Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Herkesin yerini bilmesi için



Başbakan, kendi beyanlarına yönelik olarak Yargıtay Başsavcısı ile Danıştay Başkanlığının açıklamalarına tepki verirken sarf ettiği "Herkes yerini bilsin" sözünü ilk kez söylüyor değil.

Meselâ Van Rektörü Yücel Aşkın'ın tutuklanmasını eleştiren rektörlere, bu sözü kullanarak verdiği cevap 21 Ekim 2005'te gazetelerde çıktı

Ardından Org. Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı seçildikten sonra yaptığı açıklamalara Başbakanın yine bu sözü içeren cevabı, 3 Ekim 2006 tarihli medyanın gündemini oluşturdu.

Aradan zaman geçti; 22 Temmuz seçimleri yapıldı, yeni hükümet kuruldu, AKP yeni anayasa taslağını gündeme getireceğinin işaretlerini verdi ve o aşamada rektörler bu girişime tepki gösterdiler. Ve Erdoğan'ın buna karşı yaptığı ilk "Herkes yerini bilsin" hatırlatması 20 Eylül'de, ikincisi 6 Ekim'de medya gündemine oturdu.

Birkaç gün önceki son ders, iki buçuk yıla yayılan bir zincirin en son halkasını oluşturuyor.

Tabiî, siyasî iktidarın başı diğer anayasal kurumlara "Herkes yerini ve haddini bilsin" diye fırça attığında, muhataplarının da eli armut toplamıyor. Bunlara belki kurumsal açıklamalarla cevap verilmiyor, ama son tartışmada görüldüğü gibi, meselâ Anayasa Mahkemesinin çoktandır kayıplarda olan sivri dilli eski başkanı Yekta Güngör Özden çıkıyor, "Asıl Başbakan yerini bilsin" diyerek, Erdoğan'a "haddini" bildiriyor.

Böylece, keskinleşen bir kutuplaşma ortamında, tribünlerdeki ateşli taraftarların heyecanı belki tatmin edilmiş oluyor, ancak bu "had bildirme" polemiğinden geriye ne kaldığına bakıldığında ortaya çıkan manzarayı en güzel ifade edecek cevap şu oluyor: "Sıfıra sıfır, elde var sıfır..."

Bunun en önemli sebebi ise, kurumlarla ilgili olarak bilinmesi uyarısı yapılan "yer"in, mevcut anayasa ile fevkalâde muğlâk kılınmış olması.

Ama işin temelinde, 27 Mayıs anayasasıyla millî iradeye zoraki ortakların getirilmesi ve bu durumun 12 Eylül'de de sürdürülmesi yatıyor.

"Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" dedikten sonra düşülen "Türk milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır" kaydı, sorunun kaynağı.

Milletin, kullandığı oylarla yetki verdiği organlar belli: Meclis ve onun içinden çıkan hükümet. Ama bunların dışında, tümünü "devlet" olarak isimlendirdiğimiz kurumlar var ki, re'sen yetki kullanıyor; hattâ zaman zaman karşı karşıya geldikleri hükümet ve Meclise meydan okuyor; daha ötesinde milletle inatlaşabiliyorlar.

Şimdiye kadar yaşadığımız darbelerin, açık veya örtülü müdahalelerin, demokrasiye karşı sergilenen kurumsal direnişlerin kökünde, rahmetli Çağlayangil'in "Devlet baba-millet baba kavgası" olarak nitelediği irade çatışması yatıyor.

Yapılan her seçimin sonucu, bu çatışmada milletin dayatmacı devlet tavrına karşı cevabını ifade ediyor. Ama seçilmişler, atanmışlar karşısında millet iradesinin gereğini yerine getirmekte zorlanıyor ve çoğunlukla başarısız oluyorlar.

Bu kısır döngüyü kırmanın yolu ise, "Herkes yerini bilsin" nutuklarından değil, kurumları halkın vermediği yetkilerle donatan ihtilâl anayasasını tümüyle iptal edip, herkesin ve her kurumun yerini ve konumunu demokratik hukuk ölçülerine göre tekrar belirlemekten geçiyor.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Tesettür siyasî bir simge değildir!



Mevcut AKP hükümetinin Türkiye dışındaki icraatlarında, olumlu bulduğumuz "Medeniyetler Projesi"ni, henüz müşahhas bir meyve vermemiş olsa da, müsbet bir adım olarak değerlendiriyoruz. Başbakanın bu proje münasebetiyle Madrid çalışmaları esnasında "ağzından kaçırdığı" cümlelerin tesettür karşıtlarına kuvvet vereceğini kendisi de bilemiyordu. Bir "sürç-ü lisan" olarak değerlendirmek istiyoruz. Zira aksinin ne akıllıkla ve ne de samimiyetle bağdaşmayacağını herkes biliyor.

Dünyanın küçüldüğünü, Türkiye'deki din ve insanlık karşıtlarının stratejilerinin Avrupa merkezlerinde detaylıca izlendiğini ve AKP'ye rey veren milyonların inkisar-ı hayallerinin, Türkiye karşıtlarınca global güç merkezlerine servis edildiğini başbakan bizden daha iyi bilir. Gazetecilere "siyasî simge" ile "başörtüsünü" yanyana getirmesinin, karşıtlarının sıkıştırmaları neticesinde, yanlışlıkla ifade edildiğine inanıyoruz.

Tesettür düşmanlığının, Avrupa'da semavî din düşmanlığıyla "eş zamanlı" olduğunu hepimiz biliyoruz. Bilhassa Freud ve yoldaşlarının dinsizlik adına açtıkları "ahlâksızlık çığırındaki"lerin "kadın hak ve hürriyetleri sloganlarıyla" paralel olarak kadın bedenini teşhir ile birlikte "tesettür düşmanlığının" ortaya çıktığını, tarihteki belgeler de tasdik ediyor. Kuzey Avrupa ve Galiçyalı olan dinsiz feylesofların başlattıkları "semavî ahlâk prensiplerini tahrip" hareketinin, aynı zamanda Osmanlı coğrafyasında da yankı bulduğunu biliyoruz. Bilhassa Selanik, İzmir ve İstanbul'da yayınlanan magazin dergi ve gazeteleri de H. Cahid, Hüseyin Rahmi ve A. Cevdet gibi din terbiyesi karşıtlarının yazıları, kanaatimizi pekiştirir. Cumhuriyet Türkiyesi'ndeki uygulamalar, Kuzeyli feylesofların Avrupa ve Bolşevik Rusyası'ndaki uygulamalarının yansımalarıdır. Kısmen tesettürlü Hıristiyan kadını da baştan çıkarmayı hedefleyen bu hareketin tahribatı 1937'lere kadar sürer. Savaşın ayak seslerini işiten dinsizlik ve sefahatin temsilcileri, evvelâ Kuzey Avrupa'yı ve daha sonra Avrupa'yı terk ederler. Çok gariptir ki, aynı tarihlerde genç Cumhuriyet, Bediüzaman Hazretlerini Eskişehir Hapishanesinde "Tesettür Risâlesiyle" alâkalı olarak sorgulamaktadır. Çok partili dönemlerde Demokrat ve Adalet Partili hükümetlerin kısmen kaldırdığı tesettür yasağını, Türkiye'de ihtilâl yapanlar yeniden hortlatacaklardır. 28 Şubat'ın diktatörlük derecesinde hortlattığı bu zulmün, maalesef geçen bunca zamana kadar bitmemesi, işbaşına gelen hükümetlerin meselesidir. Millete rağmen ihtilâlcilerin zulmüne ortak olmuşlar ve

oluyorlar.

Tesettürün siyasî bir simge olmadığını tüm dünya biliyor. Semavî dinlerin tümünde bulunan tesettürün fıtrî olduğuna dair çok yazılar yazıldı. Tesettüre bürünmüş bir buçuk milyarlık İslâm âlemindeki kadınlar hangi siyasî partinin simgesini taşıyorlar? Tesettür yüzünden kadınlarımıza yapılan zulmü sona erdirme teşebbüsünden dolayı başbakanı yine de kutluyoruz. Yalnız önemli bir soru var zihinlerde; Başbakan milleti arkasına aldığından dolayı mı bu çıkışı yapıyor, yoksa şimdiye kadar kader birliği yaptığı Amerikalı neocon ve neoliberallerin dostluk vaadinden dolayı mı harekete geçti? Şayet ikincisi doğru ise, dinsizlerin dindarlara karşı hiçbir zaman vaadlerinde durmadıklarını belirtmek istiyoruz. Ayrıca Avrupalı bütün neocon ve neoliberallerin tesettüre düşman olduklarını, bazılarının bu istikamette yerel ve genel parlamentolarda "yasaklanması için kanun maddesi" hazırladıklarını hatırlatmak istiyoruz. Hayır, şayet millete dayanıyorsa, istifa dilekçesini elinde tutarak yoluna devam etsin. Merhum Özal gibi, yasağı katmerleştirecek teşebbüslerde bulunursa da millet başbakanın işini bitirir. Görülen o ki, ya AKP hükümeti mesnetsiz yasağı bitirecek, veyahut da tesettür yasağı AKP iktidarını indirecektir. Garip zamanlara giriyoruz.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail TEZER

Donmanın sıcak mesajı



"A.Ü. Ziraat Fak. Öğr. Ü. Prof. Dr. Mustafa

Canbolat, donmanın bitkilere de etki ettiğini belirterek, 'Toprak yüzeyindeki donma, toprakta mevcut bitki köklerinin soğuktan korunmasını, yani donun olumsuz etkisinden korunmayı sağlar' diye konuştu. Buzun oluşması sırasında açığa çıkan ısının, toprağın alt kısımlarına bulunan suyun donmasını önlediğini ve bu durumun bitkilerin gelişimine katkı sağladığını ifade eden Canbolat, ''Toprak yüzeyindeki donma, verimliliğe dolaylı olarak olumlu etki eder'' dedi. (A.A,

23.01.2008)

İşte, çoğu şeyi, görünüşüyle ve kendine bakan yönüyle değerlendirmeye müptelâ insanoğlunu, bu gafletinden uyandıracak bir haber daha. Belki de birçoğumuzun zihninde, ilk anda olumsuz mânâları çağrıştıran don olaylarına, farklı pencereden bir bakış sunuyor.

