Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mustafa ÖZCAN

Ankara şifresi ve atfı



Kur’ân-ı Kerim’de kimi müşrikler için ‘Her çığlığı aleyhlerinde zannederler’ denilmektedir. Gerçekten de bazı masum şeyler tehlike olarak gösteriliyor. Bazı tehlikeler ise abartılıyor ve hacminin dışına çıkartılıyor, habbe kubbe yapılıyor ve dünyada bunu sağlayan sektörler ve faktörler var. Sözgelimi, birkaç yıl önce İstanbul’da yaşanan Ramazan saldırısını hatırlatırcasına Ankara’da Ramazan ayı arefesinde muazzam miktarlarda patlayıcılar ele geçirildi. Kimileri bu patlayıcıların PKK bağlantılı olduğunu kimileri de mutad bir şekilde El-Kaide’nin işi olduğunu ileri sürdüler. Bu hengâmede olacak ya Bin Ladin’in yeni bir kaseti ele geçirildi ve kasette Ankara’dan bahsediyordu. Sanki aranan belge ele geçirilmişti. İkisi bir araya getirilerek, harmanlanarak Ankara’nın bombalanmasında yeni bir ipucu olarak takdim edilmeye çalışıldı. Ancak ertesinde patlayıcıların adresi değişirken Bin Ladin’in de Ankara’ya sadece bir tarihi atıfta bulunduğu anlaşılacaktı. Aslında Bin Ladin iki yıl içinde Ankara’ya atıfta bulunan ikinci önemli isim oldu. Birincisi bilindiği gibi Regensburg sürecinde Papa 16’ıncı Benediktus oldu ve dönemin Bizans İmparatoru’nun Ankara yakınlarında görüştüğü bir Müslüman din adamına ‘İslâm şiddettten başka ne getirdi ki, İslâm kılıçla yayılmıştır’ dediğini ileri sürecektir. Papa’nın bu kendinden menkul yakışıksız sözleri galeyan, çalkantı ve vaveyla meydana getirirken Regensburg süreci İstanbul’da hız kesti.

Papa’dan sonra son yıllarda Ankara atfında bulunan önemli isimlerden birisi de Bin Ladin oldu. Aslında bu atıfta Ankara’nın Ankara ile sembolizmden başka bir alâkası yok. Yani geçmişte olay Ankara’da geçmiş olmasına rağmen bugünkü atıfta Ankara’nın hiçbir dahli ve önemi yok. Ladin yeni kasetindeki konuşmasında, Müslüman bir liderin, bir kadının yardım çağrısı karşısında Ankara’ya gidip şehri aldığını ve o kadını esaretten kurtardığını anlatıyor ve “Yahudi ve Hıristiyanlar, Müslümanları hapsetti. Bir Müslüman komutan da Ankara’ya gidip iki kuleyi yıktı” diyor. Bin Ladin burada galiba tevriye yapıyor. Tarihi, Ankara üzerinden günümüzdeki Washington’a uyarlıyor. Tarihî bir hadiseden yola çıkarak 11 Eylül’e temas ediyor, göndermede bulunuyor.

Tarih aynasında Bush’u Müslüman kadını esir eden Bizans imparatoruna kendisini veya 11 Eylül eylemini gerçekleştirdikleri varsayılanları da Mutasım Billah veya onun komutanları olarak görüyor. Tarihte gerçekten de böyle bir hadise var. Bu tarihi olay ‘Va mutasımah’ şeklinde tarihe geçmiştir. Muzaffer Kutz ile alâkalı olarak tarihe geçen ‘Va İslâmah’ ifadesine mumasil olarak Mutasım için de ‘Va mutasımah’ dillerde destan olmuş ve benzeri imdat çığlıkları için deyim ve darb-ı mesel olagelmiştir. Tarihî rivayetlere göre, Mutasım döneminde Bizanslılar bir Müslüman kadına tasallut ederler ve onun çığlığı Bağdat’a kadar ulaşır. Bu çığlığı duyan Mutasım ise otağında duramaz ve derhal bir ordu techiz ederek Bizans sınırlarına; serhat illerine gönderir ve bir ucu Bağdat’ta diğer ucu Bizans sınırlarında olan ordu Müslüman kadını kurtararak misyonunu tamamlar. Bu tarihi olay daima Müslüman şehametini göstermek için kullanılır ve hatırlatılır. Müslümanın kanı ve onuru ucuz değildir. Müslüman bir kadın ve erkeğin değeri budur ve küffara esir düşmüş Müslüman bu örnekteki gibi kurtarılır. Bin Ladin de bu tarihi olaya atıfta bulunmaktadır. Ankara ile ilgisi de bundan ibarettir.

***

Bununla birlikte kıssa birçok sembolle örülü ve örtülüdür. Ankara o dönemde Bizanslıların elinde olsa da Bizanslılardan Müslüman kadını kurtaran Mutasım bir tarafıyla Türk’tür ve Türk askeri için Samarra’yı kuran da odur. Hicrî 179 yılında Harun Reşid’in Marida adındaki bir Türk cariyesinden dünyaya gelmiştir. Me’mun’un döneminde Anadolu’da Bizans kuvvetleriyle çarpıştı ve pek parlak zaferler elde etti. Bu şecaat ve cesareti sebebiyle Me’mun tarafından Mısır’a vali olarak atandı. Abbasi devleti içinde mühim değişiklikler yaptı. Sadakatinden emin olmadığı Pers unsurunu Türk unsuruyla değiştirdi. 218 yılında tahta çıkan Mutasım tahta çıkar çıkmaz İranlıların nüfuzunu kırdı. İranlılar siyasetle çok içli dışlı hâle gelmişler ve payitahtı ve siyasetini avuçları içine almışlardı. Saltanatının güvenliğini Türk askerine emanet etti. Türkler vasıtasıyla İranlıların entrikalarından kurtulmaya çalıştı. Bununla birlikte kardeşi Me’mun gibi Mutezile fikirlerine yakınlık gösteriyordu ve devletin resmî doktrini yapmıştı. Dönemi bundan dolayı mihnet ve çile devri olarak anılmıştır. Bilâhare mihnet dönemi Mütevekkil döneminde hitama ermiş ve sular eski mecrasında akmaya başlamıştır. ‘Her kötü adamın iyi bir tarafı vardır’ fehvasınca onun da mutlaka iyi tarafları vardı. Bunlardan birisi de Bizans sınırlarındaki faaliyetleri ve Müslüman kadının haysiyet ve onuruna sahip çıkmasıdır.

