhumuzu anlamaya çalışmak



Ruhların Sahibi, Kur’ân’da, ruhun kendi emrinden olduğunu, hakkında insanoğluna az bilgi verildiğini1 beyan eder. Bize bildirilen “az bilgi” ve aklın-felsefenin ruhun ince hareketlerini tam kavrayamaması2, onu hiç anlayamayacağımız, terbiye edemeyeceğimiz anlamına gelmez. Son derece gelişmiş harika teknolojik cihazlara rağmen, gördüğümüz, dokunduğumuz ve laboratuarda inceleme imkânını bulduğumuz nesneler hakkında da fazla bir bilgiye sahip değiliz aslında.

Göremediğimiz elektriği pekâlâ üretiyor, kontrol ediyor ve binlerce işte kullanıyoruz. Atomlar, DNA’lar ve bedenimiz hakkında da bilmediklerimiz, bildiklerimizden yüzlerce kat fazla. Nerede kaldı esrarlı ve muamma yüklü bir cevher olan ruhu bütün incelikleriyle tam kavrayabilmek! Buradan, zaman ve mekânla kayıtlı olmayan metafizik âlemle irtibatlı olan ruhu, ancak sonsuzluk âleminde bütün cepheleriyle kavrayabileceğimiz anlamını çıkarabiliriz.

Ruh hakkında bize verilen “az bilgi” ile de onu kısmen anlayacak, duygularımızın fonksiyonlarını öğrenecek, terbiye edip geliştirecek seviyede bilgiye ve formüllere sahip olacağız. Ruhun özelliklerini, duygularımızın fonksiyonlarını anlayabilmek için, önce maddeyi ve onun tarlası olan esîri anlamalıyız. Kısaca tanımlarsak; mekânda yeri olan ve zamanla uyum sağlayan her şeye madde diyoruz. Diğer bir tabirle madde, mekândaki geometrik uyumdur. Einstein, “Madde enerji, enerji de maddedir” şeklinde tanımlar. Maddenin yapısı, gelişi, gidişi, doğuşu, boyu, eni vesâire, zaman ve mekânın mârifetiyledir. Madde aşılırsa; zaman, mekân ve madde ötesine geçilir.

Maddî yapısı olan, fakat gözle göremediğimiz küçük canlıları mikroskop denen âletle görürüz. Molekülü ise, bu cihazla da göremeyiz. Ancak, fizik, bir takım deney, tecrübe ve hesaplarla onu görür, “Molekül vardır!” der. Maddenin en küçük yapı taşı atom ve onun daha küçüğü elektron... Onun da küçüğünün boyu, 1 cm’nin milyarda birinin on binde biri. Fiziğe göre bundan daha küçük bir mesafe imkânsız. Ancak, mesafeleri daha da küçültüp, daha küçüğünün yokluğunu da hiçbir fizikçi iddia edemiyor. Buna göre, sıfır mesafeyle 10-13 cm arasında “Hilbert” ismiyle anılan ve maddenin sığmadığı bir boşluk var. Maddenin sığmadığı, teleskop ve ondan da hassas cihazların görmediği bu küçük mesafe, fizik olarak değil, matematik olarak vardır. İşte bu mekân, madde ötesi gayb âlemi neden olmasın. Ve burada da sayısız ruh çeşitleri olamaz mı?

Dipnotlar:

1. Kur’ân, İsrâ, 85.;

2. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 121.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Unutkanlık nasıl nimet olur?



Yozgat’tan okuyucumuz: “Unutkanlık bir nimet midir, bir belâ mıdır?”

Unutkanlık, insanoğlunun önde gelen sıfatlarındandır. Yerinde kullanılırsa bazen bir nimete, bazen bir rahmete vesile olur. Yerinde kullanılmadığında bazen tehlike ve dalâlete vasıta olur; bazen de en hafif ifadeyle hastalıktan başka bir şey ifade etmez.

Her acımızı, her gün, ilk günkü tazeliğinde hatırlamış olsaydık, hayat çekilmez olurdu. Bu, sevinçlerimiz için de geçerlidir. Her gün yeni tecellîler, karşımızda boy gösterir ve biz dünü, önceki günü, daha önceki günü ve nihayet derece derece geçmişi unuturuz. Eskilerden iz kalmadan, her yeni günün kederini ve sevincini yaşayabilmemiz için unutkanlık bir rahmet ve nimet hükmündedir.

Unutmanın iki halini nazara veren Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin “kemal hâli”, diğerinin de “dalâlet hâli” olduğunu beyan eder. İnsanın nisyandan alınması; insanın her an, her davranışında “unutkanlık hâline”, ya kemal şıkkıyla, ya da dalâlet şıkkıyla mübtelâ oluşundan kinayedir.

Saîd Nursî Hazretlerine göre unutkanlığın en kötüsü, iş, çalışmak ve hizmet esnasında nefsin unutulmasıdır. Yani nefsin tembelliğe temâyül göstermesi, hizmette kendini geri çekmesi, işte verimsizce oyalanması, tefekkürde malayani şeylere daha çok kayması, iş ve hizmet almak istememesidir. Nefsin, çalışmakta ve hizmette kendini unutması tam bir vahamet ve dalâlet hâlidir. Bunun için çalışmak “ibadet” hükmünde teşvik edilmiş, alın teri ile kazanılan şeyler helâl kılınmıştır. Kur’ân, “İnsan için çalıştığından başkası yoktur”1 âyetiyle nefsi tembelliğe ve kendini unutmaya karşı uyarmaktadır.

Hizmetlerde ön safta koştuktan sonra, neticede, ücrette ve mükâfatların dağıtımı esnasında nefsin unutulması ise unutkanlığın kemal hâlidir. Nitekim dalâlet ehli, kendisine bir iş veya ibadet teklif edildiğinde, başını havaya kaldırarak firavunlaşır. Fakat mükâfat ve menfaat dağıtımı esnasında bir zerreyi bile terk etmez. Ehl-i kemal ise, çalışmak, tefekkür, ibadet ve hizmet zamanlarında nefsini herkesten önce ileri atar. Fakat neticelerin alınması, fayda ve menfaatlerin temininde nefsini unutur, kendini en geride bırakır.2

Fatih’in cengâverlerinden Ulubatlı Hasan’ın, muhasara gecesinde hünkâr çadırına yaklaşarak, “Hünkârım, sizden bir ricam var. Yarınki hücumda ön safta bulunmak istiyorum. Oysa komutanım buna izin vermiyor. İlk hücum edenler arasında bulunamayacağım” diye sızlanarak, her hangi bir dünyevî menfaat aramaksızın hizmet ve mücâhede için ön safta bulunmak istemesi konumuza örnek teşkil etmektedir. “İyilik yap, at denize; balık bilmezse Hâlık bilir” atasözümüzü burada hatırlamalıyız.

Yani yeter ki Allah için iyilik yap, hayır yap, ibadet yap, güzel şeyler yap, salih amel işle… İnsanlar bilmese de önemli değil; Allah biliyor ya... O yeter. Allah onu yok saymaz, küçük görmez, unutmaz ve senin en muhtaç olduğun bir zamanda en güzel mükâfatla mükâfatlandırır. Öyleyse Allah için hizmette hep öne atılmaya çalışmalı.

Duâ

Ey tohumların ve meyvelerin Rabbi! Ey güllerin ve çiçeklerin Rabbi! Ey nehirlerin ve ağaçların Rabbi! Ey gecelerin ve gündüzlerin Rabbi! Arşının taşıyıcılarını, meleklerini, mahlûkâtını, peygamberlerini, evliyânı, bütün eserlerini, kâinâtın bütün zerrelerini şâhit tutuyoruz ki, Sen Alîm, Hakîm, Semî, Basîr, Ferd, Samed, Rahîm olan Allah’sın! En güzel isimler Senindir. Senden başka hiçbir İlâh yoktur! Mülk Sana mahsustur! Hamd Sana mahsustur! Senden mağfiret diliyor, Sana tövbe ediyoruz! Hatâlarımızı bağışla! Bizi kendine kul kabul eyle!

Âmîn... Âmîn... Âmîn...

Dipnotlar: 1- Necm Sûresi, 53/39

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 201

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İtidalli olmak



Bir imtihan mekânı olan dünyada yaşayan biz insanlar, ölüm gerçeğiyle tanışıp, berzah âleminin akabinde haşir meydanında hesaba çekildiğimizde, sanırım en çok biz inananları zorlayacak konu kul hakkı olacaktır. İnsanların, dünyada işledikleri fiillerin en küçüklerinin bile hesabını vereceği hesap gününde, bizler sadece insanlara karşı yaptıklarımızın değil, diğer bütün mahlûkata karşı işlediklerimizin de hesabını vermek zorunda kalacağız.

Rabbimizin huzurunda hesaba çekileceğimiz gün dünyada işlediğimiz güzel ameller ve iyi niyetli yaklaşımlar imdadımıza yetişecek, güzelliklerimiz belki bizi dayanılması zor azaplara maruz kalmaktan kurtaracaktır. Bu şuur çerçevesinde düşündüğümüz zaman, içinde yaşadığımız toplumdaki hemcinslerimizle olan münasebetlerimizde dikkatli davranacak, ister fiille olsun ister de düşünce ile olsun, hiç kimsenin hakkına tecavüz etmemek için büyük bir dikkatle hayatımızı sürdürme gayreti içinde olacağız.

Sıcak gelişmeleri değerlendirme konusunda itidallı olmamak, vereceğimiz ani hükümlerle ifrat ve tefrit yanlışlarına düşmek; gerek dünya hayatımızda, gerekse ahiret hayatımızda nedamet duyacağımız sonuçların meydana gelmesine sebep olacaktır.

İman şuuru inanan insanlara mutedil olmayı gerektirmektedir. Bilhassa yalanla doğruların iç içe girmiş olduğu, içinde yaşadığımız helâket ve felâket asrında, her sarf edilen sözü iddialarımıza hüccet kabul etmek, insanları çabucak söylediklerinden dolayı vicdanlarda mahkûm etmek oldukça tehlikeli görülmektedir.

Bizler bu zamanda, ne hemen insanlara söylediklerinden dolayı hüsnüzan edebilme hakkına sahip olabilmeli, ne de bir çırpıda insanları vicdanlarda mahkûm edebilme cesaretini gösterebilmeliyiz. Diğer bir ifade ile, olayları yorumlayabilmek, insanlar hakkında son hükmümüzü verebilmek için kılı kırk yarmamız gerekmektedir.

Sevgiyi göstermek, nefret etmek, kin bağlamak, buğz göstermek, dostları seçmek ve düşmanlık yapmak için mutlaka önemli gerekçelerimiz olmalıdır. Duyguların israf edilmemesi gereken bir zamanda yaşamaktayız. Duygu israfı tuzaklarına düşmememiz için de önümüzde kuvvetli yol göstericiler, şaşırtmaz rehberler olmalıdır.

Kur’ân deryasından istifade neticesinde ortaya çıkarılan ve istifademize sunulan iman hakikatleri, asrımızın karanlık vadilerinden bizlerin kurtulması için önemli yol göstericilerimiz olmalıdır. Peygamber-i Zîşanın (a.s.m) Kur’ân bahrinden nazarlarımıza sunduğu iman nurları, bizleri sahil-i selâmete çıkarabilecek kuvvette hakikatlerdir.

Günümüzün menfaate dayalı çekişmeleri ve fitne-fesatlardan kaynaklanan boğuşmaları bizleri aydınlık yollarımızdan çevirmemeli, yolumuzu şaşırtmamalı… “Her duyduğunu doğru kabul edip yaymak insana günah olarak yeter” ifadesi insanların, bilhassa mü’minlerin, insanların ayıplanması için söylenen her sözü doğru kabul etmemesi gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır.

Bizler inancımızdan aldığımız şuurla, insanları gereğinden fazla yükseklere çıkarmanın doğru olmadığını bilmekteyiz. Aynı şekilde heyecana kapılarak insanların acilen yerlerin dibine batırılmaması gerektiğini de bilmekteyiz. Görevimiz insanların fiillerini değerlendirmek için hakemlik yapmak değildir.

Bizler sadece insanların yaptığı iyiliklerden dolayı takdirlerimizi belirtme ve yapılan kötülüklerin ölçülü bir şekilde tenkit edilmesi hakkına sahip olabiliriz. Tenkitte de, takdirde de ölçülü olabilirsek kul hakkını gasp etme gibi bir yanlışa düşme ihtimalimiz oldukça zayıf olacaktır. Durup dururken düşüncelerimizle, zanlarımızla ve tarafgirlik duygularının yönlendirmesiyle günah yükümüzü ağırlaştırmanın hiçbir mantıkî izahı olamaz herhalde…

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Piknik



Yeni Asya “okuyucusu” olarak Pazar günü düzenlenen 3. Geleneksel İstanbul Pikniğindeydik.

Belgrat Ormanları Neşet Suyu Mevkiini bulmak zor olmadı. Trafiğin yoğun olmadığı bir zaman diliminde oradaydık.

Ailemiz ve dostlarımızla birlikte kahvaltı... ardından sohbet ve Aşık Hizanî’den “popun kökünü kazıtan” türküleri dinledik. Aşık Hizanî’yi dinlerken, geçmişteki kutlamalar hafızamda canlanıverdi. Çanakkale, Fetih ve M. Akif’i anma geceleri Hizanî’siz düşünülemezdi... Coşkulu konuşmaların ardından, Hizanî elinde sazıyla, iskemleye oturur ve sazının tellerini konuştururdu.

Aradan 20 yılı aşkın uzun bir zaman geçmiş... Ne eski kutlamanın coşkusu kaldı, ne de Hizani’nin yüreklere işleyen sesi... Bu kadar yıl sonra tekrar sazı, sesi ve manidar yüklü sözleriyle karşımızda görünce, eski(meyen) günler hafızamızın kıvrımlarında oynaşıverdi. Hizanî, yılların acısını çıkarırcasına, kaldığı yerden devam ediyor. Aramıza hoşgeldin!

Piknikte, genç dostlarımızla sohbet ettik. Fotoğraf çektirdik. Hele, genç misafirlerin hatırına “ham”lamış vücudumuzla top oynadık. Voleybolda iyiydik, kaybettik. Olsun, “dostluk” ve centilmenlik kazandı (diyerek kendimizi teselli ettik).

“Aşk mıdır ki” albümüyle bilinen dostumuz Ali Oktay’la yaptığımız sohbette, geçen gün yazdığı “Adnan Menderes ve bir yasaklı şarkının hikâyesi”ni konuştuk. (Müzik Düşünceleri, Yeni Asya)

Başvekil Adnan Menderes’in nezâketi ve üslûbu, bugünkü devlet adamlarına örnek olabilecek, hattâ yol gösterebilecek bir nitelikte.

Yemekli bir toplantıda bestekâr ve ses sanatçısı Dr. Alaeddin Yavaşça, konuşmadan sonra, “hazırun”a bir-iki eser okur. O sırada, Menderes ayağa kalkıp, gider. Yavaşça, Başvekil’in bu ani kalkışından dolayı alınır.

Derken kulağının arkasında Menderes’in fısıltısı duyulur: “Sayın doktor, acaba repertuarınızda ‘Bu imtidad-ı cevre kim bahtın şitab-ı var’ şarkısı var mı?” diye sorar.

Yavaşça, dönüp bakar ki, Adnan Menderes. Şaşkınlığı geçtikten sonra, “Var efendim” der.

“Lütfen okur musunuz. Rica edeceğim.”

“Hay hay efendim” der...

Menderes gidip yerine oturur. Şarkıyı bu sefer, yüksek sesle okumasını ister. (29.05.06, a.g.g.)

Bir sanatkârın repertuarını bilmeden, şarkı siparişi verip, onu kalabalık içinde utandırmamaya özen gösteren bir başbakan nerede, çevresindekileri olur olmaz azarlayan bir başbakan nerede?

Menderes daha sonra, bu şarkının radyoda çalınacağı zaman kendisine bildirmesini ister. Radyoda yayınlandıktan sonra Dr. Alaaddin Yavaşça Başbakanı arar. Menderes heyecanla: “Ağzınıza sağlık aziz doktor. Çok memnun ve mahzuz oldum” diyerek bu şarkıyı “repertuar”ına almasını ister.

Diyeceğim o ki, biz de bir organizasyona dâvet edildiğimizde, sahnede bir sanatçı “sanatını” sergilerken, ayağa kalkmadan önce bir düşünelim, olmaz mı?

Akşam ezanının okunduğu saatlerde, Belgrat Ormanı dönüşü, radyoda gazetemiz yazarlarından Dr. Hakan Yalman ile psikolog Zafer Akıncı’nın programını (Bizim Radyo, 104.4) dinleme fırsatı bulduk, yoksa o kadar saat, dönüş trafiği çekilmezdi. İnsanların yaptıkları tercih, bir kazanın anatomisi ve kader konusunun işlendiği hoş bir sohbetti bu.

Bir “3. Geleneksel İstanbul Pikniği”ni bir “Yeni Asya okuyucusu” gözüyle aktardık.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Derin kuşku



Danıştay saldırısının arkasında da bir çete oluşumunun yattığına ilişkin haberler gündeme geldiğinde, üst düzey emniyet yetkililerine atfen “Bu tarzda 14 ayrı çetenin varlığını tesbit ettik” bilgisi verilmişti.

Nitekim son aylarda birbiri ardı sıra ortaya çıkan çeteleri konuşuyor ve tartışıyoruz.

Evvelâ Şemdinli, ardından Sauna, sonra Ergenekon ve şimdi de Atabeyler... On sene önce ise Susurluk çetesi gündemdeydi.

Susurluk çetesini ortaya çıkaran meşhur kazada ölenler öldü, sağ kurtulan vekilin yargılaması hâlâ sürüyor; çeteyle irtibatlı olmakla suçlanıp mahkûm edilenler ise emniyetin özel harekât timlerinin bazı önde gelen isimleri oldu.

Ama Susurluk soruşturmasıyla ilgili olarak toplumun içinde ukde kaldı. Hadisenin tüm boyutlarıyla aydınlatılamadığı şüphesi hâlâ sürüyor ve seslendiriliyor.

Hatırlanacağı gibi, Susurluk skandalı patlak verdiğinde zamanın Başbakanı “fasa fiso” diyerek olayı küçümsemiş ve üzerine gitme gereği duymamıştı. Ama bu tavrının bedelini çok ağır bir şekilde ödedi; kısa bir süre sonra çöktü.

Bu sonuca varılmasında, Susurluk’a tepki için başlatılan eylemlerin ustaca bir stratejiyle iktidara yönlendirilmesi de etkili oldu.

O hengâmede, aynı taşla bir kuş daha vuruldu: Skandalın faturası, askerin öteden beri haz etmeyip rahatsız olduğu özel harekât timlerine çıkarıldı ve bu timler dağıtıldı.

Şimdi yeni çete oluşumlarını tartışıyoruz.

Ve işbaşındaki hükümet, bu çetelerin üzerine gitmekte kararlılık mesajları veriyor. Ama gidişatın yönü bu mesajlarla çelişiyor.

Söz gelişi, Şemdinli’de “sonuna kadar gidileceği” sözü defalarca tekrarlanmıştı, ancak gelinen nokta bu sözlerin çok uzağında.

Üstelik, Meclis Şemdinli komisyonundaki açıklamalarında askerlere yönelik imalı eleştirilerde bulunan Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı hükümet tarafından azledilirken, iddianameyi yazan savcı ihraç edildi.

Şimdi ise, devam eden dâvâda mahkemeye gönderilen ve gönderilecek jandarma yazışmalarının “devlet sırrı” olduğu gerekçesiyle, mahkeme yayın yasağı koydu.

Yani: İş kademeli şekilde kapatılıyor mu?

Ardından açığa çıkarılan, emniyet genel müdür vekilliği yapmış bir isimle özel kuvvetler mensubu subayların da karıştığı Sauna çetesi üzerinde de pek fazla durulmadı.

Danıştay saldırısıyla gündeme gelen Ergenekon çetesinde bu durumun değişeceği ve bu olayda nihayet ipin ucunun yakalandığı kanaat ve beklentisi oluşur gibi oldu...

Ama Danıştay saldırısının azmettiricisi olmakla suçlanan ulusalcı emekli yüzbaşıya bazı emekli orgeneraller—Şemdinli’nin bir numaralı sanığı için kullanılan “İyi çocuktur” ifadesini hatırlatır tarzda—“Atatürkçü çocuktur” diye sahip çıkınca iş yine değişti.

Tam böyle bir havanın oluşmaya başladığı bir noktada gündeme getirilen Atabeyler çetesi operasyonunda da boşluklar var.

Ve zihinlerde, “İşin ucu askere dokununca olay kapatılır” kuşkusu giderek büyüyor.

Bu kuşkuyla nereye varılır?

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İki gömlek



Düğün değil bayram değil, ancak “enişte bizi öptü…”

Gazeteci Nevin Sungur ile nişanlandığı için aynı zamanda eniştemiz olan Avrupa Parlamentosu Türkiye Karma Komisyonu Eş Başkanı Lagendijk, “Türkiye AB heyecanını kaybetti” diyor.

Lagendijk yerden göğe kadar haklı. Ancak bilmediği bir şey var.

“Türk gibi başla, İngiliz gibi bitir…”

Nevin Sungur kardeşimiz bir fırsatını bulup, bu durumu izah ederse, Lagendijk de tam üyelik tarihini almak için Avrupa kapılarında koşturduktan sonra, asıl hızlanmamız gereken zamanda ipe neden un serdiğimizi anlar.

Lagendijk’i dahi isyan ettirecek düzeye gelen bu vurdumduymazlığımız olmasa AB’nin henüz AET olarak kurulduğu günlerde ilk başvuruda bulunan ülkelerden biri olup da henüz o tarihte devlet olarak dünya yüzünde bulunmayan ülkeler dahi AB üyesi olduktan sonra tam üyelik tarihi almak için çabalamak zorunda kalır mıydık?

Ankara Temsilcimiz Mehmet Kara’nın da Cumartesi günkü yazısında dikkat çektiği gibi Terörle Mücadele Kanun Taslağı ortaya çıktığında da Lagendijk benzer bir uyarıda bulunmuştu. AB’ye tam üyelik sürecindeki Türkiye’nin söz ve düşünce hürriyetini terörle mücadele kıskacına almasının yanlışlığına dikkat çekip uyarmıştı.

Lagendijk’in uyarısı ışığında 12-13 Haziran tarihinde yapılacak olan Hükümetler Arası Konferans’a yeniden eğilmemiz gerekiyor. Dışişleri bakanları düzeyinde yapılacak olan toplantı bir anlamda tam üyelik ışığını alan Türkiye’nin fiilen müzakerelere başlaması olarak görülüyor.

Böylesine kritik bir güne bir haftadan az bir süre kalmasına karşın, 1959 yılında AB macerasını başlatan Türkiye bunun farkında mı?

Bu dahi heyecanımızı kaybettiğimizin başlı başına bir göstergesi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Büyük yürüyüş sürüyor” demesine rağmen, ortada böyle bir yürüyüş falan yok.

Çetelerin yürüyüşü var.

***

Güvenlik birimlerinin başarılı operasyonlarıyla henüz ülkeyi bir Kurtlar Vadisine çeviremediler, ama gündemimizin sisli hale gelmesini sağladılar.

28 Şubat’tan önce, henüz Susurluk kazasının ilk dönemlerinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı ile MİT ve Genelkurmay İstihbarat arasında birbirini tasfiye etme savaşları sürerken dönemin Cumhurbaşkanı Demirel, “Devletin istihbarat birimleri birbirine girdiyse bunun arkasından darbe gelir” diye bir uyarıda bulunmuştu. Kendisi başarılı başarısız birçok darbeye muhatap olduğu için işin uzmanı sayılırdı. Öyle de oldu. 28 Şubat sürecinde önce Emniyet İstihbarat tasfiye edildi, ardından da 28 Şubat yaşandı.

Çok başarılı operasyonlarla hücreler çökertiliyor. Bu desteklenip güçlendirilmesi gerekirken, ustaca emniyet- asker savaşına dönüştürülmeye çalışılıyor.

***

Burada çok ciddî bir tuzak var. Bunun ardından hemen MİT’in askerin yanında pozisyon almasıyla birlikte asıl tehlikeli süreç başlar. Tecrübeyle sabittir ki, şimdiye kadar süreç böyle işledi. Bu yüzden ilgili herkesin dikkatini bu tehlikeye çekmek istiyorum.

Atabeyler Çetesinin kendisine yönelik suikast hazırlığının sorulması üzerine Başbakan Erdoğan, “Siyasetçinin, biliyorsunuz bayramlığıyla kefenliği yanındadır” cevabını verdi.

Merhum Özal, Kartal Demirağ suikastinde kurşun isabet eden parmağını tutarak, “Allah’ın verdiği canı O’ndan başka alacak yoktur” demişti.

28 Şubat’ın çetin günlerinde ise Tansu Çiller, “Siyasetçinin iki gömleği vardır. Biri idamlık diğeri bayramlık” demişti. Bu sözü geçmişte ilk olarak demokrasi şehidi Menderes’in kullandığı hatırlanacaktır.

***

Siyasetçileri demokrasi şehidi olarak anmamak, suikastlerden ve suikast tertiplerinden sonra idamlık ve bayramlık gömlekleri hatırlamamak, açıkçası Türkiye’yi bir “muz cumhuriyeti” olmaktan kurtarabilmek için, AB ipine sımsıkı sarılmamız gerekiyor.

Yoksa iki gömlek edebiyatını daha çok dinleriz.

Başbakan ne “Millî Görüş” gömleğiyle, ne de “bayramlık” ve “kefenlikle” uğraşmak istemiyorsa, kendi bacağına kurşun sıkarcasına AB’yi eleştirmeyi bir kenara bırakıp, AB konusuna yeni bir enerji ile sarılmalı.

Çünkü AB ekseni olmazsa, Türkiye’nin savrulduğu tek eksen var, o da; cunta ekseni...

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üç ruh hastası



Bu ruh hastalarından birisi İtalyan ve kendisini Hıristiyan olarak tanımlıyor. Hikâyesine gelince:

Gazetelerden anladığımıza göre Fallaci laik intihar bombacısı olmaya karar vermiş.

Fallaci: “Cami yapılırsa havaya uçururum.” Son dönemlerde İslâma karşı savaş açtığını ulu orta açıklayan ünlü İtalyan kadın yazar Oriana Fallaci, “Eğer Leonardo Da Vincilerin, Raffaelloların, Giottoların sanat kenti Floransa’ya cami dikilirse kendi ellerimle havaya uçururum” demiş. Amerikan New Yorker dergisine konuşan Fallaci, İslâmı yeni Nazi dehşetine benzeterek içini şöyle dökmüş: “Ben Müslüman ülkelerde haç takamıyorum, onlar benim ülkemde istedikleri gibi hareket edip bizleri tehdit bile edebiliyorlar. Bunun nedeni ise başımızdakiler. Prodi ve Berlusconi gibi şapşallar bunun için benim oyumu alamadılar.” Fallaci, görüşlerini şöyle sürdürüyor: “Floransa’da benim evime yakın bir yerde İslâm Kültür Derneği adı altında cami de inşa edilecekmiş. Ben Da Vincilerin, Raffaelloların, Mikelanjların, Giottoların muhteşem eserleri arasında 24 metrelik bir minareyi görmek istemiyorum. İlk işim bomba koyarak kendi ellerimle havaya uçurmak olacaktır.” Türkiye’nin AB’ye üyeliğine şiddetle karşı çıkan Fallaci, İslâmın Türkiye sayesinde Avrupa’yı istila edeceğini ve yakın bir gelecekte kıt’ada Avrupalı kalmayacağını da öne sürmüştü. Daha da ileri giderek Müslümanların fareler gibi çoğaldıklarını ileri sürmüştü. Aslında kıt’ada Avrupalı kalmayacak olması Müslümanların suçu değil yine Fallaci gibi bencillerin suçu. Onların bencillikleri Avrupa için ontolojik tehdit. Çocuk doğurmadıkları için Fallaci gibiler doğmamış hayali çocuklara mektup yazmakla meşguller. Onlar Avrupa’nın bencillikleri sonucu yok olmasını içlerine sindiriyorlar da Müslümanların bu boşluğu doldurmalarını hazmedemiyorlar. Yapılan araştırmalarda doğum oranlarındaki düşüş bu hızla giderse 300 yıl içinde Almanya’da tek Alman’ın kalmayacağını yazıyorlar. Tabiî ki o zamana kadar kıyamet kopmazsa. Fallaci gibiler işin bu yönünü görmüyor, Müslümanların boş kıt’ayı istila edecekleri rüyasıyla meşgul oluyor. Ne kin ama?

***

İkinci ruh hastası ise kendisini Müslüman varsayan Kaddafi. Onun hastalığı da Fallaci’ninkiyle aynı. Gençliğinde ve aktif gazeteci iken Kaddafi ve Arafat ve Ayetullah Humeyni gibi şarklı liderlerle görüşen ve onları sorularıyla çılgına çevirmeye çalışan Fallaci’nin doğrusu Kaddafi’den bu kadar etkileneceği ve ondan ilham alacağı aklıma gelmezdi. ‘Körle oturan şaşı kalkar’ misali Kaddafi gibilerle görüşerek onlardan kötü huy kapmış. Kaddafi de Fallaci gibi Türklerin AB üyeliğini kafasına takmış ve şunları söylemiş: “Şu an Avrupa kıtasında 50 milyon Müslüman var, Türkiye de girince Avrupa İslâm kıt’ası haline gelecek, bizim hâkimiyetimize girecek.” Arşivde ise Kaddafi’nin bu meseleyle ilgili başka hezeyanları da var. 8 Aralık 2002’de (yani AKP’nin iktidara gelmesinden 2 ay sonra) bazı gazetelerde, örneğin Hürriyet’te “Erbakan’ın komutanı fena zırvaladı” başlığıyla yer alan haberde şunlar var:

* “Türkiye’nin AB’ye girme isteğinin gerisinde Hıristiyan kadınları cariye almak, böylece nüfusu en kalabalık ülke olmak ve Avrupa’yı vergiye bağlamak yatıyor.”

* “Avrupa, Türkiye’nin Atatürk’ün izindeki siyasetçileriyle bir sorun yaşamıyor, asıl problem yeni nesil siyasetçiler ve ondan sonrası ile. Bu nesil, İslâm dünyasının önde gelen liderlerinden ve Usame bin Ladin’den internet vasıtasıyla ders alıyor.

* “Yeni nesil Türk siyasetçileri Avrupa’yı sadece ve sadece kılıçla fethedilmesi gereken bir ‘kâfir diyarı’ olarak görüyorlar. Genişlemek için İslâm dünyasının ‘truva atı’ rolünü oynayacaklar. (Referansları 11 Eylül kokuyor)

* “Türkiye’de şimdi iktidarı ellerinde tutan ve sokağa da hakim olan yeni radikal İslâmcılar, anayasasında İslâm şeriatını ve İslâm ceza hukukunu (idam, el kesme, kırbaç gibi cezalardan söz ediyor) kabullenmemiş bir Avrupa Birliği’ni asla kabul etmeyecekler.”

* “İktidara gelen İslâmcı Türklerin asıl plânı Arnavutluk ve Bosna’da bir İslâm devleti kurmaktan ibaret. Kâfir olduğuna inandıkları Avrupa, böylelikle ilk defa İslâm Cephesi’nin baskısıyla karşı karşıya kalacak.”

2004 yılında bu kez bir başka konuşması VATAN’da, yine “Zırvaladı” başlığıyla çıkmış. Ve yine Türklerin Avrupa’yı fethedeceğini, Türkiye’nin geleceğinin Bin Ladin taraftarlarının elinde olduğunu söylemiş, “Avrupa’yı uyarıyorum, Türkiye AB’ye girerse bu işten en kazançlı çıkacak olan Bin Ladin ve mollalar sevinecek” demiş.

***

Üçüncü ruh hastası ise kendisini Musevi sayan ünlü Türkiyatçı ve Oryantalist Bernard Lewis. O da Fallaci ve Kaddafi gibi Müslümanların Avrupa’yı istilâ edeceğini ve Avrupalıların da din yüzünden Türkleri birliğe dahil etmeyeceklerini söylemişti. Bu gidişle kıt’a Avrupa’sının 50-100 yıl içinde Müslümanlaşacağını söylüyor ve çanların Avrupa için çaldığını söyleyerek ilgililere mesaj yolluyordu. Ruh hastası deyip geçmeyin dünyayı onlar yönetiyor.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Göller ülkesi Finlandiya



Yolumuz bir defasında Finlandiya’nın başşehri Helsinki’ye düştü. Afrika’dan aldığımız şeker yükünü bu limana boşalttık.

Finlandiya beş milyonluk nüfusuyla İstanbul’un yarısından bile küçük bir ülke. Avrupa Birliğine girdikten sonra ekonomisi daha da güçlenmiş. Ülkenin güneyindeki Turku şehrinde Finli Müslümanlar yaşıyor. Sayıları çok fazla değil, ama kendi inançlarını bu ülke halkına kabul ettirmişler.

Ülkenin haritasına baktığınızda göllerin karalardan daha fazla yer kapladığını görürsünüz. Bu ülkede irili ufaklı binlerce göl vardır. Bu sebepledir ki dünyada hiç yenilgi yüzü görmemiş Stalin’in ordusunu bu küçücük devlet yenilgiye uğratmıştır.

İnanılması güç olan bu sonuçta ülkeyi boydan boya kaplayan göllerin büyük rolü vardır. Komünist ordusunu küçük tuzaklar ile öyle fena bir bozguna uğratmışlardır ki insanın pek inanası gelmiyor.

Bu ülkeye yerleşmiş bir vatandaşımız sayesinde bir hayli bilgiye sahip oldum. Yıllarca gurbette çalıştıktan sonra Finlandiya’ya yerleşen ve evlenen bu arkadaşımız üç çocuk sahibi olmuş. Eşi de Müslüman olduğu için çocuklarına dinî bilgilerin verilmesinde çok zorluk çekmemiş. Uydu aracılığı ile Türk televizyonlarını seyretme imkânına sahip olan bu kişi sayesinde ülkemiz sıcaklığını yaşama şansını bulduk.

Akdeniz ülkeleri haricinde Avrupa’nın mutfak kültürü neredeyse hiç yok gibidir. İtalya, Fransa ve Yunanistan dışında yemek çeşidi diye bir şey bulamazsınız. İşte bu sebeple Türkler lokantacılık sektöründe büyük kazanç sağlayabiliyorlar. Türk mutfağının çeşidi çok olan yemeklerini Avrupalılar beğenerek yemektedir. İşte Finlandiya’daki bu kardeşimiz de bir pizza dükkânı açmış. Dükkânında Bosnalı ve Arnavut Müslümanları çalıştırıyor.

Pizza dükkânı dediğime aldanıp İtalyan usûlü bir lokanta zannetmeyin. Hamur işi birçok Türk yemeğini yapabiliyor. Ayrıca telefonla evlere servis de yaparak orta seviyenin üzerinde bir geçim imkânı bulmuş.

Finlilerin lisanı hiçbir Avrupa ülkesine benzemiyor. Fin-Uygur dil ailesinden sayılan bu lisan oldukça zengin kelime hazinesine sahip. Hatta televizyon gibi sonradan icat edilmiş birçok cihazın kendi lisanlarında karşılığı var. Estonyalılarla ve Karelya denilen Rus Özerk Bölgesi insanları ile tercümansız konuşabiliyorlar. Bu iki ülke insanları ile ortak kelimeleri var.

Bu ülkede geçimini sağlayacak kadar para kazanmak kolay da işadamı olup büyük paralar kazanmak oldukça güç görünüyor. Zira Yahudilerin bir kısmı ekonomiyi kontrol edecek kadar güç kazanmışlar. Başkalarına fırsat vermiyorlar. Bu ülkeye yatırım yaparak para kazanma sevdasına düşen birçok girişimci elleri boş geri dönmüş.

Fakat Türklerin elinden hiçbir şey kurtulamaz. Çünkü ekonomik krizler karşısında tecrübe kazanmış

Türk girişimcileri, hiçbir milletin başarılı olamadığı Rus pazarına bile kendilerini kabul ettirdiğine göre bu ülkede de başarılı olabilirler. Nitekim lokantacı arkadaşımızda bunu kısmen de olsa görmüş olduk.

Son olarak bir de meşhur Fin hamamından bahsedeyim. Birçok Finlinin evinde bulunan bu sisteme göre bir müddet hamamda kalıp terledikten sonra dışarı çıkıyorlar. 15-20 dakika vücut bir şok geçirdikten sonra tekrar banyoya girip yıkanıyorlar. Böylece sağlıklı bir bünyeye sahip oluyorlarmış. Şimdiye kadar zatürree geçirip ölen olmadığına göre bir bildikleri var herhalde. Tabiî böyle bir işe kalkışmak için bahçeli evlere ihtiyaç duyuluyor. Baki selâmlar.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

DYP'de toparlanma



Son dört genel seçimde sürekli oyunu azaltan DYP, 2 Kasım 2002 seçiminde baraja takıldı. Böylece siyasî tarihinde en büyük kırılmayı yaşadı. Demirel sonrasının üç seçiminde de oy oranı gerileyen partinin Genel Başkanı Çiller ayrıldı. Kongrede Mehmet Ağar genel başkan seçildi.

Ağar, demokratik süreç içinde ikinci kongresini yaptı. Toparlarken, yeniden bir iç zorluk yaşadı. Beklenen çıkış yavaşladı. ANAP’ın Mecliste grup kurma süreci ise, merkez muhalefetin adresini kaydırma girişimi olarak yorumlandı.

DYP’nin taban gücü ve DP-AP çizgisinden aldığı süreklilik, nizalı ANAP etkisini minimize etti. Kendini yapılandırmaya, içeride zedelenmiş duyguları tamir etmeye ve misyonuna uygun beyanlarla yol almaya çalıştı.

Ağar üzerinde kamu görevi dönemine ilişkin tartışmaların olumsuz etkileri, genel başkanlık sürecindeki siyaset tarzı ve kamuoyu ile paylaştığı görüşleri doğrultusunda durdu. Saldırılar biraz daha tavsadı.

Demokrasi vurgularını net tutan Ağar, kucaklayıcı ve yumuşak ifadelerle, merkez sağın dağınık potansiyeline sempatik mesajlar verdi. Kurumsal siyasî emanetin fikrî çerçevesi ile çatışacak bir söylem ve yaklaşımı varit olmadı. Maraton koşucusu gibi yarışa hazırlanan bir siyasî profil çizdi. Halkın ayağına gitme heyecanını ve aktivasyonunu arttırdı.

AKP’ye alternatif olma sorumluluğu taşıyan DYP’nin misyonu, zor bir dönemde toparlanma isteyen tabana yöneldi. Devlet-millet kaynaşmasını sivil ve demokratik bir zemine oturtmanın yanında kendini de yenileme sürecinde, kolektif kadrosunu kurmayı sürdürdü.

DYP kurmaylarından; tabanın canlandığı, buna paralel olarak ufuk ve vizyon kadrosuna yeni ilâvelerin yapılacağı, demokrasi ekseninde bütünleştirici rolleri oldukları inancını gözlemledim.

Siyasette yeni bakış açısı, evrensel normlar, demokratik standardı yükseltme ve demokratlığın siyasî mehazı olma farklılığını ortaya koyma anlamında, Mehmet Ağar’ın Kanal D’de Fatih Altaylı ile yaptığı söyleşi, kadroyu güçlendirici ve problemlere çözüm üretmenin aslî duruşu ile ilgili doyurucu nitelikteydi.

DYP, mirasını inançla korumak ve pozitif çözümün mutedil dirayetinde yol alma sorumluluğundadır. Genel başkanın, halkın çocuğu imajı, Anadolu insanının yalın duygularına sözcü olmaktadır. Bu süreç, demokrat ruhun uzman perspektifleri ile altını doldurursa; DYP’nin makul kimyası toplumsal mutabakata öncülük edecektir.

Burada tarihî bir sorumlulukla karşı karşıya DYP. Problemlerin adını doğru koyma, millî iradeden yana sağlıklı yaklaşımlarını daha net seslendirme ve demokrasi vurgusunu ön şartsız ortaya koyma şekli, sivil yapının siyasî tutarlılığını güçlendirecektir.

Birikimli siyaset ustalarından, sessiz tabanın ilgi bekleyen potansiyeline kadar uzanacak geniş aile fotoğrafını oluşturmada başarıya gidildiğini müşahede etmekteyiz. Sayın Ağar’ın, toplumun açık yüzüne muhatap olacak, kültürel dokusuna ve siyasetten beklediği şeffaflığa haiz entelektüel kadrosunu, yaz sonrası vitrine çıkarma niyeti, umut verici.

Darbelerin açık ve örtülü tahribine en çok maruz kalan DYP’nin iç dinamiklerine kavuşması, AB sürecinde devleti tahlil yeteneğine sahip tecrübeli geçmişi ile alternatif olacaktır. Temel hak ve hürriyetlere sahip çıkma kararlılığı; laik-antilaik sarkacından nemalanan iki kesimin siyasî istismarlarını önleyecektir. Böylece toplumda gerginliklerle sıkışma yaşatanların husûmet duvarları yıkılacağı gibi, demokratik iklimin huzuru canlanacak ve kalkınma hamleleri devam edecektir. Merkez kitlenin bu talebi karşılanırsa, eski haşmetin izdüşümleri oluşacaktır.

Yol doğru olunca, araçların modeli de uygun olup yolunda yürümesi halinde, yolcuları dâvet etme sıcaklığı, özlenen insanî damarı yakalayacaktır.

Sayın Ağar, Haber Türk televizyonu Basın Kulübünde, milletin toparlayıcı tercihine ışık tutacak misyonun çerçevesini verdi. Bunun arkası gelmeli. Parti içi ve dışı demokratik açılımların somut adımlarını cesaretle atmalı ve bütünleyici vurguyu arttırmalı.

06.06.2006

E-Posta: [email protected]




Murat ÇİFTKAYA

Avrupa’yı yeniden düşünmek (1)



Oswald Spengler, Avrupa’nın maddî medeniyetiyle dünyaya hükmettiği ve zirvede olduğu kabul edildiği bir sırada, Birinci Dünya Savaşının sonlarında, yayınladığı kitabında Batının son demlerini yaşamakta olduğunu ilân ediyordu: Batının Çöküşü. Spengler, İkinci Dünya Savaşının henüz adım seslerinin duyulduğu 1936’da öldü. Acaba, ikinci ve daha büyük savaşın ardından başka bir kitap yayınlayacak olsa, Avrupa medeniyetinin ölümünü şu başlıkla ilân eder miydi: Batının (Avrupa’nın) Ölümü!

İki Dünya Savaşı, Avrupa için iki önemli dönüm noktasıydı. Birincisi, çöküşü, ikincisi can çekişmeyi simgeliyordu. Gerçekten de, bilindik şekliyle Avrupa 1945 yılında yok oldu. Avrupa’yı Düşünmek isimli kitabın yazarı Edgar Morin’in ifadesiyle “Dünya çapında iki süper güç durumuna gelen galipleri ve kurtarıcıları tarafından kurtarılan ya da yenilgiye uğratılan uluslarının yıkıntıları altında kalan Avrupa 1945’de öldü.”

O güne kadar, tüm insanlığa ışık tutacağı, onlara yeni bir ufuk açacağı, dünya cennetine götüren yolu açtığı iddiasındaki Avrupa, tüm dünyayı karanlığa, kısırlığa ve savaş cehennemine sürüklemiş bir halde öldü. Şerli-hayırlı ideolojileri, kurumları ve uygulamalarıyla, türlü türlü zıtlıklar ve çelişkiler içinde can verdi.

Eski Avrupa’nın sıkıntıları

Avrupa sekülerizmi, yani dünyeviliği şiar edinirken bizzat dünya hayatına düşman olmuştu. Ahiret ve dini dünyadan ayırıp dünyaya talip olduğunu iddia ederken, hem kendi, hem de bütün dünyanın dünyevî huzurunu ve mutluluğunu kaçırmıştı. On milyonlarca cana ve yüzmilyonlarca insanın dünyevî huzuruna kastetmişti.

Rasyonalizmle aklın hükümranlığını ve biricik otorite oluşunu ilân ederken, bu akılsız akılcılıkla çılgınlığa ve deliliğe sürüklenen ve ancak on milyonlarca insanın kanını akıttıktan sonra “aklı başına gelen” de aynı Avrupa’ydı. İlhamını göklerden değil yerden alacağı iddiasındaki Avrupa’nın ulusdevletleri, yeryüzünü paylaşırken öyle kanlı bir kavgaya tutuştular ki, aklın iflasından başka bir şey değildi bu. Diğer taraftan, salt aklın hakikatı ne keşfedebildiği, ne de kuşatabildiği anlaşıldı. Kendinde boğulan akılsız akılcılık, insana varoluş karşısında endişeler, korkular ve acziyetler getirdi. Milyonlarca kilometre ötedeki bir göktaşı karşısında bile ölüm korkusu yaşatan, ölüme çare bulamayan bir akılcılıktı sözkonusu olan…

İnsanın insana yapabileceği en büyük gaddarlıkları da hümanizm bayrağını taşıyan insansever Avrupa sergiledi. Avrupa hümanizminin vicdansız bir vicdan gösterisinden başka bir şey olmadığı çıktı ortaya. “Ben”den ve “biz”den gayrisi acınmaya ve şefkate değil, şiddete lâyıktı. Savaşlarda sivil, kadın, çocuk, yaşlı, masum dinlemeden attığı bombalarla insana duyduğu nefreti kustu Avrupa.

Eşitlik, adalet ve hürriyet gibi değerleri sadece kendisi için istedi; dünyanın diğer toplumları onun için—insan olup olmadıkları bile tartışmalı—koca bir ötekiydi. Aşağı, hükmedilesi ve zenginlikleri talan edilesi bir öteki. Kâh misyoner, kâh sömürgeci şapkası altında dünyanın geri kalanına karşı kendisine “medenileştirici görev” biçen de, faşizm ve bilimsel sosyalizm ya da komünizm adında aynı sosyal evrimci ve ilerlemeci mantığa yaslanan iki zıt kardeşi, dünyanın başına saran da yine oydu…

Yeni bir Avrupa mı doğuyor?

Avrupa, 1945’den sonra yeryüzünün merkezinde değil, kenarında; hükmeden değil, hükmedilen bir kıt’acık olarak ve görünür hatalarından tevbe ederek yeniden doğmaya çalıştı. Daha önce, sömürü ve sömürgecilik, paylaşım, işgal ve savaş üzerine kuruluyken, artık “barış”a yönelmiş görünüyordu.

Kendi içinde önce Kömür-Çelik Birliğiyle, daha sonra Ortak Pazar’la düşmanlıklara son vermeye, barışı daimî kılmaya çalıştı. Sömürgelerindeki bağımsızlık hareketlerine gönüllü-gönülsüz boyun eğdi. İstisnalar dışında, askerî yolla kıt'a ötesi müdahalelere ve savaşlara girmedi.

(Şimdilerde dünyayı idare iddiasını, Batı’nın diğer bir yüzünü taşıyan, ve eski Avrupa’nın ruhunun tenasuh ettiği başka bir ülke taşıyor. Bu ülke, Seyyid Hüseyin Nasr’ın benzetmesiyle, başı kesilmiş bir horoz gibi insicamsızca ve mantıksızca hareket ederek, eski Avrupa’nın kaderini paylaşmaya doğru gidiyor.)

Diğer taraftan, 19. yüzyılın vahşi kapitalizmine karşılık, yeni Avrupa, yine kapitalizm üzere kalsa da, başta Kuzey Avrupa’nın sosyal adaletçi ülkeleri olmak üzere, toplumsal adaletin korunmasına yönelik çabalara sahne oldu. Geçmişe oranla, birey, bireyin hak ve özgürlükleri daha fazla öne çıktı. Sosyal ve siyasal alanda ahengi sağlamaya gayret etti.

Milliyetçilik ideolojisinin beşiği Avrupa, dünyayı kana bulayan ulusal egoların rağmına, girdiği ulusötesi yapılanmayı geliştirerek devam ettiriyor. Bu coğrafyadaki irili-ufaklı ülkeler birer-ikişer bu yapılanmanın içine girmeye çalışıyor.

Halihazırda, Avrupa’nın sayısız sorunu var: siyasî olarak üye devletler arasında ahengi tutturamayışı, ulusdevlet kimliğinin gerçek anlamda aşılamayışı, ekonomik sorunlar vs. Ama bütün bunlardan daha derin, daha esaslı bir soru(n) Avrupa’nın kapısının önünde bekliyor: İslâm

www.muratciftkaya.com

06.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004