Bediüzzaman Hazretleri "İnsan, hem zâhirperest, hem hodgâm (bencil) olduğundan, zâhire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhâkeme ederek şer olduğuna hükmeder" der.

Gerçekten de, aslında pek çok faydası olan, hatta dolaylı yoldan insanın da istifade ettiği çoğu hadise, görünürdeki olumsuz sonuçları sebebiyle, nazarımızda kötü damgasını yemiştir. Halbu ki öyle mi? Topraktaki donma olayının, bitki köklerini koruma ve verimliliği arttırma açısından faydalı olduğu haberi, bize böylesi peşin hükümlerimiz üzerinde en azından bir kez daha derinlemesine düşünmemiz gerektiğini hatırlatmalı değil mi?

Nitekim "O herşeyi en güzel şekilde yarattı" (Secde Sûresi: 7.) âyeti de, bizden bunu ister. Yani herşeyde var olan güzel tarafı görmeyi. Bütün kötülüklerin başı olan şeytanın bile, insanoğlunun iftihar vesilesi büyük şahsiyetlerin ortaya çıkmasına vesile olduğu bir âlemde, görülecek güzel bir tarafı olmayan şey kalır mı? Bediüzzaman, bu anlamda "Kâinattaki herşey, her hâdise, ya bizzat güzeldir, ona hüsn-ü bizzat denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir" der.

Aslında bu hakikatin de özünde, yüce Yaratıcının isimlerinin, dolayısıyla Zâtının güzel olması yatar. Herşey, Onun güzel isimlerinin bir yansıması olduğuna göre, hakikatte herşey güzeldir. "Mâdem hayat, Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu (nakışlarını) gösterir; hayatın başına gelen herşey hasendir (güzeldir)" hükmü, bu gerçeğin ifadesidir.

Gelelim tekrar habere konu olan topraktaki donma olayına. Bakın hikmet okuyucusu Bediüzzaman, daha yıllar önce, bu olayı nasıl ifade etmiş:

"..fırtınalı yağmur, çamurlu toprak perdesi altında, nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam nebâtâtın tebessümleri saklanmış. (...) Kar'ı pek bâridâne ve tatsız telâkkî ederler. Halbuki, o bârid (soğuk), tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez." (Sözler, s. 211)

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Müşerref sonrası



Daniel Arap Moi cephesine karşı Kibaki'nin eski müttefiki ve dostu Odinga eski ortağı ve ahbabının durumuyla ilgili şunları söylüyor: "Ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak istiyorlar. Peşinde oldukları şey bu..."

Bu tesbit aslında korkunç bir tesbit. Meselenin kabile meselesi olmadığını ama kabile meselesi olarak takdim edildiğini, zira iktidar mücadelesine malzeme gerektiğini söylemiştir. Benzeri şeyleri Haris ed Dari, Irak bağlamında söylüyor. Bu ülkede mezhep kavgası olmadığını, meselenin haddi zatında siyasî olduğunu ama mezhep kavgası görüntüsü ve süsü verilmek istendiğini ifade etmektedir.

Odinga'nın tesbitini unutmadan CNN'e bir konuşma yapan yeğen Butto, 'Artık hanedan politikası istemiyorum' dediği konuşmasında aynen şunları söylüyor: "Bu aşamada, Pakistan devletinde sözde demokratik güçler sadece iktidara gelmek için uğraşıyorlar, çırpınıyorlar ve iktidarla ilgileniyorlar. Onlarınki sandalye kavgası ve kendi adlarına bir diktatörlük kurmaktır. Ülke ne yazık ki iktidar tutkunları ve gasıpları tarafından yönetiliyor ve demokrasi kültürü zayıf..." diyor.

CNN'e göre bu eleştiriler aslında hiç beklenmeyen bir isimden geliyor. Maalesef bu tesbitlerden yola çıkarak şunu söylemek zorundayız: Askerî diktatörlükler olduğu gibi ihtiras üzerine kurulu bir de sivil diktatörlükler var. Birisinin aracı silâh, diğerinin aracı ise sandıklardır. Birisi silâhı çekiyor diğeri ise hile ile iktidara geliyor veya hakkıyla kazandıktan sonra oyunun kurallarını değiştirmeye çalışıyor. İkisi de kötü. Bu reva mıdır? Ama bir şeyde ifrat edildiğinde ters teper. Nitekim eskiler: "Bir şey haddini aşarsa, zıddına inkılap eder' demişlerdir. Fakat Müşerref için yolun sonu görünüyor. Bilindiği gibi, Bush'un hesap hataları yüzünden Afganistan ve ardından Irak'a açılan savaşlar sırasında ve sonrasında 100 kadar eski diplomat ve asker Bush'dan, izlediği politikayı değiştirmesini istemiştir. Bu suretle onlar tarihî görevlerini yapmışlardır. Blair için de eski diplomatlar aynı bildirileri imzalamış ve aynı eleştirileri yöneltmişlerdi. Sonunda Blair koltuğunu kaybetti. Bush ise mevkiini terk ederken geride bir enkaz yığını bırakıyor. Uluslararası ilişkiler tanınmayacak vaziyette, enkaza döndü. Rusya yeniden devleşti. Onun dışında Amerikan ekonomisi ve dünya ekonomisi yalpalıyor. Soros'a göre artık doların tahtı sallanıyor. Yeltsin döneminde (1998) Rus Rublesi tepetaklak giderken şimdi aynı şeyler doların başına gelmeye başladı. Dolar havzasından büyük bir kaçış var. Dünya sağlam ve itibarlı paralar bulsa hemen ona yönelecek. Yani bu politikacılar için de yolun sonu görünüyor.

Bush'a eski diplomatların yazdığı gibi 100 kadar Pakistanlı emekli general de Müşerref'ten derhal koltuğunu bırakmasını istemişlerdir. Artık Pakistan'ın selâmeti bunu gerektiriyor. Ve onlar da (Talat Mesut gibi emekli generaller) zaten Müşerref'in problemin parçası olduğunu ve ulusun selâmeti açısından görevini bırakmasını istemişlerdir. Artık daha fazla ülkeye gölge etmemesini talep ediyorlar.

Bu bir kırılma noktasıdır ve artık Müşerref eskisi gibi yoluna devam edemez ve koltuğunda oturamaz. Nitekim, generallerin bu çağrısını yorumlayan uzmanlar iktidarda kalma manevraları yapan Müşerref için oyunun sonuna gelindiğini ve denizin bittiğini haber veriyorlar. Müşerref anlamak istemese de manevra yaptıkça batıyor. Müşerref dönemi bugünden yarına bitmiştir. Analizciler çağrının iktidarda kalma hesapları yapan Müşerref için büyük bir sıkıntı ve engel olacağını öngörüyorlar.