***

Bizanslıların Müslüman kadının başörtüsüne dokunan ellerini kırmış ve Müslüman kadının onur ve haysiyetini korumuş ve ayaklar altına alınan kerametini iade etmiştir. Maalesef gazeteler ve gazeteciler tarihi bilmediklerinden dolayı tarihî atıflarla meşbu olan Bin Ladin’in mesajını veya kriptosunu çözemiyorlar. Onun yerine ‘sağır duymaz, uydurur’ misali uydurdukça uyduruyorlar. Türk basınının eksikliği kendisini sadece ilâhiyat alanında değil tarih alanında da gösteriyor. Bu itibarla tarihe de iyi çalışması gerekiyor. Her alanda sınıfta kalmış olan Türk basını belki bu sayede biaz sınıf atlar.

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Nasıl bir kardeşsiniz?



Yaz gezilerinin en arzu ettiğim taraflarından birisi, akraba, kardeş, dost, arkadaş albümlerime yeni isimlerin ve resimlerin katılmasıdır. Gittiğimiz mekânlardaki selâm verdiğimiz insan sayısına bir iki daha ilave yapmak, gezi hedeflerimden birisidir. Tabiî sadece selâm verecek insan sayısı değil, selâmla birlikte paylaşacağımız hakîkatleri bir iki kişiye daha ulaştırmaktır derdim. Ama selâm olmadan kelâm olmuyor.

Tabiî öncelikli gezi amacımız, sıla-i rahimdir. Zira biliyoruz ki, sıla-i rahmi kesen Allah’ın rahmetinden de ümidini kesmelidir. Sıla-i rahmi kesen evinin bereketinin kesilmesine zemin hazırlıyor demektir. Onun için kan kardeşlerle oturup dertleşmek, duygu paylaşımı yapmak, şartları nasıl olursa olsun, insan için önemli bir ihtiyaç. Kız kardeşimiz, erkek kardeşimiz, ablamız, ağabeyimiz bu dünyada bizlere verilmiş birer yakın arkadaş ve sıcak bir dost ve bizi en az bizim kadar düşünen birer yardımcı konumundadır.

Onun için kan kardeşleriyle bağları güçlendirmeli insan.

Muhacir ve ensar çok güzel bir örnek

Tabiî bir de iman kardeşliği var ki, bu noktaya apayrı bir sayfa açmak gerekiyor. Dinin ortaya koyduğu, şartlarını dinin belirlediği bir kardeşlik. Tıpkı Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir iman kardeşlerine karşı, Medineli ensarın gösterdiği yakınlık, sıcaklık, paylaşım, ihlâs, sadakat çok özel üzerinde düşünülesi bir muameledir. Tanımadığı, bilmediği, görmediği insanlara karşı, sadece dinin ‘kardeş’ ilân etmesi sonucu, ‘kendisi için ne istiyorsa, kardeşi için de onu ister hale gelmeleri’, ‘kendilerine yapılmasını istemediklerini kardeşlerine de yapmama’ halleri imanın insana kattığı nurdan başka bir şey olamaz.

Şimdi yaz tatillerinde gittiğimiz farklı şehirlerdeki iman kardeşlerimizle, nur talebesi kardeşlerimizle olan muamelelerimizde, inanın ensarın davranışlarından izler taşımaktadır. İlk kez gittiğimiz şehirdeki, ilk kez görüşeceğimiz, nurlarla hayatını süslendirmiş kardeşimizin tavrını merak ediyorum. Ve onun tavrı ile kan akrabalarımdan herhangi birisinin tavrı arasında ne gibi bir benzerlik olacağına kendimi uyarıyorum.

Davranışlar içeriden size bilgi sunuyor

İlk kez karşılaştığımız iman kardeşimin ‘hoş geldiniz’ ses tonu, ‘nasılsınız’ ses tonu ve musafaha yaparkenki kucaklayışındaki kollarına yüklediği o kardeşlik hissi, gerçekten ehl-i iman olmanın o yüksek makamını gösterir bir muhteva taşıyor.

Bu davranışların varlıkla yoklukla da pek bir alâkası yok. Çünkü kişi varının davranışlarını içinde taşır. Nice varlığı çok olanlar var ki, o samimiyeti ve ihlâsı kaybetmiş. Nice az ama sadece varını paylaşanlar var ki, o küçücük var, ona koca bir hazinenin kapısını aralamaktadır.

Anadolumuzda şehir şehir, ilçe ilçe, köy köy birbirinden farklı kültür, birbirinden farklı davranış ve birbirinden renkli ilgi örnekleriyle karşılaşıyorsunuz. Hepsi de içerisinde dinimizden özler taşıyarak varlığını yarınlara taşıyorlar.

Çoban, ‘biz kardeşiz’ diyor

Toros dağlarının eteklerinde, yol kenarına kurmuş olduğu çoban evinde, gelen giden yolcu misafirlerine taze ayran ikram eden ve ikram ederken de lezzet alan, tebessüm ederek, ‘biz kardeşiz’ diyen çoban amcayı böyle bir halete taşıyan sizce nedir? Ona, gelen geçen yolculara ‘biz kardeşiz´ dedirten hangi bilgidir? Belki karnı aç olanlar olabilir diye, kendilerinin yaptıkları açma ekmek içerisinde yağ, peynir ikramları yaptıran ve hiçbir beklenti için de bunları yapmadıkları anlaşılan çobana, gelin siz modern dünyanın tanımlamaları içerisinde bir tanım yapın.

Anadolu bu zenginliklerle dolu. Neresine gitseniz, insanlığa yakışan, nezaket dolu, sevgi dolu, şefkat dolu, merhamet dolu davranışlarla karşılaşıyorsunuz. Onun için özellikle de kitle iletişimini bozan vasıtaların girmediği Anadolu yerleşimlerinde, bu özler daha diri ve canlı olarak yaşamaktadırlar.

İşte Toros dağlarının eteklerinde yaşayan televizyonsuz, internetsiz, radyosuz, gazetesiz, dergisiz insanların ortaya koydukları davranış modelleri.

Oysa ki şehirdeki insanlar arasında, iletişim araçlarının sosyal ilişkileri bitirmesi dikkat çekici… İletişim araçlarının çocuk oyunlarını bitirmesi hayret verici… İletişim araçlarının ev oturmalarını bitirmesi hüzün verici…

Sevgili, 60 yaşındaki teyzemin evinde dört tane televizyon var. 15 dakika oturabildik teyzemle. Nasılsın teyze? İyiyim teyzem, sen nasılsın? Ben de iyiyim teyze. Çocuklar nasıl? Onlar da iyiler, sizinkiler nasıl? Bizimkiler de iyiler.

Haydi hoşça kalın teyze. Güle güle teyzem.

Gidilmeyen akraba yabancılaşıyor, gidilen yabancılar akrabalaşıyor.

Neyini kaybettiğini bilememek ne kadar acı!

Peki ne oluyor da, insanlar köylerden, kasabalardan, dağ eteklerinden şehirlere göçtükçe, şehir yaşanır olmaktan çıkıyor? Yine neler oluyor da, insanlar daha çok bilgiye, daha çok kültüre sahip oldukça; bilgi kültür yaşanır olmaktan çıkıyor?

Hani şehirde olmak, şehirli olmak, kalabalıklar içerisinde olmak daha çok hak ve hukuku gözeterek yaşamak olarak değerlendiriliyordu? Hani şehirli olmak ile medeni olmak aynı anlamda kullanılıyordu?

Şehirler hâlâ nelerini kaybettiğini aramayacaklar mı?

Neyini kaybettiğini bilememek kadar bir cehalet var mı?

En acısı da bu…

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Ben” değil, “Biz” sistemiyle çalışan cemaatin gücü



“Topluluk/grup” anlamında olan cemaat; aynı düşünce, aynı duygu, aynı hedef, aynı görüş ve ideâlleri paylaşan fertlerin bir araya gelerek oluşturdukları içtimâî/sosyal birlikteliktir. Cemaatin en belirgin özelliği, “Ben” değil, “Biz” duygusudur. Asıl hedefi herhangi bir maddî çıkar değil, manevîdir, hizmettir. Dolayısıyla fertler, “Ben böyle düşünüyorum, böyle olmalı!” veya, “Cemaat yanlış yapıyor, öyle değil, böyle olmalı!” diye çıkış yapamaz. Bu, “enaniyetini/benliğini havuza atıp eritmeye”, yani, “Biz!” prensibine aykırıdır. Bireyleri bir arada tutan da resmî prosedür değil, gönül, duygu bağları ve prensiplerdir.

Cemaat müesseselerinde de eğitim-öğretim süreci devam ederken kimi zaman iletişimde kopukluklar da yaşanır. Zira, insan olan yerde problem vardır. Bu zeminini kayganlaştırıyor. Önemli olan problemleri çözmek, engelleri aşmak, sıkıntıları atlatmak için ferdî hareket değil, yine cemaat şuuru, yardımlaşma ve dayanışma ile onları aşmaktır. İşte, iletişim ve etkileşimin sağlıklı olabilmesi, psiko-sosyal yapımızı ve cemaatin işleyiş sistemini öğrenmek son derece önem arz eder.

Şahs-ı mânevî olan cemaat fertlerden oluşur. Manevî gelişme ve üretim; cemaat sisteminin düzenli ve sağlıklı işletilmesiyle sağlanabilir. Üretim, “cemaate intisap edip dahil olanların cemaat veya cemiyetin kanunlarını ihlâl etmemesine”1 bağlı. Bu da, ferdin istişare/danışma, ittifak, uhuvvet, muhabbet gibi temel mefhumları anlama, benimseme, özümseme ve pratiğe geçirmesi nisbetindedir. Eğer empati ve bunun gereği iletişim, dayanışma ve yardımlaşma sağlanamazsa, ferdî fikirlerin ve şahsî tasavvurların girdabına, yani, tekrar yalnızlığın, bireyselliğin pençesine düşülür.

Cemaatte olan kuvvet, fertte yoktur.2 Fert dahi de olsa, cemaatin şahs-ı manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır.3 Şahıs ne kadar güçlü ve dahi de olsa şahs-ı mânevîye (birçok bireyden oluşan güce) karşı mağlûp düşebilir.4

Bir hadiste, “Cemaatle kılınan namazın, yalnız başına kılınandan yirmi yedi kat sevaplı olduğu”5 beyan edilir. Bu aynı zamanda İslâmda cemaate verilen önemin bizzat Resûlullah’ın (a.s.m.) dilinden ifadesidir. Birlik, beraberlik ve bütünlük, ancak bu ulvî yollarla gerçek mânâda sağlanabilir. Öyle ise, cemaatle yapılan hizmet, tefekkür, sosyal faaliyetler de ferdin/bireyin yaptıklarından kat kat üstün olmalı. İşte cemaatleşme, bu ihtiyacı en güzel ve azamî istifade edilecek derecede temin ederek; fikir, kültür ve tecrübe alış-verişine de hizmet eder.

Cemaat şuuru, birlikteliği meyve verir. Aslında bir gruba fiilen dahil olmadan da bu şuur geliştirilebilir. Ne var ki, pratik hayata yansıması için gönül birliğinin yanında fiilî birliktelik de lâzımdır. Özellikle günümüz cemaatleşmeyi zarurî kılmaktadır. Çünkü, “Zaman cemaat zamanıdır.”

Maddî konularda da bu böyledir. Hem san'at, hem de mal üretimi için cemaatleşme, şirketleşme, ekipleşme şarttır. San'at ve üretimde iştirak, şirketleşme, birlikte hareket, müthiş üretimi doğurduğunu Bediüzzaman şu meşhur örnekle nazara verir:

“Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü’l-mesâi düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir, ve hâkezâ... Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet süratle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi ve taksim-i a’mâl düsturuyla olan san’atın semeresini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler.”6

Mânevî işler, hizmetlerde de cemaatleşme harika sonuçlar doğurur.

Dipnotlar:

1- Muhakemat, s. 21.; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 162.; 3- Sünuhat, s. 52 4- Emirdağ Lâhikası, s. 63.; 5- Tirmizî, Salât, 161.; 6- Lem’alar, s. 169.

15.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



Manisa Turgutlu’dan Muhittin Göçmen: “Namaz kıldırırken imam mikrofon kullanırsa ses kablolar aracılığı ile geldiğinden namaz fasit olur diyorlar. Böyle bir ölçü var mı? Bizim burada cemaat arasında böyle bir sıkıntı var.”

Camilerde ihtiyaç olduğunda imamın, namazda iken amel-i kesir gibi namaz dışı bir davranışa meydan vermemek şartıyla, arkada kalan veya dışarıya taşan cemaate sesini ulaştırmak için mikrofon ve hoparlör kullanması ile namaz bozulmaz. Hoparlöre sesin kablolar aracılığı ile geldiği doğrudur. Fakat bunda namazı bozucu bir husus söz konusu değildir.

Nitekim mikrofon, kablo ve hoparlör sesi hiçbir özelliğini bozmadan ileten birer araçtan ibarettir. Ve ses iletişiminde bizim zaten vasıta kullanmadığımız söylenemez. Meselâ havayı ses iletişiminde kullanıyoruz. Caminin duvarından, taşından istifade ediyoruz.

Hatta ecdadımızın camilere kubbe koymasının bir hikmeti de, sesin yankı vasıtasıyla bütün cami içine eşit şekilde dağılmasını ve herkese ulaşmasını sağlamaktır. Usta mimarlar projelerinde buna dikkat etmişler, ses iletişiminde caminin duvarından ve taşından istifade etmişlerdir.

Bu bidat değildir. Çünkü ses taşıma işi teknik bir meseledir. Dine yeni bir şey ekleme söz konusu değildir. Eskiden bunun için duvar ve taşlar yardımcı olarak kullanılmışsa, bu gün hoparlör kullanılmaktadır. Bunda namazı ifsat edici bir durum söz konusu değildir.

Ancak mikrofon takmak çıkarmak veya mikrofon düzeltmek gibi veya buna benzer bir davranışı namaz içinde yapan bir imamın namazı mikrofon sebebiyle değil, amel-i kesir sebebiyle bozulur. Amel-i kesir, namazda iki el ile yapılan ve dışarıdan bakıldığında namazda olmadığı intibaı veren hareket ve davranıştır.

Ya da, sesin hoparlörle iletildiğine güvenen cemaatin, cami dışında imamdan uzak bir yerde saf tutması halinde de yine mikrofon sebebiyle değil, imamdan uzak yerde saf tutması sebebiyle söz konusu cemaatin namazı ifsat olur.

***

İsim vermeyen okuyucumuz: “Babam ağabeyime bedduâ etti. Ağabeyim de bir hafta sonra gölette boğuldu. Babam sonra kendisinde suçluluk duymaya, bedduâ ettiği için çocuğu öldürdüğüne inanmaya başladı. Bundan şimdi çok rahatsız. Ne yapması lâzım?”

1- Öncelikle ağabeyiniz için Cenâb-ı Allah’tan lütuf, rahmet, merhamet ve mağfiret niyaz ediyorum. Başınız sağ olsun. Bir kaza-i İlâhî olmuş. Yani kaderindeki bir hüküm kaza olmuş, gerçekleşmiş.

2- Müslümana bedduâ etmek doğru bir davranış değildir. İslâm ahlâkı ile bağdaşmaz. Bedduâ eden eğer haksız ise bedduâsı geri döner, sahibini bulur.

3- Fakat ölüm mukadderdir, Allah’ın takdiriyledir. Ölüm sebebi ve şekli her ne kadar bedduâ ile alâkalı gibi gözükse de, ölümden bedduâyı sorumlu tutmak doğru olmaz.

4- Bedduâ yapan bir Müslüman, bu günahı için tövbe eder, bedduâsını geri alır ve bedduâ yaptığı kimseyle helâlleşirse inşallah bu günahtan kurtulmuş olur. Bedduâ yaptığı kimse ölmüşse helâlleşme fırsatı kalmamıştır şüphesiz. Fakat bu defa da tövbe edip, o kişi için hayır duâ etmek gerekiyor. Hatta meselâ her Cuma gibi, her ay gibi belirli periyotlarda birer Yasin okuyup bağışlamak mümkün. Bir daha da dilimizi bedduâya çevirmemeye azamî gayret etmeliyiz. Böylece inşallah bedduâ günahından arınmış oluruz.

***

İsmail Bey: “Akika kurbanının hükmü ve kesme zamanı hakkında bilgi verebilir misiniz? Üçüz çocuğu olan birisi kaç kurban kesmelidir?”

Akîka, lügatte kesmek demektir. Istılâhta ise, doğan çocuğun, saçlarının kesilmesi ile eş zamanda kesilen hayvandır. Sağlık ve sıhhat içinde çocuk gibi bir meyve lütfetmesinden dolayı Allah’a şükrü ifade eder.

Akika kurbanının hükmü sünnettir. Doğumun yedinci günü kesilmesi tavsiye edilmişse de, ergenlik çağına kadar kesilebilmektedir. Akikanın sayısı, çocukların sayısına bağlıdır. Sünnet olan, her çocuk için bir kurban kesmektir. Üçüzler için üçünü de bir anda kesmek yerine, kesim zamanını ergenlik çağına kadar genişletmek ve değişik zamanlara yaymak, eğer uygulama açısından daha kolay olacaksa, bu tercih edilebilir.

Akîka kurbanını kesmemek günah değildir. Bu hususta, imkânlar ölçüsünde hareket edilmesi uygun olur. Peygamber Efendimiz (asm), “Bir çocuğu doğan kimse, ondan dolayı kurban kesmek isterse kessin”1 buyurarak, tercihi ebeveyne bırakmıştır.

Dipnotlar:

1- Ebû Dâvûd, 2842

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yassıada cehennemi (1)



Bundan 47 sene evvel yaşanan "27 Mayıs Darbesi"nin ne olduğunu, nasıl yapıldığını ve ne mânâya geldiğini bilmeyen kimse, sakın ha "Yakın tarihi biliyorum" demesin.

Hele hele siyasete girmesin ve bu mesleğe hiç bulaşmasın böyleleri.

Kezâ, darbe sonrasında Yassıada'da yaşananları bilmeyenler için de, aynı hatırlatmalarda bulunmak durumundayız.

Özellikle yeni nesillere ve konuya dair bilgisini tashih veya tazelemek isteyenlere yardımcı olmak maksadıyla, iki–üç gün sürecek bu yazı dizisini hazırlamış bulunmaktayız.

Lütfen, önümüzdeki hafta başında yayınlanacak olan yazının 2. ve 3. bölümünü de takip ediniz. Burada, hiç bilinmeyen, yahut çok az bilinen bazı mâlumatlara şahit olacaksınız.

Yassıada'da 9 kurban

Cuntacıların emriyle Yassıada'da kurulan ve adına "Yüksek Adâlet Divanı" denilen o alçak mahkeme, dokuz ay süren hakaret ve işkence yüklü duruşmalara, nihayet 11 Ağustos 1961 günü son verdiğini açıkladı.

Mahkeme, 15 Eylül günü (46 yıl önce bugün) ise, "nihaî karar"ını açıkladı.

Açıklanan bu karara göre, 10 Haziran 1960'tan beri, yani 1 yıl dört aydır Yassıada'da tutulan Demokrat iktidarının 400'den fazla siyasetçi, yönetici ve bürokratlarına şu cezalar verildi:

143 kişiye 4 yıl 2 ay, 117 kişiye 5 yıl, 15 kişiye 6 yıl, 6 kişiye 7 yıl, 2 kişiye 8 yıl, 17 kişiye 10 yıl, 3 kişiye 15 yıl, l kişiye 20 yıl, 30 kişiye müebbet hapis, 14 kişiye ise idam cezası. Geriye kalanlardan ise, 7 kişi Yassıada'da vefat ettiği ve bir kısmı da suçsuz bulunduğu için, onlar hakkında beraat kararı verildi.

Yassıada Mahkemeleri'nde 14 DP'li idama mahkûm edilen 14 kişinin ismi şöyle: Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sancar, Nusret Kirişcioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman.

Bu şahıslardan sadece Fatin Rüşdü Zorlu, Hasan Polatkan (16 Eylül) ve Adnan Menderes'in (17 Eylül) cezaları infaz edildi. Diğerlerinin cezası ise, Milli Birlik Komitesince müebbet hapis cezasına çevirildi. Çoğu, buradan alınarak Kayseri Cezaevine gönderildi.

Burada dikkat çeken bir husus şudur: Mahkeme kararıyla idam edilenlerin sayısı 3 kişi görünmekle birlikte, aslında Yassıada'da verilen kurbanların sayısı 9'dur.

Zira, bir yıldan fazla enva–i çeşit hakaret ve işkenceler altında ezilip perişan edilen 6 önemli şahsiyet daha aynı yerde vefat etmiştir.

Bu demokrasi şehitlerinin isimleri şöyledir: Lütfi Kırdar (İstanbul, Sağlık Bakanı), Gazi Yiğitbaşı (Afyon, milletvekili), Yusuf Salman, Yümni Üresin, Nuri Yamut ve Kenan Yılmaz.

Bunlara ilâveten Konya eski Valisi Cemil Keleşoğlu'nun da Yassıada'da intihar ettiği açıklanmıştır ki, bu açıklama da şüphelidir. Tıpkı, 27 Mayıs Darbesinin üçüncü günü işkenceyle öldürülen İçişleri Bakanı Namık Gedik için yapılan "İntihar etti" açıklaması gibi...

Bunları da hesaba kattığımızda, darbecilerin katlettiği mazlûm Demokratların yekûnu 11 kişiyi buluyor.

Hakaretli işkenceler

O olağandışı dönemde Yassıada'ya tayin edilen komutan, Yarbay Tarık Güryay'dır.

Şımarıktır, seviyesizdir ve olabildiğince gaddardır.

Öyle ki, bu yarbaydan bazı generaller bile çekiniyordur. Bu durum, o günlerde yer yer başların ayak, ayakların baş olduğunu açıkça gösteriyor. Aynen, Albay Türkeş'in de bir süreliğine bazı generallerden üstün tutulması gibi...

Ada Komutanı Tarık Güryay, çoğu zaman eli sopalıdır. Adaya getirilen hemen her mazlûmu önce o huzuruna alır ve bir ton hakaretten geçirerek koğuşlarına gönderir. Bazan da bakanlara, milletvekillerine dilediğince sopa atar, kişinin soyuna sopuna varıncaya kadar ağır küfür ve hakaretlerde bulunur: Sakıtlar, düşükler, kuyruklar, inekler, soysuzlar, vesâire...

Bazı mazlûmların da isim veya soyisimleri değiştirilerek ve bozularak telâffuz edilir: MEB Tevfik İleri'ye "Tevfik Geri" diye hitap edilmesi gibi..

İzzetli Demokratlar, Güryay ve adamlarının hakaretlerini aynen iade eder. Tabiî her türlü işkenceyi, hatta ölümü dahi göze alarak...

Nitekim, bir kısmı ölmüş, yahut öldürülmüştür.

Yassıada, işte böyle hemen her gün ölüm kokan bir yerdi.

Bu cehennemî gerçeği anlamakta zorlananlara, aynı cendereden geçmiş olan Şair Faruk Nafiz Çamlıbel, "Zindan Duvarları" (1967) isimli eserinde şu dörtlükle cevap verir:

Dâvet

Gün doğar, sohbetimiz yalnız ölümdür adada

Gün batar, uykuda rüyâmız ölümdür yalnız…

Dersiniz, böyle cehennem mi olur dünyada?

Çok değil, bir gecelik bizde misafir kalınız!

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Dünyevîleşmenin sonu...



Dünyevîleşme illetiyle azan açgözlülük, insanlığı maddî ve mânevî bunalıma duçar ediyor; küresel zulüm vartasında küresel ısınma musîbetine mâruz bırakıyor.

İnsanoğlu, kendine bahşedilen nîmetleri hoyratça savuruyor, kaynakları fütûrsuzca tüketiyor. Daha şimdiden “su savaşları”ndan haber veriliyor. Ve ne yazık ki bu kargaşa ortasında insanlık sürekli dünyevîleşme cenderesine çekiliyor.

“İnsaniyetin yaşamak damarı” ciddî bir biçimde yaralanmış. “İsrafât, iktisatsızlık, kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereket kalkmış.” Bunun neticesinde, fakr-û zarûret ve yaşama şartlarının artmasıyla hayat şartları ağırlaşmış…

“Nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi, büyük bir mesele-i dîniyeye tercih ettiriyor.” (Kastamonu Lâhikası, 72-75)

Bu vaziyet, inançlı insanlarda bile “Onlar dünya hayatını seve seve tercih ederler” (İbrahim Sûresi, 3) âyetinin işâretiyle, dünya hayatını âhiret hayatına bilerek tercih ettiriyor…

* * *

Dünyevileşmeyle dünyanın akıbeti yaklaşıyor. “Menfaat üzerinde dönen siyaset, canavarı”, zulüm, fitne ve fesadıyla insanlığı pençesine almış, kanını emiyor; sadece insanlığın değil, hızla dünyanın da sonunu getiriyor…

“Eğer çabuk aklını başına almazsa,” daha şimdiden “çabuk maddî kıyamet” senaryoları yazılıyor.

İklim değişikliğini konu alan uluslar arası toplantılarda “imdat!” alarmı veriliyor. “Önümüzde bir saatli çevre bombası bulunuyor” ikazları yapılıyor. .

Dünyanın sonunu bildiren “kıyamet saati,” beynelmilel çevreci bilim adamları tarafından “12’ye 7 kala”dan “12’ye 5 kala”ya getirilmiş.

Okyanuslar ısınıyor, deniz seviyesi yükseliyor, göller kuruyor, ırmakların suyu azalıyor, kuraklıklar başgösteriyor ve karbondioksit oranı gittikçe artıyor. Dengesiz iklim değişiklikleriyle dünyanın bazı bölgelerinde tezatlara rastlanıyor; mevsim kaymaları yüzünden hayvanlar ve bitkiler şaşırıyor…

En son Birleşmiş Milletler, “Küresel ısınma öldürecek!” diye uyardı. Yüzotuzüç ülkeden iki bin dörtyüz uzmanın açıkladığı “Küresel Isınma Raporu”nda verilen en önemli mesaj şu: “Atmosferi bugünkü gibi kirletmeye devam edersek ve harekete geçmezsek 2100 yılında insan nesli hayatını devam ettiremeyebilir…”

Yine açıklanan raporlara göre, dünyanın “buz erozyonu”a uğrayacağı haber veriliyor. Son 50 yılda Antarktika’nın batısında 13 bin kilometre karenin üzerinde buz tabakasının küresel ısınmayla eridiği ve çok geç olmayan bir zamanda okyanuslarda yeni bir “buzullar dönemi”ni başlatacağı belirtiliyor.

Sanayi ve enerji atıkları, sera gazları bu hızla ve bu sorumsuzlukla atmosfere atılsa, 20-30 yıl içinde yeni “buzullar dönemi”nde buzulların okyanuslara doğru kayıp süratle eriyeceği; sahilleri ve kara kıt’alarını istilâ edecek büyük sel felâketlerine sebebiyet vereceği uyarısı yapılıyor.

Bütün bunlar “küresel ısınma”nın sıcak yüzü. Bir de “küresel ısınmanın soğuk yüzü” İklim değişiklikleri sâdece dünyanın ısısını arttırmıyor. Yazların şiddetli sıcaklarına karşılık, kışların dondurucu soğuklarla geçeceği tespitleri bunun belirtileri…

Ve bütün bunlar, dünyevîleşmenin dünyevî sonu ve sonucu...

* * *

Buna karşı maddî tedbirler elbette olacaktır. Ancak bize düşen, bu mânevî mevsimde, Kur’ân’ın mânâsının dünyanın son manevî baharında da imdada gelmesine yalvarmaktır. Her türlü “zulmetli anarşiliğin ve zulümlü dinsizliğin fesadını ve ifsadı”nı ifna edecek, Kur’ân güneşinin âlemi mânevî nuruyla aydınlatmasını niyâz etmektir.

Aynen dünün dünyayı kan ve irinle kirleten “Avrupa zâlimleri”nin zulümlerine karşılık daha dünyada iken çarpıldıkları cezalar gibi, İslâm âlemine, mâsum ve mazlumların hakkına ve hukukuna göz diken, bugünün sinsî zâlimlerinin de Âdil-i Mutlak’tan cezâlarını almalarını tazarru etmektir.

“Her kıştan sonra bir baharı ve her geceden sonra bir nehârı (gündüzü)” yaratan İlâhî rahmete lâyık olabilmektir. Bu baharı ve nehârı, “Onun rahmetinden ucuz ve dağdağasız vermesini, bize pahalı satmamasını” beklemektir. (Lem’alar, 156)

“İnşâallah istikbâldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsininin (güzelliklerinin ve iyiliklerinin) galebe edip zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek sulh-u umumîyi (dünya barışını) temin etmesi” duasına devam etmektir…(Hutbe-i Şâmiye, 42)

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hedeften saptırmak



Sivil anayasa iddiası ile hazırlıkları sürdürülen çalışmalarla ilgili tartışmalar hız kazandı. Ancak, anayasa değişikliği hak ve özgürlükler bağlamında değil de, başörtüsü yasağı etrafında tartışılmaya başlandı. Yani, yine bazı çevreler hedef saptırma peşine düştüler.

Daha hazırlıkların başında mevcut anayasanın 42. maddesine “kılık-kıyafet” kelimelerin gireceğinin açıklamasının ardından bazı kimselerin antenleri hemen bu tarafa döndü. Taslak konusunda AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat, “Türbanla üniversiteye gireceksiniz diye anayasada bir hüküm yer almaz” dese de tartışmayı hafifletmedi. Bilim kurulunun açıklanan taslağının 45. maddesinde “Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” ve “Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” diyerek iki alternatif sunuldu. Şimdi bunlardan hangisinin metine gireceğine karar verilecek.

Bu maddenin Anayasaya girmemesi için baskı oluşturmak amacıyla her yöntem denenmeye başladı. Bundan sonra da bu yöndeki baskıların artacağı aşikâr. Ancak bu konu, eğitim özgürlüğü bağlamında değerlendirmedikçe, tartışmalar bitmeyecektir.

Son günlerde Tarhan Erdem’in tutarsız, gerçeği yansıtmayan beyanları da tartışmayı alevlendirdi. Erdem’in “Türban yasağı kalkarsa, üniversitede başı açık kimse kalmaz” gibi temeli olmayan, bilimsel bir araştırmaya dayanmayan, tamamen kendi ideolojisini taşıyan açıklaması bununla da kalmamıştı. “Bir gün kalkacaksınız ve üniversiteye gidenlerin hepsinin başı kapalı. Öyle bir hava yaratacak ki, şimdi üniversite kapısında peruk takanlar varsa, ilerde türban takacaklar” diye de ilave etmişti. (Neşe Düzel ile röportaj, Radikal, 10 Eylül )

Kamuoyu araştırmaları ile ilgilenen bir insanın herhangi bir araştırmaya, bilimsel verilere dayanmayan bir konuda açıklama yapması da tartışılması gerekir.

Buna bir de Adalet eski Bakanı Hikmet Sami Türk’ün “Kılık kıyafet serbest dediğinizde erkek öğrencilerin cüppeyle, sarıkla üniversiteye gelmesine nasıl engel olacaksınız” diyerek olaya çarpık bakışı eklendi.

Bu tartışmalar anayasanın “sivil” olmasını istemeyen çevrelerin ortaya attığı, tamamen provoke kokan tartışmalardır. Bunlar baskı unsuru oluşturmaya dönük çabalardır. Bunun için gerçekten sivil bir anayasa isteyen insanların bu tuzaklara düşmeden meseleye insan hakları, hak ve özgürlükler penceresinden bakmaları gerekir.

Kişisel bir hak olan başörtüsü meselesi zemininden çıkarılmadan tartışılmalı, yıllardır süren mağduriyetlere yeni mağduriyetler eklenmemelidir.

* * *

Bu arada anayasa değişikliği çalışmaları sürerken, aciliyeti olan konular da eş zamanlı olarak sürdürülmelidir.

Düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki en büyük engellerden olan TCK’nın başta 301. madde olmak üzere bazı maddeleri de gündeme getirilmelidir. AB Komisyonu Türkiye’nin, Anayasa değişikliği sırasında Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesi başta olmak üzere demokratikleşme, ifade özgürlüğü gibi reformları gerçekleştirmesini bekliyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, geçen dönemde Dışişleri Bakanı olarak, TCK’nın 301. maddesinin AB yolundaki reform sürecini gölgelediğini belirtirken, maddede değişiklik yapılması gerektiğini, hükümette (59. hükümet) de bu yönde kuvvetli bir inanç olduğunu söylemesine rağmen, geçen süre içinde bu yönde bir adım atılmamıştı.

Yeni Dışişleri Bakanı Ali Babacan fikir ve ifade özgürlüğü ile ilgili TCK’nın 301. maddesinin kısa zamanda değiştirilmeyeceğini söylüyor. Maddenin ancak anayasa değişiklikleri çerçevesinde ele alınacağını dile getiriyor.

Birinci Erdoğan hükümeti tarafından bu konuda bir çalışma başlatılmış, sivil toplum kuruluşlarından bu değişiklik için görüş alınmıştı. Ancak bazı bakanların diretmesi veya zamana yayma düşüncesi ile bir sonuç alınamamıştı. Anayasanın özgürlükçü olacağı söylenirken, anayasa değişse bile TCK’deki bu maddelerin durması düşünce ve fikir özgürlüğünü alanını daraltacağı unutulmamalıdır.

Bu yüzden anayasa değişikliği tartışılırken, eşzamanlı olarak TCK’deki hürriyetleri kısıtlayan bu maddelerde gözden gerilip ya kaldırılmalı ya da en azından hürriyetleri genişleten bir konuma getirilmelidir.

* * *

Bu iki konuda da gerekli düzenlemeler, hiçbir baskıya boyun eğmeden, dik durarak ve taviz vermeden gerçekleştirilmelidir. Bunlar demokrasinin gereğidir ve demokrasiden de taviz verilemez.

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sorun, bu anlayışta!



12 Eylül 1980 ihtilâlinin ürünü olan “1982 Anayasası”nın değişmesi gerektiği hususunda umumî bir mutabakat sağlanmış durumda. İhtilâl anayasası, kabul edildiği günden beri tartışılıp eleştiriliyordu. Bilhassa son yıllarda, ihtilâl döneminde hazırlanan mevcut anayasanın değiştirilmesine çalışıldı. Tamamı değilse de, pek çok maddesinde kısmî değişiklikler yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor.

Ancak, mevcut anayasanın; ‘ihtilâl şartlarında’ hazırlanmış olması kökten değişmesi gerektiği yönündeki talepleri sürekli canlı tuttu. Nihayetinde, gerek Avrupa Birliği yolundaki ilerlemeler ve gerekse diğer bazı şartların da zorlamasıyla yeni ve gerçek anlamda bir ‘sivil anayasa’ hazırlanması gündeme taşındı.

İktidar partisi yöneticileri sahip çıkmasa da, iktidar partisince hazırlatıldığı beyan edilen bir ‘anayasa taslağı’ kamuoyuna açıkladı. Taslağın açıklanmasıyla birlikte tartışmalar da alevlendi.

Tabiî ki yeni bir ‘anayasa’nın hazırlanması esnasında tartışma çıkmaması mümkün değil. İnsanlar konuşa konuşa, tartışa tartışa işlerini hallederler. Ancak bu yapılırken ‘kökten yanlış’lar yapılmamalıdır. Meselâ bir profesörümüz; yeni anayasa çalışmalarının “sivil anayasa çalışması” olarak isimlendirilmesine bile karşı çıkmış! Gerekçesini açıklarken de, “Doğrusu ben bu sivil anayasayı hiç içime sindiremedim. Türkiye’yi geçmişten bugünlere getiren anayasalar başka anayasalar mıydı? Hepsi sivil anayasaydı” demiş. (Milliyet, 14 Eylül 2007)

12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası, ihtilâlin liderlerince sipariş edilerek hazırlatılan ‘1982 Anayası’na sivil demek mümkü ise ve bu görüşü de bir ‘bilim adamı’ dile getiriyorsa bize ne demek düşer? Bari ‘insaf’ diyelim ve dileyelim... Elbette ‘ihtilâl anayasası’nı savunmak isteyenler de onu savunabilir. Ama bunu yaparken, hiç değilse ‘ihtilâlcilerin hazırlattığı anayasa da sivil idi’ denmesin!

“Doğrusu ben bu sivil anayasayı hiç içime sindiremedim” diyen ‘bilim adamı’mız başörtüsü yasağı ile ilgili olarak da görüş beyan etmiş. Yeni oluşturulacak anayasada başörtüsü yasağının (onlar ‘türban’ diyor) kalkacağına ilişkin düzenlemelerin yer aldığı yönündeki iddiaların hatırlatılması üzerine ‘bilim adamı’mız şu karşılığı vermiş: “Bizim başörtüsü gibi bir sorunumuz yok. Bu ülkenin başörtüsü ile değil türbanla sorunu var...” (Agg.)

Peki, madem ‘başörtüsü’ ile değil de ‘türban’ ile sorununuz var; o halde ‘başörtüsü’ ile okula gelenleri kapıdan geri çevirmeyin! Bunun için önce aradaki farkı ortaya koyun! “Başörtüsü şudur, bu şekilde örtünürseniz okula girebilirsiniz” deyin! Bunu söylemeden ve başörtüsü ile türbanın farkını ortaya koymadan ‘lâf kalabalığı’ yapmak hiç de inandırıcı gelmiyor...

İşte Türkiye’nin ‘sorun’u bu anlayışta!

15.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İzlenim ve kehanet



AKP’nin sivil anayasa taslağı hazırlama işini tevdi ettiği akademisyenler komisyonunun başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun da üniversitelerde kılık kıyafet serbestisiyle ilgili bir maddenin anayasaya konulmasının komik olduğunu kabul ediyor, ama Anayasa Mahkemesinin yasakçı yorumunu aşmak için bundan başka bir çare olmadığı görüşünü savunuyor.

Partinin taslağa son şeklini verirken bu görüşü benimseyip benimsemeyeceği henüz belli değil. Ama Genel Başkan Yardımcısı Fırat’tan gelen ilk sinyaller olumsuz. “Anayasa yönetmelik değildir, böyle bir madde olmaz” diyor.

Ancak oluşan hava, “Türban yasağını delmek için beş senedir fırsat kollayan AKP, yeni anayasa ile bu işi bitirmek istiyor” diye tetikte bekleyen yasakçı cepheyi harekete geçirdi bile.

İlk işaret fişeğini atanlardan biri, yaptığı seçim anketlerindeki sonuçlarla önce eleştirilen, ama sonra yere göğe sığdırılamayan Tarhan Erdem.

Neşe Düzel’e verdiği röportajda “türban” kelimesini tercih ederek başörtüsü için şaşırtıcı ve de çelişkili değerlendirmeler yapıyor Erdem.

Bir taraftan “Önemli çoğunluk türbanı önemsemiyor” iddiasında bulunurken, diğer taraftan “Yakın zamanlara kadar ülkede türban takanların sayısının azaldığını düşünüyordum. Ama şimdi türbanın arttığı izlenimine sahibim” demesi bu çelişkilerden biri.

“Çoğunluk türbanı dinin mutlaka yapılması gereken emri, Tanrı’nın emri olarak görmüyor; yarıdan fazlası siyasî simge olarak takıyor” iddiası da, ciddî ve tarafsız araştırmacı imajıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir hezeyan.

Aynı şekilde, “Türbanın çoğalması, kadın-erkek eşitsizliğinin arttığını gösterir” lâfı da.

Dinî bir emir olduğu, Bediüzzaman’ın ifadesiyle üç yüz elli bin tefsirin tasdiki ve on dört asrı aşan uygulama ile sabit olan tesettür hakkındaki bu haddini aşan değerlendirmelerin ardından, tuhaf bir kehanette de bulunuyor Erdem.

“AKP üniversitelerde türbanı serbest bırakırsa, iki sene içinde hiçbir üniversitede başı açık kız göremezsiniz. Çünkü toplumsal baskı yaratılır” iddiasını dile getiriyor (Radikal, 10.9.07)

Aslında bu iddianın hiçbir yeni ve orijinal tarafı da, yasakçı kafanın eskiden beri seslendirdiği, tamamen vehim ve çarpıtmaya dayalı, temelsiz bir kehanet olma dışında bir anlamı da yok.

Çünkü toplumda bu iddiayı destekleyen bir zemin yok. Tesettürlülerle “açık”lar barış ve ahenk içinde arkadaşlık, komşuluk, akrabalık ilişkilerini sürdürüyorlar. Ne “açık”lar tesettürlülere yan gözle bakıyor, ne de tesettürlüler açıklara.

Bu konularda en çok ağızlara sakız yapılan İstanbul Fatih’in Çarşamba semtinde bile, bir kısım medyanın yansıttığı havanın tam tersine, gayet hoşgörülü ve uyumlu bir beraberlik var.

Yani, kimilerince “Beyaz Türkler” olarak adlandırılan, bu ülkenin nimetlerinin kendilerine tahsisli olduğunu düşünen ve kendileri dışındaki herkese küçümseyerek bakan bir güruh dışında, toplum genelinde hiçbir problem yok.

Bu tablo ile örtüşmeyen münferit olaylar ya istisnaî ve mevziî örneklerdir veya provokasyondur. Bunlara genel hükümler bina edilemez.

Hiçbir bilimsel ve toplumsal temele dayanmayan “kişisel izlenimler”le üretilmiş uçuk ve uyduruk kehanetlere itibar edilemeyeceği gibi.

15.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri