Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Altın Portakal 43. defa soyuldu...



Malûmunuz… Bu yıl 43.’sü gerçekleşen Antalya Altın Portakal Film Festivali tam da geçen haftaki yazımızda belirttiğimiz endişelerimizi –maalesef- doğrulayarak kapandı…

Geçen hafta; “Öyle görünüyor ki bu yılın ardından eleştirilerin, tenkitlerin dozu, özellikle geçen yıla oranla biraz daha artacak… Kimi medya mensuplarıyla, organizasyon ekibi arasında yaşanan tartışmalar, gazete sayfalarında yer bulmaya başladı bile…” demiştik ya… Hafta boyu magazin muhabirlerinin didiklediği festivaldeki açılıştan başlayan kimi aksaklıklar (mikrofon azizlikleri ve sayın başkanın konuşmasının uzun bulunması vb.), Alinur Velidedeoğlu imzalı ve bir dakika kadar süren filmde, ödül almış Türk filmlerine yer verilmemiş olması, geleneksel korteje ünlülerin her yıl olduğu gibi ilgi göstermeyişinden başlayan eksiklikler medyada geniş geniş yer aldı… Yarışmaya katılan filmlerden galası yapılanlarla ilgili düşünce ve görüşlerini yazan meslektaşlarımızın sayısı ise bir elin parmaklarının yarısı kadardı…

Antalya’ya giden meslektaşlarımız, içlerinden birinin tanımıyla, “Sabah Sabah Seda Sayan kitlesi”ni hesaba katarak bakınca etraflarında olan bitene… Film değerlendirmelerini beklemek de boş bir beklenti oluyordu…

Bu arada, jüri başkanı Şerif Gören’in ödül törenini beklemeden Antalya’yı terk etmiş olması da Altın Portakal 2006’ya damgasını vuran olaylardan biri oldu…

ELEŞTİRİLMEYEN JÜRİ KARARI OLMAZ!

Yönetmen Orhan Oğuz’un jüri üyelerini eleştiren yaklaşımları dikkat çekici bir yaklaşım olarak basında yerini aldı. Hürriyet Kelebek’ten Dilek Dallıağ’ın haberinde, yönetmen Orhan Oğuz’un jüri üyelerinin seçiminin çok önemli olduğunu belirttiğine yer verildikten sonra, sinema eleştirmeni Fatih Özgüven’i suçladığı şu satırlar, genel bir çerçeve oluşturabilmek adına önemliydi: “Fatih Özgüven sinema okulunda hoca ve sinema eleştirmeni. Bana göre kendisi Türk Sineması’na özellikle de Yeşilçam’a düşman gözüyle bakan biri. Onun gerçekten bilinçli olarak bu filmleri değerlendirdiğini düşünmüyorum.”

Evet… Aslında bu son cümle gerçekten çok önemli… Antalya Altın Portakal’ın, batıya açılması için iki yıldır TÜRSAK tecrübe ve titizliğiyle harcanan ciddî emeğin boşa gitmemesi için de… Bu çaba arasında yerli sinemamızın emektarlarının kalplerinin kırılmamasının sırrını da bu cümlenin analizinde gizli buluyorum… Onun için geçen haftaki yazımda; “Bu güne kadar sinema adına birçok başarılı organizasyona damgasını vurmuş olan TÜRSAK tarafından 2 yıldır yeni bir yörüngeye oturtulmaya çalışılan festivalde, belediyenin de isteğiyle daha bir öne çıkan ‘batı-turizm’ eksenindeki yaklaşımla, Türk sinemasının daha da gerilere itileceği endişesi taşıyanlar artmakta…

Türk sinemasını batıya açma, sinema pazarı oluşturma adına yapılan yeni/ilk girişimler arasında, Antalya ile 43 yıllık bir içli dışlılığı olan yerli sinemamız ve elbette üreticileri de biraz daha ilgiyi hak ediyor sanırım…”

Evet… Son olarak, her jüri kararının herkes tarafından eleştirilebildiğini hatırlatmak istiyorum. Bir film 7 dalda ödül alıyor ama “en iyi film “olamıyor… Yönetmeni de “en iyi yönetmen” seçilemiyor meselâ… Bu yıl olduğu gibi… Bu eleştiri elbette görünürde haklı ve son derece mantıklı ama… İşte jüriler bunun için varlar… Farklı bakış açılarından ortaya çıkan anlaşma sonucunda, böylesi “mantıksız” gibi görünen sonuçların çıkması son derece normal… Kaldı ki… Zaten 7 dalda ödül almış film diğer 2 ödülü de almış olsaydı, bu defa da; “öbür filmler niye katıldı ki? Bütün ödüller bir filme gitti!” denilirdi… Yani… Jüri eleştirilir… Haklı olmak da gerekmez! Eleştiri yapanlar kadar jüriler de haklıdır hep… Verdikleri kararların mutlaka bir dayanağı vardır.

Ve son olarak… İki yıldır Altın Portakal’ı batılıların dikkatini çekecek düzeye getirmeye çalışan TÜRSAK’ın çabalarının öneminin ileriki yıllarda meyvalar toplanırken, sonuçları alınırken görüleceğini ve daha iyi anlaşılacağını belirtmek isterim… Onun için de; eleştirenlerin amacı daha iyiye katkı olmalı… TÜRSAK’ın tecrübeli kadrosu da bu iyi niyetli katkıları yeni hazırlıklarda değerlendirmeli… Sinemamız için… Öncelikle bizim sinemamızın geleceği için…

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Bir Ramazan hatırası



Yıllarca, yıllarca önceydi.

O günlerde de tıpkı bu günlerin şartlarını andıran hâller yaşanıyordu.

Biz henüz sabi denecek yaşta olduğumuz için onların bazılarını ilk defa idrak ediyorduk. Daha önce yaşadığımız hadiselere ise alışıp âşinâ olmaya çalışıyorduk.

Ramazan ayının gelmesi ve okulların açılması onlardan bazılarıydı.

O yıl, Ramazanın hazzını ilk defa hissediyorduk. İlkokul sıralarını geride bırakıp ortaokula başladığımızdan o heyecana pek yabancı değildik ama yeni eğitim yılına ve ortaokul şartlarına intibak etmekte zorluk çekiyorduk.

Ramazan okulların açıldığı günlere rastgeldiği için ilk orucumuzu tutmanın heyecanı ile yeni okulun şartlarına uyum sağlama telâşını birlikte yaşadığımızdan karşılaştığımız her hâl ve hadiseye dikkatle bakıyorduk.

Daha önce aile büyüklerimizin, bizi oruç tutmaya alıştırmak için icat ettikleri ve ‘paşa orucu’ dedikleri yarım günlük oruçları hesaba katmazsak, hayatımızın ilk orucunu tutarken en zorlandığımız hâl, susuzluktu.

Okula intibak etmeye çalışırken anlamakta zorluk çektiğimiz şeyse, ilk defa karşılaştığımız öğretmenlerin kendilerini tanıtırken kullandıkları ifadeler ve takındıkları tavırlardı.

Sınıflarımız haddinden fazla kalabalıktı, biz de oldukça konuşkan ve hareketliydik. Öğretmenlerse ilk günlerden sınıfa hükmetmek istemelerinden olsa gerek bir hayli ciddiydiler.

Onlar sınıfa gelip gittikçe biz anlattıklarından ziyade hallerine, hareketlerine, yüz ifadelerine dikkat ediyor ve o hâllerden hareket ederek öğretmenler hakkında kendimizce hükümler veriyorduk.

Öğretmenlerin en çok dikkatimizi çeken tarafları, talebelerin ekseriyetinin o yaşta oruç tutmalarına rağmen onların oruç tutmamaları, bazılarının da bunun öğretmenliğin gereği olduğunu ima etmeleriydi.

Onlar hakkındaki kanaatlerimizi kendimize saklamak yerine arkadaşlarımızla paylaşmak istediğimiz için çocuksu bir refleksle öğretmenlerin başka taraflara dönmesini fırsat bilerek hemen fısıldaşmaya başlıyorduk.

Hâl ve hareketlerini sarhoşa benzettiğimiz, sözlerinde de oruç tutmamızı hafife alarak inanç hislerimizi rencide eden imalar sezdiğimiz bir öğretmenin dersinde yanımdaki arkadaşlarla yaptığımız fısıldaşma faslı konuşma hududuna yaklaşmış olmalı ki öğretmenin dersi bırakıp bize doğru geldiğini görünce susmuştuk.

Yaptığımız hareketin yanlış olduğunun farkındaydık fakat konuştuğumuz meselenin onun üzerinde bıraktığı tesiri bilmediğimizden sözlü bir ikazla muhatap olacağımızı zannediyorduk.

Fakat öyle olmamıştı. Sıraların arasından yalpalayarak ilerleyen öğretmen bizim sıranın yanına gelince durmuş, iki taraftaki arkadaşları ayırarak beni aralarından çıkarmış ve tekme, tokat darbeleriyle dışarı atmıştı.

Yediğim dayaktan ziyade arkadaşlar karşısında küçük düşmenin hıncıyla idare binasına gidip okulu birbirine katacak yaygaralar koparmaya hazırlanırken beni odasına götüren ve babacan tavırlarla gönlümü alan idareci sayesinde biraz sakinleşmiştim.

Teneffüsten sonra sınıfa gidip arkadaşlarla hadiseyi konuşmaya başlayınca hislerim tekrar depreşmiş ve okul hakkında atıp tutmaya, öğretmenlere verip veriştirmeye başlamıştım.

Arkadaşların çoğu, biraz da tahrikkâr ifadelerle haklı olduğumu söyleyince tenkidin ölçüsünü kaçırmış, o öğretmenin hareketini bütün öğretmenlere teşmil ederek meseleyi yeniden alevlendirmiştim.

Artık bütün derslerde fısıldaştığımız yegâne konu öğretmenlerin sevgisizliği, bilgisizliği, acımasızlığı, gaddarlığıydı. Ben ders boyunca onların bu kanaatleri teyid eden hareketlerini dikkatle takip ediyordum.

Ders bitip zil çalınca, öğretmen çıktıktan hemen sonra da kara tahtanın önüne çıkarak heyecanlı nutuklar çekiyor, öğretmenlerin hâl ve hareketlerinden örnekler veriyordum.

Konuştukça mübalâğalı methiyeler alıyor, hattâ bazılarınca alkışlanıyordum.

***

O gün bu hava içinde girmiştik öğle tatiline.

Arkadaşların çoğu oruçlu olduğundan, olmayanlar da kendilerini hadiselerin heyecanına kaptırdıkları için öğle arasında da okulun arka bahçesinde bu meseleyi konuşmuş, kendimizce öğretmenlere itiraz etme plânları yapmıştık.

Hal böyle olunca öğleden sonraki ilk derse de ciddî, asabî hatta öfkeli, kızgın, soğuk, asık suratlı, eli sopalı bir öğretmenle karşılaşma hâlet-i ruhiyesi içinde girmiştik.

Öğretmen zili çalınca arkadaşlar merakla kapıya bakmaya başlamışlardı. Bense, beklediğimiz tipte bir öğretmenin geleceğinden emin olmanın rahatlığıyla gerektiğinde itiraz etmeye ve arkadaşlardan haklılığımı teyit eden fısıltılar duymaya hazırlanıyordum.

O sırada çantamda bir şey arama işine biraz fazlaca dalmış olmalıyım ki, hareketlenen arkadaşların hayret nidaları arasında başımı kaldırdığımda mütebessim bir yüzle karşılaşınca şaşırmıştım.

Ayın on dördü gibi parlayan orta yaşlarda güleç bir yüzdü karşımdaki.

Arkadaşlar çoktan ‘sağol’u çekip oturmuşlardı. Ama ben beklediğimin ve telkin ettiğimin tam zıddı bir tavırla karşılaşmanın şaşkınlığıyla öğretmenin yüzüne bakakalmıştım.

“Neden şaşırdın evlâdım?” demişti.

Sesi de yüzü gibi yumuşak, sakin ve güven vericiydi. Konuştukça hareketlenen tebessüm çizgileri azalacağı yerde artarak mehtabî bir parlaklığa bürünmüştü.

Öğretmen gülümsüyordu...

Onun bu tavrı ve hareketi benim gün boyu savunduğum iddiaları çürütmekle kalmadığı, öğretmenler hakkında söylediğim sözlerden dolayı beni müfteri durumuna da düşürdüğü için kızgındım.

“Neden gülüyorsunuz ki?” demiştim sorusuna soruyla mukabele ederek.

Sesim de, sorum da ukalacaydı. Lâkin o öğleden önce yaşadığımız hadiseyi duymuş veya hâlimden anlamış olmalı ki, bütün öğretmenlerin taşıdıkları hâlde çeşitli sebeplerle gösteremedikleri şefkati onlar adına da göstermek istercesine yanıma gelerek başımı okşamıştı.

“Ramazan gülümsetir” demişti ardından da.

Yalnız yüzüme veya gözlerime değil, göz bebeklerimin taa içine bakıyordu bunları söylerken. Nazarının nuranî ışıltılarıyla, simasının tebessümünü ve gönlünün güzelliklerini ruhuma nakşediyor gibiydi.

Mütereddit bir mahcubiyet içinde olduğumdan başımı önüme eğmek istiyordum ama bakışlarımı o gözlerden ayırmam mümkün değildi. Biraz daha dikkatli baksam, gönlündeki gül bahçelerini görebileceğimden emindim.

Bu güler yüz ve müşfik nazarlar, o anda susuzluktan kavrulan ruhuma öylesine serin bir su şuhluğu serpmişti ki, öğretmenlere duyduğum bütün kızgınlığı almış, kırgınlık hislerini yıkayıp temizlemişti.

Âdetâ Ramazanın tecessüm etmiş şekliydi o tebessüm.

Ben Ramazanı ilk defa o yüzde tanımıştım.

Ve o yüz sayesinde sevmiştim.

***

Aradan yıllar geçti.

Bu zaman içinde imtihanlar kazandım, okullar bitirdim, öğretmen oldum. Çeyrek asırdan fazla öğretmenlik yaparak yüzlerce öğretmen, binlerce talebe, bir o kadar da veli tanıdım.

Bu arada onlarca Ramazan yaşadım.

Lâkin ne ben, şimdi adını bile hatırlayamadığım o öğretmen gibi olabildim, ne de onun kadar Ramazanın gülümsettiği ve güldükçe güzelleştirdiği bir başka yüz görebildim.

Sırıtan çok, gülümseyen var ama tebessüm eden yoktu.

Hele, tebessümünün esrarını imanından alan hiç yok gibiydi.

Her Ramazan geldiğinde yaptığım gibi bu Ramazanda da bazen iftardan önce, bazen teravihten sonra, arada sırada da sahuru ve sabah namazını müteakip saatlerce sokaklarda, caddelerde, meydanlarda dolaşarak, otobüslerde, tramvaylarda, vapurlarda yolculuk yaparak gülümseyen yüzler aradım.

Hususan Ramazanın gülümsettiği yüzler.

Fakat nedense bir türlü bulamadım.

Bulamayınca, bari ben olayım dedim.

Heyhât, olamadım...

O zaman cemiyeti saran bu tebessüm mahrumiyetinin kabahatini münhasıran kendime yüklemek kastıyla her Ramazan günü hayatımın seyrini bir bir gözden geçiriyorum.

Bu maksatla tanıdık tanımadık, yakın uzak, büyük küçük, genç ihtiyar, kadın erkek demeden irtibat kurduğum bütün insanlarla olan münasebetlerimi yokluyorum.

Hepsinin kendine göre bir hayat tarzının, dünya görüşünün olduğunu ve onun icaplarını yerine getirerek hayatına mânâ kazandırıp kendini tatmin ettiğini anlıyor ve hiçbirini suçlayamıyorum.

Onun için, cemiyet beni bu şekilde davranmaya itiyor diyemiyorum.

Bu zamana kadar okuduğum, bildiğim, duyduğum veya uydurduğum bütün Ramazan manilerini, Peygamber kıssalarını, evliya menkıbelerini örnek alarak nefsimi hesaba çekiyorum.

Onu da suçlayacak makul bir sebep bulamıyorum.

Çaresiz kalıp bîtarafane bir nazarla etrafımda olup bitenlere bakıyorum.

Her an her yerde iyi kötü binlerce hadise yaşanıyor. Cep telefonu, telefon, radyo, televizyon, gazete, dergi ve fısıltı iletişimi ile herkes bunlardan hemen haberdar oluyor.

Olması gerekenin aksine, bu haberlerde genellikle çirkinlikler, kötülükler nazara verildiğinden her insanın her an moralini bozup sinirlerini gererek asabileştirecek bir yığın sebep zuhur ediyor.

Bunlardan olsa gerek; çehreler kaygılı, simalar solgun, suratlar asık, yüz hatları gergin, bakışlar öfkeli, haller endişeli, hareketler asabî, duruşlar katı, tavırlar soğuk.

Hülâsa, insanı bedbin edecek her türlü sebep var.

Hal böyle olunca çevrede de bir müsebbip göremiyorum.

Bu yüzden orta yerde müteşekkî, mütereddit, mütehayyir kalıyorum.

Zaman mı değişti, asır mı başkalaştı, yoksa insanlar mı şaştı meçhul. Cemiyetin o iman selâmeti ile sükûnet bulup gönül sıcaklığıyla ılıklaşan mânevî iklimi kaybetmesinin, fertlerin de insanî hasletlerini yitirmelerinin sebebi muammâ.

Peki neden?

Bu sorunun cevabını bilmiyorum.

Olanlara da bir mânâ veremiyorum.

Ama o mütebessim simayı hâlâ özlüyorum.

İnşallah, bir gün mutlaka bu hasret bitecek.

Buna bütün kalbimle inanıyorum.

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Eğer vaad edileni bilseydiniz”



Her şeyin bir bedeli vardır; iyiliğin de, kötülüğün de. Her isyan, her günah, tevbe edilmediği takdirde, dünyada ve ahirette insanın başına çok gaileler açar. Allah için çekilen çileler, işlenen hayırlar, yapılan ibadetlerin ise kazançlarına sınır yoktur.

Sahabe bu konuda oldukça duyarlıydı. Allah için çekilen sıkıntıları zevkle üstlenmişti. Dine, canla başla Allah’ın emirlerine bağlı Suffe Ehli gün gelir zayıflık ve açlık sebebiyle namazdayken düşüp bayılırlardı. Yüce bir hakikat uğruna çekilen bu çilelerin sırrını kavrayamayan bedevîler, onlara “deli” derlerdi! Allah Resûlü (asm) ise bunların karşılıksız kalmayacağını, bir namaz sonrasında şöyle müjdelemişlerdi: “Eğer siz, bunların karşılığında Allah katında vaad edilenleri bir bilseydiniz, daha çok zorluklara katlanmak isterdiniz” (Tergib, 5:176.)

Hendek Gününde, Sahabe iştiyakla hendekten kendilerine düşen payları kazıyor; soğuk, açlık ve yorgunluğu zevkle üstleniyorlardı. Açlıktan karınlarına taş bağlıyor, bitap düşmelerine rağmen en küçük bir şikâyete girmiyorlardı. Allah Resûlü (asm) onları tebrik ve takdir ediyor, “Allah’ım, gerçek hayat, ahiret hayatıdır. Ensarı ve Muhacirleri affet”; onlar da büyük bir zevk ve şevkle görevlerini üstlendiklerini dile getiriyor, “Yaşadığımız müddetçe mücadele etmek üzere Muhammed’e biat edenleriz” diyorlardı.

Bu ıztırap, çile ve sıkıntılı günler mânen önemli günlerdi. Feyizli, sevaplı günlerdi. Bolluk ve rahatlık dönemlerinin o ölçüde şükrü vardı. Çilelere sabretmek zordu. O ölçüde de faziletliydi.

Birgün Kâinatın Efendisi (asm), ashabının yüzlerine yansıyan açlığı hissedince, “Size müjde veriyorum. Gün gelecek, herbiriniz sahan sahan tirit yiyeceksiniz” buyurmuştu. Sahabe hemen, “Öyleyse o günlerde daha hayırlı olacağız değil mi ya Resûlallah?” dediğinde “Hayır, bugünlerde o günlerden daha hayırlısınız” (Tergib, 3: 422) demişti.

Demek sabır imtihanı ciddî ve büyük bir imtihan. Zor, ama o ölçüde sevabı büyük.

Hangi yüce, kudsî, büyük bir dâvâ vardır ki uğrunda fedâkârlıklar sergilenmesin, güçlüklere göğüs gerilmesin, sıkıntılara katlanılmasın?

Büyük saadetler, büyük acı ve felâketlerin neticesi değil midir?

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Osman Ağabey de göçtü bu dünyadan



“Kürt Osman” lâkabıyla anılan, aslında “Nur Osman” ünvanını çoktan hak eden Osman Ağabeyimiz de dâr-ı bekaya irtihal eyledi.

Ümmî ve âmiydi o. Konuşmaktan ziyade hep dinleyici olmayı tercih ederdi. Bir suâle muhatap olduğu zaman çok özlü bir şekilde cevap verdikten sonra yine dinleyici konumuna girerdi. Ama derin ve tefekkür yüklü bir duruşu ve dinleme tarzı vardı onun.

Yürürken, otururken hep önüne bakar, kalabalık caddelerde hızlı adımlarla etrafında hiç kimseler yokmuş gibi yoluna devam ederdi.

Hasta olmadan önce onun uğradığı üç mekânı vardı: Cami, dersane ve evi... Bazen de Yeni Asya bürosuna uğrar, gazetesini alır, kısa bir hasbihâlden sonra hızla çıkar, gideceği yere doğru yola koyulurdu Osman Ağabey.

Dış görünüşü ufak tefekti, fakat vakar ve ciddiyeti ona bir heybet hali vermişti. Öfkelendiği veya birilerine kızarak kalp kırdığı, hemen hemen vâkî değildi. Durgun sular gibi kararlı ve oturmuş bir yapısı vardı onun. Halim selimdi, sesli güldüğüne hemen hiç rastlamadık. Hoşuna giden bir haber veya bir söz işittiğinde çok kısa süreli gülümseme ve tesessüm hâli belirirdi onun simasında. Ondan hemen sonra, her zamanki düşünceli, ciddî, vakarlı haline dönerdi Osman Ağabey.

Bir asra yakın bütün ömrünü Nur hizmetinde geçiren, hayatı boyunca hiç yalpalamadan, hiçbir zikzak çizmeden, hep istikamet üzere olmanın gayretinde olan, tavizsiz bir hizmet tarzını şiâr edinen ve son nefesine kadar böyle yaşamanın derdine düşen Osman Ağabeyden hepimizin alacağı dersler olmalı diye düşünüyorum.

Âmî ve okur-yazar olmamakla beraber bir ömür boyu istikamet üzere olmak... Sırf Nurları dinlemek sûretiyle Nurlara samîmî ve ciddî talebe olabilme şerefine nâil olmak... Mektep medrese görmeden Risâlelere muhatap olmak ve oradaki hak ve hakikatlerdan tam mânâsıyla istifade edebilmek... Ve Nurların tebliğ ve naşirliği hizmetini yüklenmek...

Tıpkı Üstadın sitayişle bahsettiği Adilcevazlı Kürt Bekir gibi.

Tıpkı saff-ı evvel talebelerden ve mühim bir âlim olan Hüsrev Ağabeyin, Nurları ilk defa tanımasına vesile olan âmî ve ümmî Emrullah oğlu Bekir gibi.

Aynen Bediüzzaman’ın; “Ümmî, fakat allâmelerin işini gören ve esrâr-ı Kur’âniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebep olan, âhiret kardeşim Âdilcevazlı Bekir Ağa...” diyerek methettiği ağabeye benziyor Osman Ağabeyimizin sergüzeşt-i hayatı...

Evet âmî ve ümmî olmakla beraber Bediüzzaman’a ve Nurlara talebe olabilmek... Nice âlimlerin, nice diplomalı zatların, nice sözde kariyer sahibi insanların anlamakta zorlandığı veya anlayabilme basîretini gösteremediği Risâle-i Nur’lara talebe olabilme basiretini gösterebilerek o şerefe nail olan âmî ve okur-yazar dahi olmayan bu gibi isimsiz kahramanlardan, bu kudsî dâvânın bütün müdavimlerinin alacağı ders olmalı diye düşünüyorum. Demek ki Cenâb-ı Hak isterse âmî ve ümmî insanlara dahi din-i mübîne hizmet etme işini yaptırır. Bu konuda hiç de kaygılanmaya, dertlenmeye gerek yok.

Ne mutlu sana Osman Ağabey! Adilcevazlı Bekir Ağa misâli bir asra yakın ömrünle, bir çok âlimin yapamadığı ulvî ve şerefli bir vazifeyi, âmî ve ümmî olduğun halde îfâ ederek, bu fani dünyadan, asıl ve ebedî yurdun olan dar-ı bekaya göçtün.

Yolun açık, kabrin pür nur, mekânın Cennet olsun Nurlu Osman Ağabey!

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Büyük Duâ Kitabı



Gazetemiz Yeni Asya yıllardır sürdürdüğü kitap hediyelerine bu gün bir yenisini daha ekledi. Büyük Duâ Kitabının kupon neşrine bugün başladı.

Duâ her saniye ihtiyacımız. Duâ Allah’a sığınma dilimiz. Duâ Allah’tan isteme dilimiz. Duâ Allah’a halimizi arz etme dilimiz. Duâ Allah’a yaklaşma dilimiz. Duâ Allah katındaki değerimiz. Duâ istikametimiz. Duâ aradığını bulma yolumuz. Duâ istediğini elde etme biçimimiz. Duâ umduğuna ulaşma tarzımız. Duâ korktuğundan emin olma şeklimiz.

Duâsız kalmayalım. Karıncadan file, sinekten balığa, zerrelerden kürelere kâinatta her şey duâ lisanıyla Allah’a sığınır, Allah’ı anar, Allah’ı tesbih eder. Her bir çekirdek, kalbini İşiten Allah’a yönlendirmiş birer duâ taneciğidir. Her bir dal, Seven Allah’a uzanmış birer duâ elidir. Her bir yaprak Veren Allah’a açılmış birer duâ avucudur. Her bir çiçek hale hale rahmet ile Allah’a ulaşan birer duâ sözcüğüdür. Her bir meyve kabul edilmiş birer duâ mecmuasıdır.

Her şey duâ ürünüdür. Mevcudatın şu hazır hali, gelecek binlerce mevcut için birer duâ elidir, duâ dilidir. İnsan, ebediyet için bir duâdır. Peygamber Efendimiz’in (asm) varlığı kâinatın varlığı için bir duâdır, dini kâinatın devamı için bir duâdır, ibadeti ebedî ahiretin ve Cennetin gelmesi için bir duâdır. Alıyla, moruyla, acısıyla, tatlısıyla, hayrıyla, şerriyle, günaha ve sevaba götüren yollarıyla dünya Cennet için bir duâdır.

Rabbimiz bizden duâ istiyor. Her duâmıza cevap vereceğini bildiriyor1 ve “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”2 diyor. Bize duâmız ölçüsünde kıymet veriyor. Kulluğumuzun derecesini duâmızla tayin ediyor. Bilmediğimiz kapıları, ummadığımız sevinçleri, beklemediğimiz hazineleri duâmızla açıyor.

Müslümanlar duâ olarak dünyanın en zengin ve en şanslı insanları değil mi? Ellerindeki İlâhî kitap Kur’ân’da ve hadislerde binlerce makbul duâ örnekleri var çünkü. Hazret-i Peygamber’in (asm) hayatı sayısız makbul duâ örnekleriyle dolu. Bin dört yüz yıllık İslâm tarihi sayısız makbul duâ örnekleriyle dolu. En sıradan işlerimizden en önem verdiğimiz yoğunluklarımıza kadar hayatımızın her ânı için onlarca duâ cümleleri elimizden tutuyor. Bu cümlelere ulaşamayan için gam ve keder yok gerçi. Herkesin kendi lisanı en paha biçilmez duâ destanı yazar. Lisan “Allah” dese kâfidir. Dil “Rabbim” dese yeterlidir. Kalp “Hû” dese kifayet eder. Ama lisanın, dilin ve kalbin meramını anlatacak duâ cümleleri olur ve bu cümlelerin kelimeleri eğer duâları kabul eden makam tarafından, yani bizzat Allah tarafından dizilmiş ve gönderilmiş olursa, bu cümlelerle duâ daha özden ve daha içten yapılır ve duânın makbuliyet derecesi de yükselmiş olur.

Yeni Asya böyle bir duâ hazinesini okuyucusuna kazandırıyor. Duâlarımızı birbirimize ortak el ve dil kılmak için, gelin Yeni Asya’yı yakınlarımızdan başlayarak yakın çevremizden ulaştırmadığımız kimse kalmasın. Herkese ulaştıralım. Allah için. Duâ hizmetine karınca kararınca katkı sağlamak için. Duâda ellerin daha güçlü kalkması için. Duâmızın daha makbul olması için.

Peygamber Efendimiz (asm) İslâm dinini tebliğe önce yakınlarından başladı. Böyle emir aldı, böyle yaptı. Yakınlarından çok da destek gördüğü söylenemez aslında. Ebû Talip’in dışında başlangıçta çoğunluğu araziye uygun davrandı. Ebû Talip de inanan birisi değildi. Peygamber Efendimiz (asm) yalnızdı. Ama tebliği bir an bırakmadı.

Allah bize de emr-i bilmaruf ve nehy-i ani’l-münker (iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak) görevi yükledi. Cihad görevi yükledi. Fakat bizler işlerimizin peşinde, koşuşturmalarımızın içinde bu görevleri çoğu zaman unuttuk. İyiliği kendimiz yapınca, kötülükten kendimiz sakınınca, dinimizi kendimiz tanıyınca, imanımızı kendimiz güzelleştirince bize yeter sandık. Oysa yetmiyor. Şöyle bir çevremize bakalım. İnanın; onlarca insan bizden el uzatmamızı bekliyor. Din adına şefkat bekliyor. Yardım bekliyor. İnandığımız güzelliklerimizi paylaşmamızı bekliyor.

Ama biz maalesef—kendi adıma söylüyorum—cimri davranıyoruz. Elimizdeki güzelliklerden en yakınlarımızı bile haberdar etmiyoruz, edemiyoruz. Bunun mahşerde bir hesabı olmayacak mı? Elbette olacak. Ve inanın; benim tek korkum bu. Ve inanın; Yeni Asya’nın bütün yazarları bu korku ile yazıyor, bütün çalışanları bu korku ile çalışıyor. Elimizdeki güzellikleri tebliğ edip etmeme açısından mahşerde Allah’a hesap verme korkusuyla.

Öyleyse, tebliğ yükü ile yüklü Yeni Asya’yı başkalarına ulaştırmak, tanıtmak, almasını önermek, bizim için tebliğ demektir, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker demektir, mahşerdeki sorguyu bir ölçüde hafifletmek demektir. Çünkü Yeni Asya bizim adımıza bunu yapıyor. Sevdiklerimize, dostlarımıza, yakınlarımıza bir gazete bırakalım yeter. Gazetemizi tanıtalım ve mümkünse bir kere almasını sağlayalım yeter. Bizim söylemek isteyip söylemeye güç yetiremediğimiz bütün güzellikleri Yeni Asya söylesin. Sebep olduğumuz için bizim de yüzümüz ak olsun.

Dipnotlar:

1- Mü’min Sûresi: 60

2- Furkan Sûresi: 77

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Teşekkür ve mükâfatlaşmak



Şükrün ölçüsü, teşekkürdür, kanaattir. Memnuniyetin kal yani konuşma dili “teşekkür ederim”de saklıdır. Ya da “Allah Razı olsun” demektir. Kanaat, azimli bir gayretle beklentisiz sonuca razı olmaktır. Kabullenilen netice, beraberinde yeni bir mutluluğu getirmektedir. Mutluluğun hal dili ise yüzümüze yansıyan tebessümden, diyaloğa açık tarzımıza ve “vicdanî bir lezzet” olan hidayetin tercümesine şahitliktir.

Resûlullah (asm), gölgesinde dinlendiği hurma ağacına teşekkür ederdi. “Allah ömrünü uzun, dallarını yeşil tutsun” derdi.

Uhud harbinde, Uhud Dağının kendilerine sığınak olan mağaralarına ve dağına olan memnuniyetini sık sık dile getirirdi. “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz” derdi. Uhud şehitlerini ziyaretinde bunu telâffuz eder ve o günlerin aziz hatırasının mekâna düşen kaydını anardı.

***

Peygamberimiz (asm), çevreyi muhabbetle seyrederdi. Tefekkür ederdi. Kâinatla barışık yaşardı. Hayvanlara, bitkilere ve eşyaya itinalı davranırdı. Şefkat timsaliydi. Kendisine hizmet eden her şeyle münasebeti vardı. Onlara ilgi duyar ve şuurlu olsun, şuursuz olsun ifa ettikleri vazifelerinden dolayı müteşekkir kalırdı.

“Müteşekkirim” demek, bir takdir ve teşviktir. Vefa hissinin manidar tecellîsidir. Hasletlerin takdirle beyanı, tebliğin bereketidir aynı zamanda. Üçüncü kişilere bir moral aşısıdır. Emsâl teşkil eder.

Müsbet beyan, meziyeti kabul, beceriyi tasdik ve takdim; sevaplı bir ortaklık ve kadirşinas bir hâlet-i ruhiyedir.

***

Şakirt olmak, hizmetin ezasına ve cefasına talip olurken, yaşanılan mânâ kazandığı bir lütuf emaresi olarak şakirâne şükür etmek, ihlâslı bir teslimiyetin şanındandır. Mübarek bir vasfın, ulvî bir seciyenin tezahürüdür. Sîreti sûretine yansımış bu içli halin insibağı, elbette muhabbet tohumlarını ekecek ve teşekkür meyveleri ile devam edecektir.

Âyette geçen “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk” mânâsına mazhar olmanın sevinci, şükür ister. Böylece; bir teşekkür eder, bir takdir yapar, bir takriz yazar, bir âlicenaplık gösterir.

Niyetlerin filizlenmesi, amelin emanete sadık sıfatından sudur eder. Tahakkuk eden serencamımızın sebepler tahtındaki ve kader canibindeki mesulü biziz. Şikâyet etmeden kabul, tenkit etmeden çare, tepki vermeden tashih, taviz vermeden tedbir ve “olmaz” demeden olurun takdirine sunulan bir niyetin muvaffakiyeti, beşerî ve cismânî sonuçları fazlasıyla aşmıştır. Kabule şayan olan rıza dairesinde netice çoktan hasıl olmuştur.

***

Cihadda “İndirilen üç bin meleğin takviye etmesi” müjdesi, İlâhî hükmün inayetini verir mücahede edenlere… Allah’ın açık yardımı Kur’ânî müjde ile bize duyurulduğuna göre, O’na sığınmak, O’ndan medet dilemek, O’ndan bilmek, O’na dönmek ve sebeplerin beşerî varlıklarını aşmak; kesretten tevhide iz’an mertebesini sağlar.

***

Al-i İmran Sûresi’nde geçen, “İşte onların mükâfatı” ile müjdelenen mü’minlerin adresi “içinde ebedî kalacakları cennetlerdir” diye teşvik edilir.

Mükâfatı Allah’tan alan bir kulun, mükâfat müjdecisi olarak şevk vermek, şükür secdesine kapanmak, ebediyete hazırlık yapmak dışında neye ihtiyacı var ki? Sebeplerin müessiriyeti, maksada hizmete matuftur.

***

Yine Âl-i İmran’da “Uhud’da iki ordu karşılaştıklarında sizi bırakıp gidenler...” portresi manidardır.

Yine affedicilik ve duâ ile istişare içinde muâmele etmek ve sonunda kararlarımızda Allah’a dayanıp, güvenerek yolumuza devam etmek esastır.

01.10.2006

E-Posta: [email protected]





Yasemin GÜLEÇYÜZ

Oruç: Bıçaksız ameliyat…



Oruç ibadeti, İslâmın beş şartından biri. Bir kişinin Ramazan ayını orucuyla ihyâ etmesi onun Müslüman olduğunun işareti.

Ramazan orucunun Rububiyet-i İlâhiyeye, kişinin şahsî ve sosyal hayatına, nefsin terbiyesine, nimetlerin şükrüne bakan çok hikmetleri var.

Ramazan Risâlesi, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu ibadeti her yönüyle gözler önüne serdiği muhteşem bir eser. Her bir cümlesi farklı açılardan, alanında uzman bilim adamlarınca tahlil edilmesi gereken bu eserin bir bölümünde “İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve manevî bir perhizdir” cümlesi yer alır.

Geçenlerde Aktüel dergisinden okuduğum haber, tam da bu konuyla ilgiliydi. Orucun fıtrî ve sağlıklı bir hayat için gerekliliği bir ekol oluşturacak kadar Batı ülkelerinde benimsenmişti. Tabiî çoğu Batılı, orucu ibadet niyetiyle tutmuyor, sadece açlığın beden üzerindeki müsbet etkilerini benimsemişler…

Oruç terapileri

“Bıçaksız ameliyat oruç” başlığıyla sunulan haberde Batıda pek çok oruç kliniğinin mevcudiyetinden ve uygulanan “oruç terapi”lerinden bahsediliyordu.

Yüz yıl önce Alman bir profesörün geliştirdiği teoriye göre kanserden migrene her hastalık oruçla tedavi edilebiliyor. İlk olarak 1900’lü yılların başında yaşayan Alman fizyoterapi uzmanı Prof. Dr. Arnold Ehret tarafından geliştirilen oruç terapisi, hastalık ve beslenme bağlantısını esas alıyor.

Yine bir başka Alman bilim adamı doktor Otto Buchinger, “Oruç bıçaksız ameliyattır!” diyor.

1950’de Almanya’da bir oruç kliniği açan ve bu gün bile bir çok Avrupalının tedavi olmak için başvurduğu Buchinger Oruç Kliniği, hâlâ faaliyette.

Prof. Dr. Arnold Ehret, Türkçe’ye de çevrilmiş olan “Oruçla yeniden sağlığa kavuşma ve Gençleşme” isimli eserinde, “teori”sini şöyle anlatıyor:

“Organizmanın işlevi, dokuları etkileyen aşırı kan basıncıyla sürekli engellenmektedir. Yemek yeme durduğunda bu basınç ortadan kalkar, kan damarları daralır, kan yoğunlaşır ve aşırı su vücuttan atılır. Bu olay orucun ilk günlerinde gerçekleşir. Fakat sonraki günlerde kan dolaşımındaki engeller gittikçe büyür. Çünkü damarların çapı daralır ve kan akımı vücudun bir çok yerinden geçerek tıkanık bölgelerin içinde ve etrafında dolaşır. Dokuların iç duvarlarından sökülen mukus (ürik asit, kandaki başka zehirler ve doku bozulmaları baş gösterdiğinde iltihap) basınçla dışarı atılır.”

Ehret’e göre orucun 4-5. günlerini takiben birkaç günlük halsizlik ve hastalık haline damar çeperlerinden kopup kana karışan işte bu zararlı maddeler sebep olur. Teoriye göre bu, vücudun iyileşmesi yönünde önemli bir belirtidir.

Evet, bilim adamlarının oruç üzerine yaptıkları çalışmalar devam ediyor.

Orucun sadece sağlık noktasında bile olsa keşfedilmeyi bekleyen daha nice hikmetleri var şüphesiz.

Peygamberimiz (asm) “Oruç tutunuz ki, sağlıklı olasınız” demiyor mu?

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Ana gündem cumhurbaşkanlığı



TBMM olağan çalışmasının açılışını bugün yapacak. 22. dönem 5. yasama yılı açılışında Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanı olarak son kez Meclis’e hitap edecek. Sezer’in konuşması merakla bekleniyor. “Veda” konuşmasında “ciddî” uyarılarda bulunacağı ifade ediliyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın olmayacağı açılış töreninde Sezer’in yapacağı konuşma kadar TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın konuşması da merakla beklenmeli…

*

Başbakan Erdoğan üç günü kapsayan ABD ziyaretine dün başladı. Başbakan bir dizi çalışmanın ardından bugün Washington’a geçecek. Erdoğan’ın yarın da Beyaz Saray’da ABD Başkanı Bush ile bir araya gelerek uluslar arası terörizmle mücadele, terör örgütü PKK’ya yönelik mücadelenin ABD’den beklentileri, Türkiye’nin AB üyeliği, Kıbrıs, Ortadoğu’da özellikle İsrail, Filistin ve Lübnan’da yaşanan gelişmeleri gündeme getireceği söyleniyor.

Erdoğan, temaslarının ardından Washington’dan İngiltere’nin başşehri Londra’ya hareket edecek, 3 Ekim’de İngiltere Başbakanı Tony Blair ile yapacağı görüşmeden sonra Türkiye’ye dönecek.

Her ABD ziyareti sırasında Musevî cemaati ile yapılan toplantılar anlaşılan bu kez gerçekleşemeyecek. Çünkü, Yahudilerin bayramı olan Yom Kippur’da (Kefaret Günü) Erdoğan’ın ABD’de olduğu tarihlere rastladı.

Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan, Abdullah Gül’ün Başbakanlığı döneminde “AKP Genel Başkanı” sıfatı ile Bush’la Beyaz Saray’da görüşmüş, Bush tarafından “sıcak” bir şekilde karşılanmış, daha sonra da başbakan olmuştu. Şimdi de “Bush’la görüşmesinin ardından cumhurbaşkanlığı yolu açılacak” demiyoruz ancak “siyasî analistler” bu görüşmeden sonra hem Erdoğan’ın, hem de Bush’un hareketlerinden, mimiklerinden, oturuşlarından, giydiği elbise ve kravatının renginden bir mânâlar çıkarıp, önümüzdeki yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilişkilendirecektir.

*

Mayıs 2007’de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimine daha 8 ay olmasına rağmen Sezer’in bugün yapacağı konuşmasının ardından Cumhurbaşkanlığı tartışmaları da başlayacak. Adaylar konusundaki tahminler gazete sütunlarını, televizyon ekranlarını dolduracak.

Başbakan Erdoğan’ın veya bir başkasının cumhurbaşkanlığı adaylığı tartışılacak, kafalarda oluşturulacak adaylar, herkesin kendi kıstasına göre değerlendirilecek.

Daha şimdiden Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığının önünü kesmek için çalışmalar yapılmaya başlandı. Ana muhalefet partisi CHP, bu çalışmaların öncüsü rolünde.

“Ön kesme” çalışmalarına katkı sağlayan tekliflerden biri de eski lideri aylardır hastahanede olan DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’den geldi. Başbakan Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını engellemek için bir formül geliştiren Sezer, bir milyon kişiyle çıkıp bir miting yapma önerisini CHP’ye iletmiş. Sezer, bu mitingin adını da koymuş “duyarlılık mitingi…” Siyasete böyle “yön” verileceğini söylüyor Sezer…

Her Türk vatandaşı gibi Erdoğan’ın da cumhurbaşkanlığına adaylığını koyma hakkı var. Ancak, “ön kesmecilerin” öne sürdükleri gerekçeler düşündürücü: Eşinin başı örtülü olanlar cumhurbaşkanlığına aday olamaz…

Ülke yönetiminin tepesinde bulunan üç isimden birisi olan, protokolde ikinci sırada yer alan Meclis Başkanı Arınç ve üçüncü sırada yer alan Başbakan Erdoğan’ın eşlerinin başlarının kapalı olması “sunî krizcilerin” tartışmaları dışında önemli bir ekonomik krize veya bir sıkıntıya sebep olmuş değil. O zaman eşi başörtülü olan birisi niye Cumhurbaşkanı olamasın? Bu sorunun cevabını kimse veremiyor.

Cumhurbaşkanlığı adaylığını eşinin başörtüsüne bağlamak kadar abes bir düşünce ancak Türkiye’de olur herhalde…

Cumhurbaşkanı Sezer’in bugün Meclis’te yapacağı konuşma ile Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın yarın Harp Akademileri’nin açılış töreninde yapacağı konuşma Çankaya tartışmalarını daha da alevlendireceğe benziyor.

Bakalım bu konuşmalar birilerinin söylediği gibi yeni bir sürecin başlangıcı mı olacak, yoksa gündem normal seyrinde mi devam edecek?

Anlaşılan önümüzdeki 8 ayda Ankara’nın ana gündemi cumhurbaşkanlığı seçimleri olacak…

01.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İrtica nedir?



22 Eylül Cuma günü bu köşede çıkan “Yine mi 28 Şubat?” başlıklı yazımızla ilgili olarak, Sağlık-İş Sendikası Başkanı Mustafa Başoğlu’dan bir mesaj aldık.

Aktarıyoruz:

***

Bir süre gündem dışı tutulan irtica tartışması sizin de belirttiğiniz gibi İsmail Ağa Camii olayı nedeniyle yeniden ısıtılarak gündemdeki yerine oturtulmuştur.

Önce Sayın Cumhurbaşkanının Harp Akademilerinde yaptığı konuşma, sonra üniversitelerin yeni eğitim yılına başlamaları nedeniyle rektörlerin yaptıkları konuşmalar ve bazı komutanların 28 Şubat’ı andıran söylemleri, yine irticaya dikkatlerin çekilmesini öngörmektedir.

Bilgi Edinme Kanunu gereğince resmî makamlara yaptığım yazılı başvuru üzerine, irticanın ne olduğuna ilişkin bana herhangi bir bilgi vermediler. Ya ellerinde öyle bir bilgi yok veya bilgiler sır gibi saklandığı için açığa çıkmasın diye vermediler. Sebebini bilemiyorum.

Ama bilinen bir gerçek var:

O da, nerede sarıklı, takkeli ya da uzun sakallı, şalvarlı, cübbeli kişiler, başı örtülü, siyah çarşaflı, uzun pardesü giyen bayanlar varsa, orada bir irtica tehlikesinin başgösterdiğinin iddia edilmesi ve ilgililerin bunun üzerine açıklama üstüne açıklama yapıp irtica tehlikesine dikkatleri çekmeleridir.

Sizin yazınıza başlık yaptığınız ve yazınızın içinde tekrarladığınız 28 Şubat süreci de bu ve benzeri iddialarla başlatılmış; öne çıkarılan iki erkekle iki bayan ve zamanın Başbakanının Başbakanlıkta içlerinde sarıklı veya sakallı zatların da bulunduğu kişilere verdiği iftar yemeği, 28 Şubat sürecinin en büyük gerekçeleri içinde yer almıştı.

Madem ki bu milletin yüzde 99’u Müslümandır; o halde Türkiye’de irtica bir tehlike sayılamaz. İrtica, mevcut şartları kabul etmeden geriye dönüş için kullanıyorsa, o zaman Müslümanların geriye dönme gibi bir hevesleri yoktur. Hiçbir Müslüman böyle bir özlem içinde değildir. Bu nedenle irtica sözcüğü birçok kimseye uysa bile Müslümanlara uymayan bir tanımlamadır.

Ama bazı çevreler İslâmın dinî vecibelerini yerine getirenleri irticacı saymaktadırlar. Onlara göre Kur’ân kursları ve imam hatip liseleri irtica yuvasıdır. Yine onlara göre başını örtmek ve İslâma uygun giyinmek (tesettür) irtica belirtisidir. Ya da Müslüman Türk çocuklarının Kur’ân kurslarına ilgi duymasını irtica belirtisi saymaktadırlar.

Bu açıdan bakıldığı zaman “İrtica vardır” iddiasında bulunanlar, bunu Yüce Allah’ın kullarına gönderdiği tek ve geçerli din olan İslâma bağlamaktadırlar. Yani İslâma doğrudan karşı çıkamayanlar irtica kelimesinin arkasına gizlenerek, dinî vecibelerini yerine getiren Müslümanlar üzerinde baskı kurarak sonuç almaya çalışmaktadırlar.

Hayırlı hizmetlerinizde başarılarınızın devamını Yüce Allah’tan dilerim.

Mustafa Başoğlu

Türkiye Sağlık İşçileri Sendikası Genel Başkanı

01.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004