***

Müşerref, Der Spiegel gibi dergilere yaptığı değerlendirmelerde halkın istemesi halinde çekilebileceğini söylemiş. Ama bunda ciddî olmadığını herkes biliyor. Bu sözlerle sadece badireyi atlatmayı ve halkın sempatisini yeniden kazanmayı umuyor. Ama artık halk ile Müşerref arasında güven köprüsü kırılmış ve yıkılmıştır. Tamiri de kabil değildir. Zaten BBC gibi kurumlarda programlar yapan Ekber Ahmet, Benazir'in öldürülmesiyle birlikte Müşerref sonrası döneme girildiğini ve Müşerref'in günlerinin sayılı olduğunu söylemiştir. Bu bir sır değildir. Benazir'in öldürülmesiyle birlikte hem Butto hanedanlığı, hem de Müşerref dönemi fiilen kapanmıştır. Bundan sonra Müşerref ancak uzatmaları oynar ve uzatmalarla akibetini iyice karartır. İşin ilginci, Amerikan planı Butto ile Müşerref'i güçlendirmek iken bu plan tam aksi sonuç vermiştir. Hem Müşerref'in hem de Benazir Butto'nun sonu olmuştur. Demek ki inadına siyaset tutmuyor. Oluyorsa da zıddıyla sonuçlar veriyor. Şimdi Pakistan ordusu Müşerref'in pisliklerini temizlemeye çalışıyor. Müşerref iktidarı boyunca Pakistan'ı diktatörlük laboratuvarı hâline getirmiştir. Müşerref, Mübarek tarzı uygulamalar başlatmıştı. Hem Mısır'da hem de Türkiye'de olduğu gibi sivilleri askerî mahkemelerde yargılarken askerler sivil mahkemelerde yargılanamıyordu. Yine Türk modelinden esinlenerek Millî Güvenlik Kurulu ihdas etmişti. Sürekli asker diktatörlüğüne yama yapmakla meşgul oluyordu. Şimdi halefi Kayani, hükümet ve özel teşebbüste görev yapan 3 bin subayı ordudaki görevlerinin başına çağırmıştır. Bununla da kalmamış askere siyasetçilerle teması yasaklamıştır. Asker de, sivil de kendi işine bakacaktır. Kimse kimseye vekâlet etmeyecek.

***

Gerçekten de Müşerref, geride sakil ve çok ağır bir miras bırakmıştır. Benazir Butto'yu kendilerinin öldürmediğini ve askerî istihbaratın bir tek bombacı veya intiharcı bile yetiştiremeyeceğini söylemiştir. Halbuki birinci olarak, orada neyin olup bittiği belli değil. Meseleyi karambole getirmiş ve delilleri de yok etmiştir. Pekâla Benazir öldürüldükten sonra topluluğun içine dışarıdan bomba atılarak olaya intihar süsü verilmiş de olabilir. İkinci olarak, istihbaratın doğrudan yapılmasına gerek yok. Ülkede Benazir'i öldürecek insanlarla Benazir arasındaki engelleri kaldırdığınızda sonuca yüzde yüz ulaşabilirsiniz. Müşerref ve Washington'daki dostları kimleri kandırıyor?

Oyun bitmiştir, Müşerref de... Görücüye çıkması, geride kalan son haysiyet kırıntılarını da yok etmektedir. Lübnanlı akademisyen Şibli Mellat'ın Daily Star'da yazdığı gibi, Hariri'yi nasıl Beşşar Esad öldürtmüşse, aynı şekilde Benazir'i de Müşerref öldürtmüştür. Kullanılan malzemenin mahiyeti bu gerçeği değiştirmez.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Müzik diye diye...



"Sevgili Ali Oktay ve Metin Haboğlu kardeşlerime sevgilerimle"

Ne kadarı helâldir, ne kadarı haramdırı bir kenara bırakalım demeyelim de; Fıkhî hükmünü başka bir yazıda dile getirelim dedikten sonradır ki:

Derin bir tefükkür dünyasının ufuklarını açan.

Bilgimizi bir alâka ve ilginin ötesine taşıyarak hassas dairelerde çoğaltan.

İcrâ edilen eserden ince bir çok nüktelerin duygularımızı sardığını hissettiren.

Sadece hiciv oklarıyla değil, hayranlık ve takdir buketleriyle lâtifelerimizi, hislerimizi memnun eden.

Hani meşhur lâf-ı güzaf: "İnce ve kıvrak zekâmızı" kopartmadan incelten ve saran.

Şifanın ötesinde hiç olmazsa rahat rahat nefes alıp vermeyi gerçekleştirebilen.

San'at anlayışının en ön ve son planında zevk-u sefadan ziyade faydadan da dem vurabilen.

Derme çatma değil de, fıtraten, yaratılıştan bu işe yetenekli, kabiliyetli sesler ve dillerden dinleyicilere sunulabilen.

Şekil ve şemail ile gözlerde değil de kulaklarda ve dahi beyinde hayranlık uyandırabilen.

Kaptı kaçtı değil de, kültürümüzden hatta inanç kültürümüzün derinliklerinden mânâları ruhlara sunabilen.

Okurken anlaşılır, okunurken dinlenebilir.

Şöyle şeşten-beşten defet gitsin baştan değil, baş tacı, sırların ve duyguların, lâtifelerin ilâcı olan.

Yazının, işin, gücün denemesi olmasına rağmen "Bir deneme de ben yaptım"ifadesi sadece şahıslara münhasır kalırken, topluma "Deneme akortları" ile zulüm etmeyen.

"İsteğiniz var mı, diye mânâsız şekilde her türlü konuya kucak açıp da daha sonra "Eh biraz yabancıyım, ama yine de uydurmaya çalışalım" diye 'uydurularak' söylenmeyen.

Gündelik hayat, hayalperestlik ve tutku-öfke-korku kavramlarının ötelerinden insan ruhundaki fırtınaları, kasırgaları yine insan mutluluğu için dillendirebilen.Dinleten.

Fikir ve düşünce dalgalarını kalplerde yanan alevlerle tutuşturarak; ruhun, sırrın ve aklın etrafında pervaneler gibi döndürüp ulvi haz ve zevkleri onların anlam ve kavramları insan kulağına fısıldaya bilen.

İçki, kadın ve aşk yolunda: Çılgın bir çok çığlık olmayan. Her nağmesiyle, her şeyde, her seste ilâhi aşkı ve muhabbeti, sevgiyi; elemkârane, hüzünlü olarak anlatan, anlattıran ve dinlettiren.

Beş kişiye sual ettik: "Müzik nedir?" diye cevaplar:

Yasin bey: "Çalmak oynamaktır."

Raif bey: "Eğlencedir."

Emine hanım: "Ruhun dinlenmesidir."

İlker bey: "İhtiyaçtır."

Fuzuli hanım: "Zevk ve hazların zirvesinde, bulutların üstünde uçmaktır."

Ziya bey: "Bilmektir. Hem kendini, hem başkalarını, hem de musikiyi bilmektir."

Bilerek ve bilmediklerinin her zaman olabileceğini de bilerek, (Enstrüman) çalgı aletlerini kullanmak, çalmak ve bunlarla birlikte söylemek ya da yalın olarak sözleri dile getirmek müzik tariflerinin arasında zikredilebilir.

Mevlânâ'nın 'altın'ın çıkardığı sesleri basamak yaparak kainattaki musika-i ilâhiden haberdar olması ve bunu neyle ifade edilen en yakın ses olarak tespit etmesi marifetullah-muhabbetullah ve hazzı kudsiyeye ulaşmakla ifade edilebilirse;

Kainatın nur-u hakikatı olan Hz. Muhammed'in (asm) Medine-i Münevvere'ye hicreti esnasında Medine girişinde çalınan deflerdeki elemkerane hüzün, firak-visalden dökülen hazzı kudsi de bu ifadenin yanında zikredilebilir.

Musika-i kâinat ve buradan kopyalanan enstrümanlara muhatabiyet insanda temerküz eden Esma-i İlâhiyenin tecelli çeşitliliğine göredir. Ve insanın kalp ve ruh ayinesi parlaklığı derecelerinde, ulvi hisleri uyandıran müziklere ilgi artarken, vesvese ve günahlarla lekelenen ayinelerde ise dünyevi ve süflî hisleri uyandıran müzikler makes bulacaktır. Mevlânâ'nın tasavvuf çadırı Medine cemaatinin sevgi çadırında da görülebilir.

Ulvî, kudsî mânâları hüzünlü ve elemkarane bir sesle ifade edebilmek ve bunu çalınan neyle ve def ve rebab ile süslemek ille de müzik müzik diye fısıldayanlara kafi gelebilir.

- Hoş sada, dilinine ve gönlünüze sağlık, safanız veya safamız olsun, müzik dinletimiz, ruhumuzun gıdası, .- Elbette ki bu beylik takdimler de basamaklar ve zirve kuleler ister. Kısaca yeniliğin ve çeşitliliğin ihtiyacı en az beylik musiki ve müzik takdimlerinin laflarının tekrarından daha çok gereklidir. Ve bunun için de programlarımızın ve müzik adamlarının ve musikişinasların el ele bir gayret ve çalışmanın içinde olmaları da çok büyük faydalı neticeler vereceği kanaatindeyim. Sağırlık ve beynin bazı merkezlerini dumura uğratma. Uyuşturucu tesirinde seslerle vücuda ve bilinen bilinmeyen duygularımıza zulum etmek de zevk sayılabilir. Ama müzik asla.

Zaten zalimin tasvirini en güzel zalim yapar. Yaptığı müzik de müzik adamını en iyi anlatır.

Kimisi fısıldayan nağmelerle ruhunu yatıştırırken, kimisi de "Darbe denen seslerle" ruhunu ve bütün vücudunu isyan ve itaatsizlik noktasında ayağa kaldırır. Sonra da döner uyuşturucu tesirinde yatıştırmaya kalkışır. Ulvî his, haz, zevk, ruhî, rahatlık nerede? Bu şekilde çalıp çabalamak nerede?

Daima iyiyi ve faideyi göz önüne alıyorsak ve de evvelâ kabiliyetse hemen başucunda musiki kültürü, bilgisi de şart oğlu şarttır... Kimseye tarihini yazın demiyoruz. Ama hiç olmazsa müziği ifade ve ifâ edecek kadar bir bilgi gerekli. Söylemek-çalmak çok geri plânlarda kalıyor.

Eh!.. Dinlemeyi de bizlere bırakabilirsiniz artık.

Sevgi ve muhabbetlerimle.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Dün ve bugün



Futbolcu Metin Oktay önceki hafta akşamı TRT 2'de sabah kuşağında Gönül Yazar ve Ajda Pekkan'ın başrollerinde oynadığı bir filmdeydi.

Oktay şimdi yok. Bir dönemin efsane oyuncusu, adeta kendi hayatını oynadığı filmde olduğu gibi futbolcuların yaşadığı başdöndürücü hızlı bir hayatın getirdiği sıkıntıları anlatıyordu.

Bir futbolcuyu kadın, para ve şöhret bitiriyordu.

Diğer oyunculara bakalım. Gönül Yazar ve Ajda Pekkan halen hayatta. Ancak gençlik ve enerjileri yok. Yüzlerindeki kırışıklıkları örtmek için ya botoks yaptırmışlar yahut cerrahi müdahaleye izin vermişler.

Gençlikleri gitmiş. Bir daha o günler elbet geri gelmeyecek.

İlginç bir tevafuk, Gönül Yazar aynı saatte yine TRT 1'in bir programında idi. Bir yanda gençlik görüntüleri diğer yanda şimdiki hali. Aynı anda iki farklı kanalda izlemek çok ilginç geldi bana.

Demek insan bir yolcu. Gidiş istikametine doğru yol almakta.

KÜÇÜK'ÜN KILICI

Bir program daha sessiz sedasız yayından kaldırıldı. Üstelik programlarında sık sık özgürlük vurgusu yapan bir kanal olan Sky Türk'te.

Her Pazar günü yayınlanan "Kalemler ve Kılıçlar" programından bahsediyoruz.

Prof. Dr. Yalçın Küçük, öyle büyük laflar ediyordu ki, zaman zaman programcıyı da sıkıntıya düşürüyordu muhtemel. Kalemiyle yazıyor, kılıcıyla kesiyordu.

Sky Türk yetkilileri kararın tamamen "ekonomik" sebeplerden kaynaklandığını söylüyorlar. Dahası, başka programların da yayından kalkacağı müjdesini (!) vererek.

Prof. Küçük, "Ben ayrıldığım kurum hakkında konuşmam" diyerek bir açıklama yapmıyor.

Demek ki, Küçük'ün kılıcını kırdılar. Ağzına da şimdilik bant çektiler.

PROFİL

Maltepe Üniversitesi İletişim Fakültesi araştırma yapmış. Türk izleyicisinin ilginç özelliklerini ortaya çıkarmış.

Bir bakalım:

Türkiye'de en çok TV izlenen saat dili 21.00-22.00.

Ve bu saat diliminde ekran başında olan insan sayısı tam 27 milyon.

Saat 19.00 ile 24.00 saatleri arasındaysa ortama 24 milyon kişi televizyon izliyor.

Araştırmanın en ilginç sonucuysa gece yarısı saat 02.00 ile sabah saat 07.00 arasında ortalama 2,5 milyon kişi televizyon izleyerek gecesini geçiriyor. Duyun da inanmayın.

Yapılan araştırmada Türk insanı artık tek televizyonla da yetinmiyor ve yüzde 47 oranındaki hanenin evinde iki televizyon bulunuyor.

Evlerinde üç televizyon kullanan hane sayısıysa yüzde 11'lere çıkmış durumda.

İşte ilginç Türk izleyici karakteri. Profilimiz mi değişiyor ne?

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yasakçılarla mutabakat olur mu?



Gündemi sarsan 'çete' haberleri bile 'yasakçı'ları insafa getirmeye yetmedi. Hâlâ başörtüsü yasağının 'hikmetleri'nden bahsediyorlar.

Başörtüsü yasağının devam etmesini isteyenlerin ileri sürdükleri 'bahane'lerden biri de, "Üniversitelerdeki yasak sona ererse, ilkokullardaki başörtüsü yasağı da sona erer" şeklinde ifade edilenidir. Onlara göre, bu yasağın sona ermesiyle de 'talep' sona ermez, 'başka şey'ler de istenir.

Tabiî ki kimlerin ne isteyeceğini belirleyecek değiliz. Ama ülkemizde yaşayan çok büyük ekseriyetin bir talebi var: Başörtüsü yasağı sadece eğitim sisteminde değil, 'kökten' sona ersin. Bu konudaki uygulama, hiç değilse Avrupa'daki gibi olsun... Çünkü, meselâ başörtülü bir kişi, yaptığı herhangi bir işte 'yanlış' bir şey yaparsa; zaten o yanlış sebebiyle sorumlu olur. Bu konuda başı örtülü ile, örtülü olmayan arasında-hukukî açıdan-bir fark olmaz ve olamaz.

Başörtüsü yasağını devam ettirmek isteyenler 'korku' yaymaya devam ediyorlar. Neymiş, bu talebi başta talep-ler takip edermiş? İyi de, insanların talep etme haklarını da sınırlayamazsınız ki! Demokrasilerde vatandaş talep eder, siyasetçiler de yapar.

Vatandaşın muhtemel taleplerini 'suç' unsuru gibi ilân edip korku yaymak, medyanın işi olmamalı. Pek çok yasakçı yazar, 'Bu talepler olursa sonunda birileri düdük çalar, maça müdahale eder' anlamına gelecek beyanlarda bulunuyorlar. (Örnek için bakınız: Güneri Civaoğlu, "Dönüşü olmayan nehir" başlıklı yazı. Milliyet, 24 Ocak 2008)

Yasakçıların söylediği bir konu daha var ki, şaşmamak mümkün değil. Onlara göre başörtüsü yasağı "büyük uzlaşma sağlanarak" çözülmeli... (Bkz.: agg.) İyi de bu uzlaşma nasıl ve hangi şartlarda sağlanacak? Ortada bir yasak var ve ekseriyet de bu yasağın sona ermesini istiyor. Eğer, "uzlaşma"dan maksat, "Millet bu yasağı kabullensin, sessiz kalsın, hakkını aramasın" anlamındaysa bu mümkün değil. Milletin istediği uzlaşma, ancak yasağın sona ermesiyle mümkün olur ki buna da yasakçılar yanaşmıyor. O halde yasakçılarla uzlaşmak hayal...

Yasağı savunanlar 'hem suçlu, hem güçlü' pozisyonunda kalmak istiyorlar. Güya 'uzlaşmacı'lar, ama bunu yasağın devamı noktasında kullanma niyetindeler. Ama hayır. Artık millet uyandı ve inşallah bu uyanış artarak devam edecek. Çünkü hem 'suları tersine akıtmak' mümkün değil, hem de 'gerçekleri ters yüz' etmek.

Şartların değiştiği, dünyanın bir 'köy' haline geldiği günümüzde millet soruyor: Bütün dünya hürriyetler noktasında ilerlerken, biz niye geri gidelim? Başörtülü bir öğrenci, 'muâsır medeniyet seviyesi'ne ulaşan herhangi bir Avrupa ülkesinde okuyabiliyorsa, Türkiye'de niçin okuyamasın? Aynı şekilde, başörtülü bir öğretmen, başörtülü bir doktor, başörtülü bir polis; hür dünya ülkelerinde görev yapabiliyorsa Türkiye'de niçin yapamasın?

Leyleklerin ömrü 'lak, lak' diye geçermiş. Bizdeki yasakçıların ömrü de 'yasak, yasak' diye diye geçeceğe benziyor.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kardeş Pakistan



Pakistan'ın kelime mânâlarına baktığımızda pâk, temiz, pırıl pırıl bir diyâr; fakat bugün kanlar içinde. 1948'de Pakistan istiklâliyetine dönerken en büyük hisse sahiplerinden büyük şâir ve Mevlânâ hayranı Muhammed İkbal eğer şimdi hayatta olsaydı, yeniden bir şiir ve ağıt yakar, yazar, ağlar ve feryat ederdi. Bugünkü kan emicileri, menhus ruhun ve zındıka komitelerinin adamlarını susturur, hadlerini bildirirdi. Çünkü bu yapılanlar, miras yemek ve dış dünyanın zâlim insanlarının oyuncağı olmaktır. Kardeş kanı dökmek ne demek? İslâm'la ve hiçbir dinle alâkası yok. Yapılanlar tek kelime ile barbarlık, vahşet ve zalimliktir. Pakistan'ın ilk bayan Başbakanı Benazir Butto'nun konuşurken öldürülmesi bardağı taşırmıştır. Babalarının da aynı yaşta ve aynı yerde şehit edilmesi çok düşündürücüdür.

Merhum şair ve büyük insan Muhammed İkbal'in oğlu Prof. Cavit İkbal ve eşiyle, 1978 yıllarında Konya'da Mevlânâ İhtifali ve Sempozyumunda tanıştım. Cavit İkbal çok kederliydi, hareketleri dengesizdi. Eşlerine sorduk, aldığım cevap bugünlere baktığı ve çok mânidâr olduğu için yazıyorum: "Pakistan devlet başkanı Zülfikar Ali Butto için 6 kişilik hukukçular kurulu vardı. Onlar bir emirle hareket ediyorlardı. Eşim Cavit İkbal de onların içinde idi. İdam için rey kullanmıştı, eğer kullanmasaydı Butto idam edilmeyecekti. Kocam yanlış yaptığı için o günden beri ruhen huzursuz, yaşantısı değişti." Ne gariptir ki; Butto'nun idamını isteyen ihtilâlci general devlet başkanı Ziyaü'l-Hak'ın bindiği uçak da Pakistan hava sahasında infilak etti. Kanla gelen kanla gidiyor.

Biraz daha geriye gittiğimizde 1950 yıllarında DP iktidarı döneminde merhum Adnan Menderes, Bağdat Paktı'ndan önce Ortadoğu turlarına ve istişarelerine çıkar. İran, Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan Pakt'a karşı şiddetli cephe aldılar. Bu durum karşısında Türkiye ve Irak 24 Şubat 1955'te Bağdat Paktı'nı imzaladılar. Kısa bir müddet sonra da, 4 Nisan 1955'te İngiltere, 23 Eylül 1955'te Pakistan ve 3 Kasım 1955'te İran, Bağdat Paktı'na katıldılar. Böylelikle Bağdat Paktı, "CENTO" adını aldı.

Bu iyi niyetlere rağmen, başta Rusya olmak üzere dış güçler, bazı gafil Arap liderleriyle fitneyi başlattılar. Bu Pakt için "İsrail'e yardım" gibi iftiralara başladılar ve 21 Nisan 1956'da Mısır-Suudi Arabistan-Yemen savunma Antlaşması imzalandı. Ortadoğu'da Bağdat Paktı'na karşı mukabil bir blok ortaya çıkmış oluyordu. İttihadın düşmanı zındıka komiteleri de harekete geçti. 14 Temmuz 1958'de Irak'ta General Abdülkerim Kasım, bir darbe ile yönetimi ele geçirir. Kral Seyyid Faysal başta olmak üzere iktidar üyelerini acımasızca öldürür. 2 yıl sonra da Türkiye'de 27 Mayıs 1960 askerî ihtilâlcileri, başta merhum Adnan Menderes olmak üzere Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gibi devlet adamlarını hunharca idam ederler. Ve İslâm dünyası o günden itibaren ve yeniden büyük bir kaosa girer ve hâlen devam etmektedir.

7 milyarlık dünya ailesi içinde "menhus ruh" kabul edilen zındıka komiteleri, peygamberler kıt'asında, yani İslâm dünyasında maalesef hiç durmadan, gafil ve fikren zavallı Müslümanları, özellikle ihtilâlcileri, siyasetçileri ve mollaların bazılarını ellerinde oynatarak, bazılarının da ceplerini doldurarak bu menhus katliâmlara başvurmaktadırlar. Çıkış yolu vardır ve onun da tek adresi ittihad-ı İslâmdır. İttihad-ı İslâm, Kur'ân-ı Hakîm'e baş eğmektir ve her Müslüman'ın "Ben bu âyetlere ne kadar bağlıyım?" muhasebesini yapması ile olacaktır.

İttihad-ı İslâmın ne kadar elzem olduğu tekrar ortaya çıkmıştır. Fikir hürriyetinin, demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin neresinde olduğumuzu ve neresinde bulunmamız gerektiğini işaret eden tablo tekrar ve hazin olarak görülmüştür. Dünya ülkelerinde İslâm neşv-ü nemâ bulurken ve müjdeler ardı ardına çıkarken, İslâm dünyasındaki bu kara vahşet görüntüleri içler acısıdır ve tek kelime ile İslâmiyet'e perdedir. İhtilâller ve bu nev'î katliâmlar bir çıkış yolu değildir ve olmayacaktır. Darbe, Pakistan'a ve fikr-i hürriyete olmuştur.

"İhtilâf ü tefrika endişesi, / Kûşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni. / İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz; / İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni" (Yavuz Sultan Selim Han)

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Görünmeyenleri görebilseydik



Allah'ı göremiyoruz. Bin bir ismin sahibi Rabbimizi bütün isim, sıfat ve tecellîleriyle birlikte görebilseydik. Kahhar ismiyle helâke müstehak olan kavimleri nasıl helâk ettiğini video kasetinde seyreder gibi o dönemlere gidip seyredebilse; Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Resûl-i Ekrem'e (asm) ne gibi rahmet, ihsan ve lütuflarda bulunduğunu müşahede edebilseydik. Onun sonsuz kudretini, rahmetini, ilmini, hikmetini, sıfatlarını yeryüzüne yayılan tecellîleriyle ve dünya gözlerimizle bizzat görebilseydik.

Melekleri görebilecek gözlere sahip olsak, görevlerinin başında ziyaret etseydik. Meselâ tabiat olaylarıyla ilgilenen Mikâil'in, can alan Azrail'in icraatlarını yaparlarken yanlarında bulunsaydık neler hissederdik?

Bütün gönlümüzle inandığımız, herbiri insanlığın huzur ve mutluluğu için hak ve hakikatleri, İlâhî emir ve yasakları tebliğ eden, bu uğurda nice çile ve sıkıntılara maruz kalan peygamberleri ziyaret etme imkânı bulsa, onlarla sohbet etse, bizzat kendilerinden hatıralarını dinleyebilseydik nasıl duygular içerisine girerdik?

Dünyanın kuruluşundan sonuna kadar nimet ve musibet nâmına ne varsa hepsinin tek tek yazılı bulunduğu kader levhası olan Levh-i Mahfuz'u görse, yazılanları okuyabilseydik.

Yine mümkün olsaydı da Cehennemi, homurdanan, gayz ve öfkesinden çatlayacak dehşetli hâli, alevleriyle birlikte görseydik.

Ya bütün güzelliğine rağmen yanında dünyamızın zindan gibi kaldığı; gözlerin görmediği, kulakların işitmedi, hatıra hayâle gelmeyen güzelliklerle dolu Cenneti görse, kısa bir sürede olsa içinde dolaşsaydık. Hele hele Cennetin bin senesi bir saat güzelliğini müşâhedeye değmeyen Rabbimizin cemâlini müşahede edebilseydik.

Örnekleri uzatabildiğiniz kadar uzatın. Görünmeyenleri görmek, bizzat içlerine girip yanlarına varıp müşahede etmek imkânına sahip olsaydık neler duyar, neler hissederdik?

Gayb dediğimiz görünmeyen âlemleri dünya gözümüzle göremiyoruz, ama Peygamberimiz (asm) bütün bu âlemleri bizim adımıza görmüş, gezmiş ve bize anlatmıştır. Bizzat şahidi olarak bakın neler söylüyor:

"Eğer siz benim bildiklerimi bir bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz."1

Ve yine buyuruyor: "Eğer Allah'ın sonsuz rahmet, hilm, lütuf ve ikramlarının derecesini bir bilseydiniz ihmâl ettiğiniz sevapları, mükâfatları kaçırmış olmaktan dolayı devamlı ağlar, gülmeye vakit bulamazdınız."2

Ne dersiniz bu hadis-i şerifler bize birşeyler anlatmıyor mu?

Dipnotlar:

1- Buhârî, Küsuf:2; Nikâh: 107; Müslim, Salât: 112.

2- Tecrid-i Şerih Tercüme ve Şerhi, 3:334.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

93 Harbi'nde Halidîler'in cihadı



24 Nisan 1877'de başlayan ve 9 ay boyunca bütün şiddetiyle devam eden Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi), 1878 yılı Ocak ayı sonlarında bir derece hız kesti; böylelikle, farklı yeni bir safhaya girilmiş oldu.

Bu esnada savaşın seyrini değiştiren iki önemli gelişme yaşanır.

Bunlardan biri İngiliz hükümetinin müdahalesi, diğeri ise Halidîler olarak bilinen Mevlânâ Halid-i Bağdadî'nin mürid ve talebelerinin Ruslara karşı fiilen cihada başlamaları.

Şimdi, sırasıyla bu iki konuyu incelemeye çalışalım.

İngiliz filosu Marmara'da

Rus kuvvetlerinin Edirne'yi işgal ederek İstanbul'u da tehdit etmeye başlaması üzerine telâşa kapılan İngiliz hükümeti, bir savaş filosunu 25 Ocak günü Çanakkale önlerine gönderdi.

İngilizler'in bu telâşı, aslında bölgede kendi menfaatlerinin haleldar olması ihtimali sebebiyledir.

Osmanlı hükümeti, İngiliz filosunun Boğaz'dan geçmesine hemen müsaade etmez. Orada beklemesini ister.

Ne var ki, Rus Orduları Başkomutanı Grandük Nikolas, Edirne'de durmaz ve İstanbul'a doğru ilerlemeye devam eder. Hatta, bir fırka askerini Osmanlı payitahtına sokma teşebbüsünde bulunur.

Bu tehlikenin yaklaşması sebebiyle, Sultan II. Abdülhamid'in emriyle İngiliz filosunun Marmara'ya giriş yapmasına izin verilir.

Adalar civarına kadar ilerleyen İngiliz filosunun İstanbul limanına girmesi engellenerek, Mudanya'ya doğru yönlendirilir. Burada üs kuran yedi adetten ibaret zırhlı savaş filosu, Osmanlı'nın başkentine yönelik muhtemel bir Rus saldırısı tehlikesine karşılık, orada bekletilir.

Bu politikayı İngilizlere verilmiş bir imtiyaz olarak gören Ruslar ise, Yeşilköy'e (Ayastefanos) kadar gelir ve burada bir askerî karargâh kurar.

Zor duruma düşen Osmanlı hükümeti, Ruslar'la anlaşmak üzere Edirne'ye diplomatlarını gönderir. Burada iki taraf arasında bir ateşkes antlaşması (Edirne Mütarekesi, 31 Ocak 1878) imzalanır.

Sultan Abdulhamid, Rus tehlikesini bertaraf etmek için, diğer Avrupa ülkelerini de devreye sokmak ister. İngiltere'den sonra Almanya ile de irtibat kurar.

Ruslar ise, fırsat bu fırsat diyerek, İstanbul'u işgal etme tehdidinde bulunur. Bir taraftan da papazlarıyla görüştüğü Ermenileri kışkırtarak, Anadolu'nun her tarafında onları siyasî taleplerde bulunmaya sevk eder.

Osmanlı hükümeti, yine tehlikeyi hafifletip zaman kazanmak için, barış görüşmeleri atağını başlatır. Yeşilköy Ön Barış Antlaşması (Ayastefanos Mukaddimat-ı Sulhiyye, 3 Mart) bu maksatla imzalanır.

Çok ağır şartları ihtiva eden bu antlaşmayı, Temmuz ayında imzalanan Berlin Sulh Muahedesi takip eder.

Böylelikle, Ruslar geri çekilmeye başlar; Osmanlı ise, bir derece rahatlayarak kayıplarının telâfisine yönelir.

Halidîlerin büyük cihadı

Osmanlı-Rus Harbinin şiddetlenmesi üzerine tayakkuza geçen Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin talebeleri, zaman zaman tekke ve medrese eğitimine ara vererek, harbe iştirak ederler.

Bağdat gibi İstanbul ve Anadolu'nun pekçok yerinde mensupları bulunan Halidî tarikatının en önde gelen mürşid ve müderrislerinden biri, hiç şüphesiz ki, Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleridir. (1813-1893)

Ruslara karşı, bir ara Kafkas Cephesinde çarpıştı. Savaş duraklayınca, İstanbul'a gelip tekke ve medrese hizmetine devam etti.

Savaşın tekrar şiddetlenmesi ve Hilâfet merkezi İstanbul'un da işgal tehlikesi altına girmesi üzerine, Gümüşhânevî Hazretleri, talebelerini de teşkilâtlandırarak vargüçleriyle Ruslar'a karşı cihada girişti.

Üstelik, Gümüşhânevî Hazretleri bu işte tek başına değildi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin İstanbul'la irtibatlı diğer halifesi Abdülfettah el-Ukarî ve Trablus-Şam Müftüsü diye de bilinen Ahmed bin Süleyman el-Ervâdî'nin talebeleri de devreye girmiş ve Rusların korkulu rüyâsı olmuşlardı.

* * *

Ruslar, hem Avrupa'da başlatılan diplomatik ataklar, hem de Halidîye mensubu gönüllü cihad erlerinin cansiperane müdafaaları karşısında duraklamak zorunda kalır. Berlin'deki barış masasına oturmaya mecbur olur.

İki devlet arasındaki barış görüşmeleri, 13 Temmuz'da nihayet bulur ve Berlin Muahedesine imza konulur.

Osmanlı tarihinde "Küçük kıyâmet" diye anılan 93 Harbi de, böylelikle sona ermiş ve "İslâmın nurunu perdelemeye çalışan kara bulutlar" dağıtılmış olur.

Halidî mürşid

Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhanevî Hazretleri

(1813 Gümüşhane-13 Mayıs 1893 İstanbul)

Kalemi ve kelâmıyla büyük hizmetlere imza atan, gerektiğinde silâh alıp cepheye koşan, meşhûr Mecmuatü'l-Ahzab isimli eseri vücuda getiren Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretlerinin mezarı Süleymaniye Camii avlusunda, Kànûnî Sultan Süleyman Türbesinin hemen yanıbaşında olup, makberinin mezartaşı kitabesinde ise, şu mısrâlar yazılı:

Nazar kıl çeşm-i ibretle, makâm-ı ilticâdır bu

Erenler dergâhı, bâb-ı füyûzât-ı Hüdâ'dır bu

Ziyâüddîn-i Ahmed, mevlidi anın Gümüşhâne

Şehir-i şark-u garbın, mürşid-i râh-ı Hudâ'dır bu

Muhakkak ehl-i Hak ölmez, ebed haydır bil ey zâir!

Ol Saray-ı kalbini pâk eyle, bâb-ı evliyâdır bu

Şua-yı dürr-i vahdet, menba-ı ilm-i ledünnîdir

Mükemmel vâris-i şer'-i Muhammed Mustafâ'dır bu

Hilâfet müddetinden, 'İrciî' vaktine dek Hakk'a

Tarîk-i Hâlidî'yi neşreden, Hakk-reh-nümâdır bu.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Selâmlaşmayı ihmal etmeyelim



Adıyaman'dan Ömer İnandı:

* "Dinî selâm nedir? Fıkhî hükmü nedir? Faziletini ve bereketini açıklarsanız memnun olurum."

Selâm, Allah'ın isimlerindendir. Kullarını tehlikelerden sâlim kılan, mahlûkatına esenlik ve selâmet veren Allahü Zülcelâl (cc), Selâm'dır. Cenâb-ı Hakkın Kendi Zât-ı Akdes'i her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan salim ve münezzehtir.

Ebû Hüreyre'nin (ra) Peygamber Efendimizden (asm) rivayet ettiği Selâm ismi1 Kur'ân'da da geçer. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "O Allah ki, Kendisinden başka İlâh yoktur. Melik'tir, Kuddûs'tür, Selâm'dır."2

Bizler her namazdan; sağımızdaki ve solumuzdaki insanlara, cinlere ve meleklere selâm vererek çıkarız; selâmdan hemen sonra da Allah'ın Selâm olduğunu dile getiririz, gerçek selâmın, huzurun ve esenliğin Allah'tan geldiğini zikrederiz. Yani "Allahümme ente's-Selâmü ve minke's-Selâm....." deriz ki, bu sünnettir.

Eğer içimizde bir yaşama neş'esi varsa, eğer hayattan huzur bulabiliyorsak, eğer yeri geldiğinde dağ gibi acılara sabredebiliyorsak, eğer yüzümüzden gülücükler eksik olmuyorsa bütün bunlar Allah'ın "Selâm" isminin üzerimizdeki hâkimiyetinden ve tasarrufundandır. Bedîüzzaman'a göre, fırtınalı dünya yüzünün tahribatından ve yıkımından hiçbir şeyini kurtaramayan ve her bir şeyini kaybedip elinden çıkaran insan, bâkî bir esenlik, selâmet ve huzur aramakta; aradığı huzuru da Kur'ân'da bulmaktadır. Çünkü Kur'ân, malını ve nefsini Allah için harcayan her insanın "dârü's-Selâm" olan ebedî Cennete kavuşacağını müjdelemektedir.3 Bâkî yolunda sarf edilen geçici ömürler, bâkî bir ömre inkılâb etmektedir.4

Kur'ân, Cennete giren insanlara Rabb-i Rahîm'den "selâm" geleceğini ve onları eşsiz bir huzur ve esenliğe sevk edeceğini bildirir.5 Esasen Cennet dârü's-Selâm'dır, yani selâm yurdudur.

Bir sevdiğimizle karşılaştığımızda ona en güzel duâmız, Allah'ın selâmının, huzur ve esenliğinin üzerine olmasını dilememizdir. Ki bunu "Esselâmü Aleyküm" diyerek yaparız. "Esselâmü Aleyküm" kelimesi bu dilek ve duâmızı dört dörtlük karşılamaktadır. Peygamber Efendimiz (asm) bize, Cennettekilerin de, dünyadakilerin de selâmlarının "Esselâmü Aleyküm" ibaresi olduğunu bildirmiştir ki, Allah'ın "Selâm" isminin tasarrufunu üzerimize istemekten daha tabiî ve fıtrî bir duâ ve selâmlaşma ifadesi düşünülemez.

Hazret-i Âdem (as) yaratılıp Cennete konulduğunda Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Meleklerden oturmakta olan şu topluluğa var da onlara selâm ver. Selâmını nasıl alacaklarını iyi dinle. Çünkü onların selâmı alış biçimleri senin ve neslinin selâmlaşma biçiminiz olacaktır."

Hazret-i Âdem (as) melekler topluluğuna yaklaştı ve:

"Esselâmü Aleyküm" dedi. Melekler:

"Esselâmü Aleyke ve Rahmetullah" dediler.6

Peygamber Efendimiz (asm) mi'raca çıktığında Cenâb-ı Hak ile selâmlaşmaları da aynı mübârek lâfızlarla oldu: Peygamber Efendimizin (asm) varlıkların tahıyyat ve salâvâtlarını bildirmesi üzerine Cenâb-ı Hak:

"Esselâmü Aleyke eyyühe'n-Nebiyyü ve Rahmetullahi ve berekâtüh" buyurdu.

Peygamber Efendimiz de (asm) Allah'ın selâmını:

"Esselâmü Aleynâ ve alâ ibâdillahi's-sâlihîn" diyerek aldı.7

Allah Resûlü (asm) selâmı aramızda yaygınlaştırmamız gerektiğini8, Allah'ın rızasının ve rahmetinin selâmı ilk veren üzerinde bulunduğunu9, bineklinin yürüyene, yürüyenin oturana, azın çoğa, küçüğün büyüğe selâm vermekle mükellef olduğunu10 kaydeder. Ashâb-ı Kirâm da çarşıda hiç işleri olmadığı halde, sırf selâmlaşmak ve Allah'ın rahmeti ve selâmı duâsına mazhar olmak için çarşıya çıkarlar ve selâmlaşırlardı.11

Kur'ân, selâmı bir hayli gündeminde tutar:

* "Ey İman edenler, kendi ev ve odalarınızdan başka yerlere sahipleriyle birlikte olmadan ve selâm da vermeden girmeyin."12

* "Evlere girdiğinizde evde bulunanlara Allah tarafından hoş, mübarek ve pek güzel bir sağlık dileği olmak üzere selâm verin."13

* "Size bir selâmla selâm verildiği zaman, ona ya daha güzel bir selâm ile veya aynısıyla karşılık verin."14

Demek selâmı vermek de, almak da Kur'ân'ın ilgi ve emir alanında bulunduğuna göre, "farz" hükmündedir.

Öyleyse, Müslüman'a selâm vermeyen veya Müslüman'ın verdiği selâmı almayan, şüphesiz mes'ûl duruma düşer. Hangi gerekçeye sığınmış olursa olsun! Çünkü ünlü halk deyimiyle selâm, "Allah'ın selâmıdır"; duâ hükmündedir; Müslüman kardeşine Allah'tan bir esenlik ve afiyet dilemektir. Yani selâm ile Müslüman'ı Allah'ın vereceği huzur ve saadete havâle etmiş olmaktayız ki, bir Müslüman hakkında bundan daha büyük "duâ" düşünülemez. Bu mânevî faydaları sağlamak için ise ancak "Esselâmü Aleyküm" veya "Selâmün Aleyküm" ibaresiyle selâm verilmeli ve "Ve aleykümü's-Selâm" veya "Ve aleykümü's-Selâmü ve rahmetullahi ve berekâtüh" ibareleriyle selâm alınmalıdır. Sünnet olan tarz ve biçim budur.

Bunun dışında; "Merhaba", "Hayırlı İşler", "Günaydın", "Tünaydın", "Good Morning", "Good Evening" gibi farklı tâbir ve deyimlerle sünnet olan selâmlaşma yapılmış olmaz. Ancak bu deyimler kullanılacaksa uygun olan, bunların sünnet olan selâmlaşmadan sonra kullanılmasıdır.

Dipnot:

(1) Tirmizî, Daavât, 86; (2) Haşr Sûresi, 59/23; (3) Tevbe Sûresi, 9/111;Yâsin Sûresi, 36/58; (4) Sözler, s. 31, 32; (5) Yâsîn Sûresi, 36/58; (6) Rıyâzu's-Sâlihîn, 843; (7) Şuâlar, s. 87; (8) Rıyâzu's-Sâlihîn, 845, 846; (9) Rıyâzu's-Sâlihîn, 855; (10) Rıyâzu's-Sâlihîn, 854; (11) Rıyâzu's-Sâlihîn, 847; (12) Nûr Sûresi, 24/27; (13) Nûr Sûresi, 24/61; (14) Nisâ Sûresi, 4/86

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

"Sudan" bahaneler



Sudan Cumhurbaşkanı Ömer Hasan El Beşir'in Türkiye ziyareti, Ankara'nın ve medyanın âdeta turnusol kâğıdı oldu. Ne yazık ki, misafir cumhurbaşkanına küresel zâlimlerin "bakışı"yla hakaret edildi; uluslararası sermayenin elindeki medyanın "yakıştırmaları"yla hitap edildi.

İki buçuk milyon metrekare yüzölçümü ile Afrika'nın kuzey doğusunda kıt'anın en büyük ülkesi olan Sudan, sırf hegemonya ve çıkarları için dünyayı ateşe veren Kissinger ve Yahudi lobisinin emr-i vakisine direttiği için, "tukaka" edilmekte. Tepeden dayatılan "büyük Ortadoğu projesi"nin "Müslümanları ehlîleştirme" ve "ılımlı İslâm" perdesinde küresel gücün kuklası yapma plânını kabullenmediği için, bombardımana tabi tutulmakta.

Evvelâ, Cumhurbaşkanı Gül'ün misafirinin gözünün içine baka baka Beyaz Saray'daki "stratejik müttefik"i Bush'un politikalarıyla "Darfur dramı"ndan dem vurması, hiç yakışmadı.

Gerçekten merak konusu; Gül, neden Afganistan'da, Irak'ta, Filistin'de süregelen mezâlime dikkat çekmez de, niçin ABD'nin Sudan'a sudan bahanelerle saldırmasını hatırlatmaz da, Washington'un argümanlarıyla salt Darfur'u gündeme getirir?

Müslüman Sudan'ın kontrollerine girmeyen bağımsız politikalarını, "reel politik" perdesinde, egemenlik ve menfaati hesabına beğenmeyen güçlerin "bakışı"yla bakmak, hangi vicdanın eseri? Zâlimi değil de mazlûmu hesaba çekmek, ne tür bir ruh hali?..

* * *

Hazar havzası ve Orta Asya enerji yataklarına ve hatlarına hâkim olmak için ABD'nin 11 Eylül bahanesiyle işgal ettiği Afganistan'da yüzbinlerce mâsumu katletmesini kınamayıp, zâlim güçlerce "Sudan'ın güneydoğusu" haline getirtilip terör ve anarşiye sürüklenen "Darfur" bölgesini "Bush'un ağzı"yla nazara vermek neyin nesi?

El Beşir, başta ABD ve İsrail olmak üzere, Batının tahrikiyle kışkırtılıp Sudan'ın başına belâ edilen Darfur'da "350 bin insanın ölümünden sorumlu" ise, işgal ettiği Irak'ta bir milyondan mâsum insanı katleden Bush nedir?

"28 Şubat postmodern darbe" şakşakçısı mâlum medya, eli kanlı Bush'un, katliâmları pazarlayan Dışişleri Rice'in Ankara'da âlây-ı vâlâ ile karışlanmasına neden bir şey demez de, Türkiye'yi ziyaret eden Müslüman bir ülkenin cumhurbaşkanına "tezyif"te bulunur? Niçin?

ABD'nin "silâh fabrikası" diye bombaladığı tesisin "ilâç fabrikası" olduğunu bütün dünyaya deşifre edip, İsrail'e hizmeti vazife bilen Evanjelist Bush ve neoconlarını bütün dünyaya karşı sıkıntıya soktuğu için mi?

Darfur'daki kabile kavgalarını Sudan'a fatura eden İnsan Hakları İzleme Örgütü, neden Filistin'deki "etnik temizliği" nazara vermez?

Sahi, Sudan Cumhurbaşkanı "hesaba çekilmek için" mi Türkiye'ye geldi? Yoksa Sudan'da yatırım ortamı ve ticaret imkânlarını konuşmak, siyasî, ekonomik ve kültürel alanlarda işbirliğini ilerletmek için mi?

Sudan, Türk şirketlerine otoyollar, köprüler, barajlar ve tesisler inşa ettirmek istiyor. Tarım, gıda işleme ve tekstil sanayii, makine ve ekipmanları imalatı ve montajı, turizm, tıp hizmetleri, deri işleme ve ayakkabı sektörü, deniz, nehir, metro, hava taşımacılığı alanında stratejik yatırım projelerine dâvet ediyor. Yatırım projeleri için arazi tahsisinden on yıla varan vergi ve gümrük muafiyetine kadar her türlü güvenceyi veriyor. Bunun içinde Darfur bölgesinin imar ve kalkınması da var.

Keza tarım, endüstri, tıbbî taşımacılık, havaalanı ve liman ekipmanları, inşaat malzemesi, tohum, gübre, otomobil yedek parçaları, elektronik aygıtlar, ambalaj malzemelerinin Türkiye'den ithali için bütün kolaylıklar sağlıyor.

Peki bunlar neden mâlum medyada yer almaz? Neden Sudan ekonomisin son yıllardaki performansından, Türkiye ve Sudan arasında yapılan karma ekonomik anlaşmalardan söz edilmez de, Bush'un bütün Müslümanları "terörist" ilân eden "düşmanca" bakışıyla bakılır?..

* * *

Sabra ve Şatilla mülteci kampları kasabı Şaron'un halefi, bütün BM kararlarını çiğneyen İsrail Başbakanı Ehud Olmert'in Ankara'da en üst düzey devlet protokolüyle karşılanıp TBMM'de konuşturulması "tartışmalı" olmuyor da, Osmanlı hayranı Sudan Cumhurbaşkanının ziyareti mi "tartışmalı" oluyor? Annapolis sürecinde Gazze'ye roketatar yağdırıp Müslümanları öldüren İsrail Başbakanı Olmert, "eli kanlı konuk" olmuyor da, Sudan Cumhurbaşkanı mı "eli kanlı" oluyor?

İran'a ve Suriye'ye saldırmak için bahaneler arayan, Irak'ta her gün onlarca, yüzlerce insanı öldürten işgalci Bush "diktatör" olmuyor da, ABD'nin dayatmalarını kabul etmeyen El Beşir mi "diktatör"? Filistin'de sistemli bir soykırımı sürdüren Olmert "soykırımcı" olmuyor da, ABD'nin "payandası" olmayı reddeden El Beşir mi "soykırımcı"?

Eşi Sudan gelenekleri gereği örtündüğü için mi? Yoksa Müslümanların "ılımlaştırıp", Amerikan emperyalizmi ve çıkarlarına göre "ayarlanması" adına mânen çökertilmesi; bir nev'i mânen ve fikren "esir" alınması projesini kabul etmediği için mi?

Demek, katıksız "Amerikancılık dürtüsü" ile ABD'nin binlerce mâsumu, çoluk çocuğu katletmesine karşı İslâm dünyasında gösterilen tepkiler "yaygara" olarak yorumlanıyor.

Görünen o ki, ABD'nin sivilleri ve köylüleri bombalayan "ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder eden", "dehşetli bir firavunluk ve hodgamlığın hükmettiği", "gaddarâne zulüm" ve "barbarlığı"nı gözardı edip Amerikan bombalarına karşı ülkelerini savunanları "barbarlık"la itham edenler, zâlimlerin şakşakçısı ve ecnebilerin "hınk" deyicisi çanak yalayıcılarla aynı borudan beslenmekteler.

"Yerli" medyaya yakışıyor mu?...

25.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Geri dönülmez yol



Son iki haftadır Türkiye'nin gündemi Başbakan Erdoğan'ın İspanya'da tekrar gündeme getirdiği başörtüsü yasağı. Her plâtformda bu yasak konuşuluyor.

Bu yasağı Türkiye'nin gündemine sokan 12 Eylül İhtilâlinin lideri Kenan Evren, gayr-ı ciddî yaklaşımlarda bulunmuş. Evren, yasakla ilgili soruya kendi üslubunca, her şeyi bilen bir din âlimi (!) edasıyla cevaplandırmış. "Kadınların saçlarının görünmesi günah olacaksa Allah onları saçsız yaratırdı.(!)"

Kendisine Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu'nun sözü ile cevap verelim: "Başörtüsü dinî bir gerekliliktir. 14 asırdan bu yana İslâm dünyasında kadınlar başlarını dinî gereklilik olduğu için örterler. Bu herkesin görmesi gereken bir realitedir."

Erdoğan'ın İspanya'da "Türkiye'de başını örtenlere 'Başörtüsünü siyasî simge olarak kullanıyorsun' şeklinde baskılar yapıldığını söyleyerek 'Velev ki bir siyasî simge' olarak taktığını düşünün. Bir siyasî simge olarak takmayı suç kabul edebilir misiniz? Simgelere, sembollere yasak getirebilir misiniz?" demesiyle başlayan tartışmadan sonra MHP bir teklif ortaya attı. Ancak bu teklifin meselenin çözülmesine katkı sağlamayacağı ortada. Ayrıca MHP, hizmet sunanlar açısından değil alanlar açısından yasağın kaldırılması gerektiğini de söylüyor. Ortaöğretimde ve çalışma hayatında yasağın devam etmesi gerektiğini düşünüyor.

Peşinden Yargıtay ve Danıştay başkanlarının yaptıkları açıklamalar meseleyi daha da hararetlendirdi. Meclis Başkanı Köksal Toptan, Başbakan Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, bu "çıkışlara" tepkilerini dile getirdi, söylenmesi gereken şeyleri söylediler. Burada şunu söyleyebiliriz: Herkes görevini yapmalı, halkın iradesinin tecelligâhı olan Meclis'in üzerinde bir kurum olmadığı bilinmeli.

Bunun üzerine önceki gün AKP Grup Başkanvekili Sadullah Ergin, MHP'ye üç maddelik bir anayasa teklifi götürdü. Bu teklif de sadece üniversitelerdeki yasağın kaldırılması ile ilgili. Başbakan yeni yasağın kaldırılması için yeni anayasayı beklemeyeceklerini açıkladı.

Şimdi gelinen noktada, ortada Erdoğan'ın verdiği bir söz, MHP'nin yaptığı bir teklif, DTP'nin de kısmen olsa yasakların kalkması yönündeki beyanatları, AKP'nin üç teklifi duruyor. CHP'yi söylemeye gerek yok, kendilerinden beklenilen tavrı göstererek, yasakların kalkmaması (!) gerektiğini düşünüyor. Bu üç partinin (AKP, MHP ve DTP) -fireler de olsa- milletvekili sayısı Anayasa değişikliği yapmak için yeterli. Eğer çözüm için samimiyet varsa hükümet bu desteği iyi değerlendirip fırsatı kaçırmaz.

* * *

Şu anda başörtüsü yasağı ile ilgili herhangi kanunî bir düzenleme olmamasını rağmen yasak devam ettiriliyor. Binlerce insanı mağdur etti, ediyor. Yasak, Anayasa Mahkemesinin yorumuna dayanarak sürdürülüyor. Başörtüsü yasağı artık kanunla değil, yeni anayasa ile çözülmek isteniyor. Yeni anayasa taslağını hazırlayan 6 kişilik bilim kurulunda bulunan Prof. Dr. Yavuz Atar, Ankara Haber Müdürümüz Kemal Benek'e verdiği beyanatta bunu vurguluyor: "Anayasa Mahkemesi'nin 1989 yılında yaptığı yorumu oldukça; kanunla, yönetmelikle bunu çözmek mümkün değil. O yüzden anayasaya somut bir hüküm koyup Anayasa Mahkemesi'nin buna uygun karar vermesini sağlanması gerekir." (Yeni Asya, 22 Ocak 2008)

* * *

Ayrıca yasağın sadece üniversitelerde kaldırılması yetmeyeceği aşikâr. Üniversitede başörtülü okuyan hanımlar, çalışmak istediklerinde başını açmalarını istemek kadar anlamsız bir durum olmaz. Geçmişte görüldü ki, başörtülü çalışan memurelerle kimsenin bir sorunu olmamıştı. Diğer çalışma arkadaşları arasında yadırganmıyordu. Şimdi de yadırganmayacaktır. Çünkü insanların başı açık-başı kapalı diye bir problemi yok. Bu yasak sadece yasakçıların kafasının içindeki problem. Bu yasak kaldırılırken "hizmet alan-hizmet veren" ayrımı yapmak son derece yanlıştır. Bu yüzden yasak sadece üniversitelerde kaldırılsa bir ayağı eksik olacaktır.

Gelinen noktada, artık bu yasak konusunda geri dönülmez bir yola girilmiştir. 4.5 yıllık birinci Erdoğan hükümeti zamanında olduğu gibi mesele çözülmez, şimdi de sırf çözüldüğünü göstermek için bir şeyler yapılırsa, ya da MHP'nin geçmişte yaptığı gibi meseleyi "çözerek halletme" yoluna gidilirse, yasağı çözüyoruz diye yoruma açık ifadelerle mesele geçiştirilirse millet cevabını verir.

Bu meseleyi çözüp, yasaklardan kurtulmak için de cesaret ve irade lâzım. Artık söz değil, icraat zamanı. Bu aşamada hiç kimse başörtüsü üzerinden siyaset yapmamalı, bundan siyasî rant elde edeceğini düşünmemelidir.

Hiç değilse bu sefer özgürlük için fırsat kaçırılmamalı.

25.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri