Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Rahmanın vediaları ile birlikte yaşamak - 3



İnsanları, taşımadıkları olumsuzlukları

düşünerek sevmeliyiz

İman gözüyle bakınca her şey güzelleşiyor. Müslüman anne baba, Müslüman bir toplum ve Müslüman bir memlekette yaşamak nimetini aratmadan bize verdiği için Rabbimize ne kadar şükretsek az.

Anne, babamıza, akrabalarımıza, dostlarımıza, komşularımıza küfür ehli, çirkin tavırlı olmadıkları, haram hareketler taşımadıkları için şükretmeliyiz.

İnsanları, taşımadıkları olumsuzluklarını düşünerek sevmeliyiz.

Şefkatin su-istimaline dikkat

Evlâdına olan muhabbetini sadece dünyevî hayatına dönük kullanan anneler, kendisine verilmiş olan şefkati su-istimal etmiş olmaktadırlar. Anne babasızlık nasıl çok acı bir hayat hali ise; şefkatini sui-istimal eden anne babaların tavırları, ondan daha geri değil.

“Bana dinimi neden öğretmediniz?” suali, anne babalar için mesuliyet ihtiva edecektir.

‘Hatasız kul olmaz’ herkes için geçerli bir kuraldır

Birlikte yaşadığımız insanların bize olan yakınlığı ne olursa olsun, hatalar içerisinde olabileceklerini düşünmek, onlara göstereceğimiz tepkinin ölçülü olmasını netice verecektir.

Velev ki, muhatap olduğumuz insanların hakikaten huylarında, davranışlarında bir bozukluk söz konusu olsa bile, ‘Kötülüğe, iyiliğin en güzeliyle mukabele etmek’, ehl-i İslâm’a yakışan bir davranıştır.

Yaşamadan, tenkit etmek kolay

Herkes ömrü vefa ederse, her rolü taşıyacak; damat/gelin olacak, damadı/gelini olacak, kaynanası/kayın pederi olacak; kendisi de kaynana/kayın peder olacak; her genç yine ömrü vefa ederse, yaşlanacak. Baba olan, dede olacak; anne olan anneanne olacak.

Kanun böyle işliyor. Tabiî zaman hatt-ı müstakim üzere gitmeyecek. Zaman içinde kontörleri biten organlar görevini terk edecekler. Onun için kör, topal, sağır olmak mümkün. Protez ayaklar, sun’î gözler, işitme cihazlı kulaklar, takma dişler kullanım kontörleri bittiği için, vücudumuzda yer alan yabancılardır. Gıda boyutunda biten kontörlerin yerine ise, artık yenisi alınamıyor, onlarla ilgili de perhizler başlıyor. Bu da bir kanundur.

O zaman, şu an evlerimizde hasta, sakat, ihtiyaçlarını gideremeyecek düzeyde yaşlı anne-baba ya da akraba var ise, onların yardımına koşmalıyız. Çünkü, ömür vefa ederse, yarın aynı manzara şu an genç olan bizler için söz konusu olacaktır. ‘Ne ekersen onu biçersin.’

Empati yapmak, kendini kaynana/ kayınpederin; ihtiyar, yatalak hasta akrabanın yerine koyabilmek ve ona uygun davranış geliştirebilmektir. Onun için empati yapmak, geline de damada da, kaynanaya da, kayın pedere de gerekli bir davranış tarzı.

Kendimizi yarın taşıyacağımız role hazırlamalıyız. Her taşıdığımız rol, onunla muhatap olanların olduğu kadar, o rolü taşıyanlar için de imtihan vesilesidir.

Taşıyabilen için her rol güzel. Güzel olmasaydı, Hz. Peygamber damat olur muydu, kayın peder olur muydu? Kaynana rolü kötü olsaydı, Hazret-i Hatice kaynana olur muydu?

Kötü olan annelik babalık; kaynanalık, kayınpederlik; gelinlik, damatlık değil; o rolleri şer’i ölçüler içerisinde yaşayamamaktır.

Beterin beteri var, haline şükret

Karşılaşılan imtihan hallerine karşı, ‘vardır bir hayır’, ‘beterin beteri var’ yaklaşımı, imtihanı kolaylaştırıyor. Çok acı, dayanılmaz, taşınması güç hayat halleri içerisindeki insana yüce Allah öyle bir sabır, öyle bir metanet, öyle bir merhamet veriyor ki, ebedî saadeti kazanacak bir kabiliyete ulaşıyor.

Bir imtihan hali içerisindeysek, o kesinlikle bizim taşıyabileceğimiz kadardır.

Böyle bir durum karşısında da, ‘beterin beteri var’ anlayışını, dünyamıza katmamız gerekecektir. Hastaneler, hapishaneler, ‘sabır içinde şükür’ halini yaşayan insanlarla dolu.

Musibete uğramış olanlar için, ‘sabır içinde şükür hali’ anlamlı ve kazançlı.

Mü’min kardeşinden sana gelen

bir fenalığa nasıl yaklaşmalıdır?

Tabiî birlikte yaşadığımız mü’min kardeşlerimizle, her zaman için iyi ilişkiler içerisinde olmayabiliyoruz. Aslında anne, baba, evlât, kaynana, kayınpeder, abla, ağabey, damat, gelin hepsi, önce mü’min kardeşlerimizdir. Babamız, önce mü’min kardeşimiz, sonra babamız; çocuğumuz, önce mü’min kardeşimiz, sonra evlâdımız, gelinimiz/damadımız, önce mü’min kardeşimiz sonra gelin/damadımız değil midirler?

Öyleyse onlarla olan muamelelerimizde, mü’mince tavırlar kendini göstermelidir.

Mü’min kardeşimizden fena bir tavır

görsek, yaklaşımımız nasıl olacaktır?

“Mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, Evvelâ: Kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.

Saniyen: Nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adavet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.

Salisen: Sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra baki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek afv ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.”(22. Mektup, s. 257)

Böyle bir yaklaşım tarzından kargaşa, kavga, gürültü çıkar mı?

Duyguları tamir atölyesi; fena bir

adama ‘iyisin iyisin’ desen iyileşir

22. Mektup, duygu tamir atölyesi gibi, nefsin aşırılıklarını törpülüyor. İnsanı doğru, sağlıklı, etkili davranışlara taşıyor. Demek duygusal arızalar, dargınlık, kırgınlık vb. günlük, haftalık, aylık bedensel ve ruhsal bakıma girmemekten kaynaklanıyor.

Duyguları tamir eden muhteşem bir kural; “Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husûmet tezayüd eder. Zahiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur. “Şeref ve izzet sahibi birine iyilik etsen, onu elde edersin. Aşağılık ve kötü birine iyilik etsen, o daha da azar.” hükmünce, mü’minin şe’ni, kerim olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zahiren leim bile olsa, iman cihetinde kerimdir. Evet, fena bir adama “İyisin iyisin” desen iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın fenasın” desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyle ise, “Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler. (Furkan Sûresi, 72) gibi desatir-i Kur’âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır. (age, s. 256.)

Yukarıdaki bahiste geçen, ‘şeref ve izzet sahibi biri’ni, tabiî ki mü’minler, ‘aşağılık ve kötü biri’nden de ‘ısırmaktan ve acı vermekten zevk alan’, imansız insanları düşünmek sanırım doğru olacaktır.

Dolayısıyla böyle bir Kur’ânî yaklaşım içerisindeki bir insana kimseden hiçbir şekilde zarar gelmeyecek ve saadet ve selâmet içerisinde olacaktır.

Birbirimize, emanet misafirler olarak bakmalıyız

İnsanlar arasındaki çok önemli bir yaklaşım da, hata ve kusurlarla ilgilidir. ‘Hatasız kul olmaz…’sözü burada bize yardımcı olacaktır. İnsan adavetini, düşmanlığı doğru mecrasında kullanmak durumundadır; “Eğer adavet etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine çalış… eğer düşmanlık etmek istersen, kafirler, zındıklar çoktur; onlara adavet et.”

İşte anne babanın, akrabaların, dostların hata ve kusurlarına yine orijinal bir yaklaşım tarzı:

“Bir mü’minde bulunan cani bir sıfat yüzünden, sair masum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adavet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü’minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü’minin akrabasına adavetini teşmil etmek, ‘Muhakkak ki insan çok zalimdir.” (İbrahim Sûresi: 34,), (22. Mektup s. 255) hakikatini hatıra getiriyor.

Neticede mü’minlerle olan ilişkilerde, Esma-i İlahiye adedince bulunan vahdet alâkalarını, ittifak rabıtalarını ve uhuvvet münasebetlerini dikkate almak gerekecektir. Yoksa, “Kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar rabıta-i vahdete hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.”(age. 256)

Kaideler bu kadar açık iken, şeytan huzursuzluk için hatalara dikkatleri çekiyor. O zaman birbirimize, birbirimize emanet misafirler olarak bakmalıyız ki, şefkat ağır bassın.

İnsan, taşıdığı imanı ve bu imanı davranışa dönüştürebildiği kadar insandır.

Gideceğimiz yere, dersimizi de götüreceğiz

‘Mü’minler kardeştir.’ hakikatini önce anne, baba, evlât için düşünmeliyiz. Onların ateşte yanmalarını istemeyiz. Onun için iman hizmetinde onları hiç ihmal etmemeliyiz.

Biz de, anne, babamın ziyaretlerini fırsat bilerek, eşim annemle, ben de babamla nur derslerine gittik. Birlikte ders arkadaşı olduk. Ve onlarla evimizde risâle sohbetleri yaptık. Risâleler okundukça anne babamın gösterdikleri ilgi ve alâka, dikkate değerdi. Doğrusu eşimle birlikte, yakın akrabalarımızın imanlarının inkişafı noktasında, yeterince adım atmadığımızı anlıyorduk. Bundan sonraki, yaz tatili görüşmelerini daha nitelikli yapmaya karar verdik. Evet, hasret gideriliyor, sıla-i rahim yapılıyor ama, neden çalıştığımız konuları onlarla da paylaşmayalım. Hani onların hakları?

Artık gideceğimiz her yere çalışılmış en az dört beş konumuzu da cebimizde hazır tutacağız. Gündemli olmayınca, başka gündemleri yaşamak durumunda kalıyoruz.

Artık gideceğimiz yere, (ki bu yer neresi olursa olsun) dersimizi de götüreceğiz.

Nasıl efendim?

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Yangın üzerine



Neredeyse her gün bir yangın haberiyle karşı karşıya kalıyoruz. Almanya’nın Ludwigshafen şehrinde yaşanan ve dokuz kardeşimizin vefat ettiği yangından sonra, yine Almanya’da, bu sefer Heme şehrinde bir yangın daha yaşandı. Bu da yetmiyormuş gibi, geçen gün Hırvatistan açıklarında bir Ro-Ro gemimiz de yangın çıktı. Çok şükür, son iki yangında ölen olmadı. Fakat bir çok kardeşimiz yaralandı ve ağır maddî hasar meydana geldi.

Allah kimsenin başına vermesin, yangın hem karada, hem de denizde çok tehlikelidir ve onarımı mümkün olmayan ağır hasarlar bırakır. Sadece maddî değil manevî yaralar açar. Denizdeki yangın daha berbattır. Bu felâketin ne derece büyük olduğunu, yaşamış olduğum iki olayla anlatmaya çalışayım.

İkinci kaptan olarak bir gemide çalışırken, çok değerli bir süvarim vardı. Rizeliydi ve çok iyi yabancı dil konuşurdu. Benim gibi, Bahriyeden emekli olduktan sonra ticaret gemilerinde çalışmaya başlamış, o zamanlarda çok az sayıdaki gemilerimizden birine kaptan olmuştu.

Yaz aylarından birinde, Akdeniz’de sefere çıkmışlardı. Fakat gemi makinesi arıza yapmış, İtalya kıyılarında demirlemek zorunda kalmışlardı.

Onarımlar devam ederken, bir felâket yaşadılar. Makine infilâk etmiş Başmühendis dâhil olmak üzere, birkaç gemici vefat etmişti. Felâketler ardı ardına geliyordu. İnfilâktan sonra gemide yangın çıkmış, gemiyi terk etmek zorunda kalmışlardı. Gemide bulunan gemici aileleri de çok zor durumda kalmışlardı.

Bir kaptan için en zor şeylerden birisi, gemisini terk etmektir. Hatta, bazı kaptanların ölmek pahasına da olsa gemilerini terk etmediği görülmüştür. Almanların meşhur gemisi Graf von Spee ve komutanı, Güney Amerika’da açıkta bekleyen İngiliz gemilerine esir olmamak için intihar etmişlerdir. Askerlerini sahilde bıraktıktan sonra, açıkta sulara gömülen bu gemi, kaptanı ile beraber Atlas Okyanusuna gömülen gemilerden sadece bir tanesidir. Her ne ise…

Benim süvarim, yaşamış olduğu bu yangından çok etkilenmişti. Hiç umulmadık bir anda aniden sinirlenebiliyor, çevresindeki insanları incitebiliyordu.

Bir gün, bana yaşamış olduğu bu yangını anlatarak, bazen istemeden de olsa agresif davrandığını ve kusuruna bakılmaması gerektiğini söyledi.

Gerçekten de büyük bir travma yaşamıştı. Bırakın gemisini, birkaç gemicisini dahi kaybetmişti. Hâlbuki kendisinin yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kader hükmünü icra etmiş, müessif bir olay başına gelmişti.

Yıllar sonra, onun yaşadığı sıkıntının bir benzerini, bu sefer ben yaşamıştım. Allah’a çok şükür, benim ne bir gemicim, ne de gemim kaybedilmişti. Lâkin çok zor birkaç gün geçirmiştim.

Ukrayna’ya gidiyorduk ve gecenin yarısıydı. Gemiciler panik halinde beni uyandırdılar. Makine dairesinde yangın çıkmıştı.

Makine yangını, gemide olabilecek en büyük felâketlerden bir tanesidir. Geminiz hareketten sakıt kaldığı gibi, her an yakıt tutuşabilir, can kayıpları yaşanabilirdi.

Gemilerde sabit karbondioksit sistemi bulunur. Gerekli kapakları kapatıp, makine dairesini boşalttıktan sonra, derhal bu sistemi çalıştırmalarını söyledim. Kısa bir süre sonra yangın gaz ile boğularak söndürülmüştü.

Gemimizi ve gemicilerimizi kurtarmıştık, lâkin deniz ortasında şamandıra gibi kalmıştık. Gemimiz, batıya doğru, akıntı ile birlikte sürükleniyordu. Demirleyecek bir derinliğe gelince, hemen demirledim ve telsiz ile şirketimi aradım. Onlar da şok olmuşlardı. Fakat bana her türlü desteği sağlayacaklarını ve endişe etmememi söylediler.

Yangının yaralarını sarmaya başladık. Yardımcı cihazları onarmıştık, lâkin makinemiz hasarlıydı ve yedek parça gelmeden çalışamazdı.

İhtiyaç duyduğum malzemeler tedarik edildiği takdirde makineyi çalıştırabileceğimi şirketime ilettim. Romanya’dan talep ettiğim malzemeler gönderilecekti. Akıntı hâlâ lehimizeydi ve gemimizi Romanya’nın Sulina sahillerine doğru sürüklüyordu.

Demir alarak sahile doğru sürüklenmeye başladık ve uygun bir yere tekrar demirledim. İki gün sonra da yedek parçalar geldi. Onarımımızı yaptık ve uzun uğraşlardan sonra makinemizi çalıştırmayı başardık.

Şirkete, geminin yükü yükleyerek seferi tamamlayabileceğini söyledim. Zira, hâlâ “laycan” adını verdiğimiz yükleme tarihini kaçırmamıştık. Armatör inanamamıştı, ama sefere devam edebileceğimizi söyledi. Nikolayev’e varmış, yükümüzü yükledikten sonra İzmir’e tahliye etmeyi başarmıştık. Gayretlerimizden dolayı bir teşekkür yazısı almıştık, lâkin daha güzel olanı personelimle beraber sağ salim limana ulaşmıştık. Benim için en önemli konu buydu.

Cenâb-ı Allah’ın inayetini bizzat görmüş, halimize şükretmiştik. Ama yangın felâketleri, her zaman bu şekilde mutlu sonla bitmiyordu. Yukarıda anlattığım gibi, çoğunlukla kötü bir şekilde sona eriyordu.

Denizcilerin, Allah’ın varlık ve birliğine olan imanı her zaman çok güçlüdür. Sadece fırtınalar değil, kâinatta cereyan eden her türlü olayın Allah’ın izni ve iradesiyle olduğunu bilirler. Evet, onun izni olmazsa yaprak bile kımıldamaz. Sonsuz kudret sahibi olan Rabbimize şükreder, bütün inananları görünür-görünmez bütün kazalardan korumasını niyaz ederiz…

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail TEZER

Ehadiyet tecellîsinden güvenlik sistemlerine



“Amerikan Federal Soruşturma Bürosu ( FBI)

suçluları bir bakışta tanıyacak. FBI Biometrik Servis Şefi Kimberly Del Greco, bir milyar dolarlık yeni bir program sayesinde suçluyu gözbebeğinden teşhis edeceklerini söyledi. Greco, suçluların iris ve kemik yapısının bulunacağı yeni program sayesinde özellikle sınırlardaki suç oranlarının düşeceğini anlattı.”

(Star, 6.2.2008)

İnsanın siması, beynindeki elektrik aktiviteleri, gözün iris tabakası, parmak izleri, parmak damar şeması... Hepsi, ama hepsi, Yaratıcının ehadiyet ve muhtariyet mührü...

Bediüzzaman, mevcudâtta iki türlü tecellîden söz eder. Biri tevafuk, diğeri tehalüf. Yani benzerlik ve farklılıklar...

Benzerlikler, vahidiyet tecellîsi; farklılıklarsa ehadiyet... İkisi de, Yaratıcının bir oluşuna işaret ediyor.

Sözgelimi, insanın gözbebeğindeki sistemle Güneş sistemindeki aynı. Yaratıcı, bütün varlık sahasına aynı kanunla hükmediyor. Zaten atom altı âlem de bunun delili. Makro âlemden mikro âleme indikçe, zerreler boyutunda sanki makro âlemle tekrar karşılaşıyorsunuz. Uzaydaki yıldız kümelerini müşahede ediyorsunuz adeta. İnternette dolaşan bir slayt gösterisi, bu gerçeği çok etkileyici bir şekilde gözler önüne seriyor. Eğer izlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Bediüzzaman, Kur’ân’daki bir âyete işâreten “Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar” derken de, kâinattaki bu tevafuka, yani her şeyde aynı kanunun hükmediyor oluşuna dikkat çeker. İşte bu, Allah’ın vahidiyet tecellîsidir ki, birliğinin delilidir.

Öte yandan, Yaratıcı, her insanın gözbebeğinde bulunan iris tabakasını farklı yaratmıştır. Bu ise ehadiyet tecellîsidir ki, yine Onun birliğini ve aynı zamanda irade sahibi oluşunu gösterir. Çünkü, tek bir iris tabakasını farklı yaratmak; ancak bütün iris tabakalarını bilen ve yaratan Zât’ın işi olabilir.

İşte şu kâinat sergisinde teşhir edilmiş, vahidiyet tecellîsi olan bütün benzerlikler de; ehadiyet tecellîsi olan bütün farklılıklar/benzersizlikler de, her şeyin tek bir Zâtın elinden çıktığını gösteren birer tevhid mührüdür.

İşin ilginç ve tefekküre değer bir diğer yanı ise; meselâ iris tabakasının, parmak izlerinin, parmak damar şemasının, beyindeki elektrik aktivitelerinin, birer ehadiyet tecellîsi olarak, her insanda farklı olmasının, pekçok sahada güvenliği kolayca sağlamaya vesile olmasıdır. Bu anlamda habere konu olan, suçluyu gözbebeğinden teşhis eden program da, ehadiyet tecellîsiyle gelen bir İlâhî nimet olarak görülmelidir. Buna benzer başka pekçok güvenlik sistemi, hep onun ehadiyet tecellisinin üzerimizdeki nimetleridir. Şüphesiz, daha nice ehadiyet tecellîleri ortaya çıktıkça, insanoğlu güvenlik sistemlerinde yeni gelişmeler kaydedebilecektir.

Aslında, bu İlâhî tecellînin güvenlik sahasında insanlığa getireceği kolaylıklara, yıllar önce Bediüzzaman şu sözleriyle işaret etmişti:

“..hukuk-u insaniyenin (insan hukukunun) muhafazası için sair envâın (canlı türlerinin) fevkinde olarak o simalarda birbirine iltibas (karışıklık) olmamak ve birbirinden tefriki (ayrılması) için, hikmetli pek çok alâmet-i farika (ayırtedici işaretler) ile iftirakları, o Sâni-i Vâhidin iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik bir sikke-i ehadiyet (ehadiyet mührü) oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir sebep, o sikkeyi koyamaz.” (Lem’alar, 30. Lem’a, 4. Nükte, 1. İşaret)

Evet, simalara ve o simalardaki gözlere, parmaklara ve o parmaklardaki damarlara, beyinlere ve o beyinlerdeki elektromanyetik dalgalara ayırtedici işaretler koyarak benzersizlik mührünü vuran, böylelikle insanoğlunun hukukunu muhafazaya eden Vahid-i Ehad’e, üzerimizdeki bu nimetinden dolayı ne kadar şükretsek azdır, öyle değil mi?

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Türklüğe hakaret



MHP lideri Bahçeli “Başörtüsü manevî, 301 millî dâvâmız” diyor. “Manevî dâvâ” için AKP ile birlikte yaptığı ortada: Yasağı üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmak için, bu sonucu dahi vereceği şüpheli bir girişimde bulunmak.

“Millî dâvâ” olarak nitelediği 301’deki tavrı ise, bu maddeyi korumak ve dokundurmamak.

Ve maddede değişiklik yapma girişimlerini sabote edip engellemek için “Türklüğe hakareti suç olmaktan çıkarmak istiyorlar, yetişin ey Türk milleti” diyerek ortalığı ayağa kaldırmak.

Türk Ceza Kanunu 1926’da İtalya’dan alınıp Türkiye’de uygulamaya konulduğu zaman, orijinal metinde “Türklüğe hakaret”e tekabül eden bir ifade yokmuş. Ama yeni TCK taslağını hazırlayan merhum Dönmezer’den öğrendiğimize göre, bu ibareyi bizzat Atatürk ilâve etmiş.

Ve ilginçtir; bu ilâvenin İtalyan karşılığı, Roma’da faşist rejimin işbaşı yapmasından sonra, 1930’da onların ceza kanununa da konulmuş.

Ama İtalya faşizmden kurtulup demokrasiye döndükten sonra, bu rejimin diğer bütün kalıntıları gibi, bu madde de tabiî ki temizlenmiş.

Türkiye’de ise hâlâ yürürlükte. AB sürecinde bu maddeyle de epeyce uğraşıldı, bazı değişiklikler yapıldı, ama bunlar esası değiştirmeyen rötuş ve makyajlar olmaktan öteye gidemedi.

TCK yenilenirken madde bir kez daha ele alındı, ama Türklük ibaresine, sırf vaktiyle Atatürk tarafından konulduğu gerekçesiyle dokunulamadı. Maddenin 159 olan numarası 301 olarak değiştirilip, yine ufak rötuşlarla yetinildi.

Maddeyle korunanlar Türklükten ibaret değil.

Yanı sıra, Cumhuriyet, TBMM, hükümet, yargı organları, askerî veya emniyet teşkilâtı da 301 koruması altında.

Ancak uygulamada bu madde şimdiye kadar çok büyük bir çoğunlukla askere yönelik eleştirileri susturmak için kullanıldı. Buna mukabil, TBMM’yi, hükümeti veya polisi ilgilendiren yönüyle pek gündeme getirilmedi. Türklük meselesi ise Hrant Dink ve Elif Şafak’a karşı işletildi.

301, TCK’nın “Millete ve devlete karşı işlenen suçlar” başlığını taşıyan, ama milletten ziyade “devlet”i koruma içerikli Dördüncü Kısmının, “Devletin egemenlik alâmetlerine ve organlarının saygınlığına karşı suçlar” arabaşlıklı Üçüncü Bölümünde özel bir madde olarak yer alıyor.

Oysa devleti değil, birey hak ve özgürlüklerini öne çıkaran çağdaş hukukta bu tür düzenlemelerin yeri yok. 301’i savunmak için öne sürülen “Avrupa’nın da 301’leri var” iddiası da asılsız.

Oralarda var olduğu söylenen maddelerin uygulanış biçimiyle, Türkiye’deki çağdışı 301 uygulamaları arasında da hiçbir benzerlik yok.

Türklüğe ve maddedeki bazı devlet kurumlarına hakaret edildiği iddiasıyla en sıradan eleştirileri dahi 301 kapsamında soruşturma, dâvâ ve ceza konusu yapan zihniyet, Türkiye’ye taşıyamayacağı ayıpları yüklemek suretiyle Türklüğe ve de devlete en büyük kötülüğü yapıyor.

Türklüğe hakareti cezaî müeyyideye bağlayan kafa, diğer unsurları bu imtiyazdan mahrum bırakarak eşitlik ilkesini çiğnemek; Türklüğü çağ ve hukuk dışı bir baskı sisteminin ve çeteciliğin dolgu malzemelerinden biri haline getirmek; ve aynı sistemle Türkiye’yi her alanda geri bıraktırmak suretiyle, Türklüğe de, Türklere de, Türkiye’ye de en büyük hakareti bizzat kendisi yapıyor...

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Hemşehrim Baykal’a ve iktidar mensuplarına açık mektup



Bu köşeyi takip edenler bilir. Siyasî sahaya fazla girmek âdetimiz değildir. Bu yazı da, siyasî değildir. Sadece muhatapları siyasîdir. Mümkün olduğu kadar hakperest ve dürüst davranmaya çalışmaktır.

Sayın Deniz Baykal,

Aynı ilde yaşıyor olmak ve TC vatandaşı olmak dışında sizinle bir ortaklığımız yok. Olmadı. Bu iki unsur asgarî müştereklerde birlikte olmaya yetmeliydi. Daha fazlasının olmasını da gönlüm isterdi. Ama olmuyor maalesef. Çünkü:

Son günlerde “başörtüsü” konusunda yaptığınız talihsiz açıklamalar, size bu mektubu yazmayı beni mecbur etti.

Bin seneden beri İslâmiyete beşiklik, sancaklık ve bayraktarlık yapmış bu mübarek topraklarda aynı Allah’a, aynı kitaba, aynı peygambere, aynı dine inanmış, aynı kıbleye yönelmiş milyonlarla Müslüman kardeşlerim var. Bunlarla asırları bulan, kökü bu dünya ve ebed âlemlerine uzanan vazgeçemeyeceğim ve paylaştığım değerler var. Sizinle de bu birliklerde birlikte olmayı isterdim.

Ama türban tartışmalarını kasıtlı olarak “siyasete” âlet eden zât-ı âliniz ve ekibiniz ve de iktidar mensuplarının marifetleriyle geldiği noktada, verdiğiniz beyânâtlar ve açıklamalarla, Müslüman ve mukaddes değerlere olan bağlılık ve saygımızı bu birlikteliğin içine koyamıyorum. Sebebine gelince: Son günlerdeki beyanlarınız, sizinle İslâm inancı ve anlayışımız konusunda çok büyük bir mesafe olduğunu bir kere daha ispat etti.

Kimsenin dinî inanç ve düşüncesini sorgulama hakkımın olmadığını bilecek kadar da, haddimi bildiğimi sanıyorum. Siz bir siyasetçisiniz. Bu sahadaki “marifetlerinizi de, başarılarınızı da” hem Türkiye, hem de dünya âlem biliyor. Muhalefetteyken bile yedi kere seçime girip hepsini de kaybeden, bu yarışı mağlûp bitiren ender “liderlerden” birisiniz. Bu sahadaki “marifetlerinizden” dolayı kendi partiniz içindeki muhaliflerinizin giderek çoğalması ve hakkınızdaki iddialar Türk ve dünya kamuoyuna delil olarak yeter de artar bile. O konuda da fazla söze gerek yok.

Benim dikkatimi çeken, din âlimi sıfatınız olmadığı halde, laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin, resmî Diyanet İşleri Başkanlığı varken, il ve ilçelerde fetva verecek müftülükler ve uzman kişiler varken, “dinî fetva” vermeye kalkmanızdır.

Basından aldığım bilgilere göre, bir TV programında şunları söylüyorsunuz:

“Başörtüsü mü, türban mı? Türban, bizim kültürümüzün parçası değil. Başörtüsü, örtünme bizim kültürümüzde vardır. Burada bir dışlayıcılık yoktur. Saçımın telini bile göremezsin diye bir şey yok. Başı açık dolaşmak diye bir günah yok. Türban takarsın Müslümansın, takmazsın değilsin. Böyle bir şey yok. Bu türban dayatmasıdır. Fırat’ın, Dicle’nin, Konya Ovasının çocuğu değil. Dışarıdan dayatılmış türban... İslâmiyetin özünü anlatırsanız, türbana sıra bile gelmez. Bu başka bir şey. Burada bir rejim kavgası var. Bana diyorlar ki, hem bu türbanlı çocuklarla fotoğraf çektiriyorsun, hem de düşmansın. Geçen Taha Akyol diyordu. Ortadaki sorun onlarla ilgili sorun değil. Burada haksız bir baskı var. Bunun değiştirilmesi lâzım. Elbette kızlarımız türban da, başörtüsü de takabilir. Bu onların sorunu değil. Yarın üniversiteye giden öğretim üyesi, sınıfta iki bölüm görecek. Başı örtülü, başı örtülü değil. Herkes burada mezhep ayrımı hâline getirecek. Herkes mezhebine göre birbirini ayıracak.”

Bütün bu beyanlar birer komple teorisi izleniminden başka bir şey değil Sayın Baykal!

Türkiye Cumhuriyetini ve müesseselerini, bir “Korku Cumhuriyeti” haline getirmeye hakkınız yok.

Dünyada her ilim sahasında ve hayat pratiğinde “otorite” diye bir kavram ve gerçek varsa ve bu kavram “ideolojiye” kurban edilmemesi lâzımsa, takip edilecek yol ve metot budur. Meşrû müessese ve otoriteye güvenmek ve gerektiğinde müracaat edip verdiği bilgi ve fetvaya uymaktır.

Hâlbuki siz, en ufak bir meselede bile, hemen devletin resmî kurumlarına başvuruyor ve onları savunuyorsunuz. Dinî ve mukaddese ait konularda niye bu yola başvurmuyorsunuz? Doğrusu meraka değer!

Hukuk konusunda, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere, bütün yargı organlarına hemen müracaat ediyorsunuz ve meşrû hakkınızı kullanıyorsunuz. Elbette bu hakkınızdır, ama zaman içerisinde bu müesseselerin sadece size çalıştığı ve çalışacağı gibi bir izlenim vermek gibi bir intibâın uyandığının da farkında mısınız, bilmem. Bu millet bütün müesseselerine güveniyor ve verdiği her karara da–sevmese bile—rıza gösteriyor. Saygı duyuyor ve uyuyor. Ama siz meşrû müesseselerin üzerine çıkıp devre dışı bırakmaya nasıl cesaret ediyor ve bunu nasıl normal görüyorsunuz doğrusu merak konusu.

Ama artık bunlar demode oldu. Güneş balçıkla sıvanmaz. Bilhassa, gençlerimiz başta olmak üzere, bu memleketin düşünürleri, inananları, hatta inanmayanları bile; “başörtüsünün” yasaklanmasının meşrû olmadığını, bunun bir insan hakkı olarak kullanılmasını destekliyor ve meşrû görüyor. Sadece siz ve sınırlı ekibiniz bu fasit daireyi kıramadı ve kıramıyor. Tarih bunu böyle kaydedecek.

“Başörtüsüne”, “türban” diyerek kandırma tuzaklarınıza ve kelime oyunlarına artık millet kanmayacak. Siyasî hesap ve koltuk sevdası uğruna feda edilen manevî değerlerin faturası, sizin rağmınıza çalışacak bu gidişle de size asla ve kat’â iktidar nimetini göstermeyecektir. Meğer ki bu hatadan dönüle!

***

Bu konuda bir iki kelimemiz de, hem iktidar mensuplarına, hem de bu kadroları oylarıyla destekleyen kardeşlerimize var. Şahsen benim mevcut iktidar konusunda bir takıntım veya tarafgirlik hastalığım da yok. Ama “kudsî hakikatlerin”, dünyevî maslahatlara feda edilme eğilimi ve duyarsızlığı karşısında takınılan tavır çok ciddî mânâda beni üzüyor. Bazan da, inanan kesimin, “Müslüman kimliğiyle” yaptığı yanlış yorum ve tercihlerden dolayı sarsılıyorum.

Sayın Baykal, dinin kesin emri olan, “başörtüsüne” karşı çıkmayı çeşitli kelime oyunlarıyla ideolojisine kurban ederken, mevcut iktidar mensuplarının da Allah’ın bu mutlak emrini, koltuk ve rey adına “siyasete” kurban etmenin tehlike sınırına getirmeye haklarının olmadığını sorgulamanın hakkımız olduğunu belirtmek isteriz.

Başörtüsünün kamuda ve her yerde serbest olmasını savunan, kendi parti mensuplarından bir milletvekiliyle, bir belediye başkanına sahip çıkmayarak dışlamaya çalışmak ve onlara revâ gördükleri muâmele, “Aman bu tür beyanlarda bulunmayın. Bu, partimizin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatma gerekçesidir” iması ve ikazı tam ibret manzarası.

Sizin “dinî” bir parti olarak piyasaya çıkmanız, elbette lâik kanunlar karşısında bir sakınca ve suç teşkil edebilir. Bu konuda kendinizi mazur gösterebilirsiniz. Fakat son hadisede—iktidarınızı devam ettirebilmek için—bir yandan “ulusalcılarla” kısmen birlikte olmak ve sonucu çok şüpheli ve tehlikeli bir çizgide birleşmek... Diğer yandan belli konularda kesin strateji ve hedef belirlemeden hazırlıksız yola çıkarak, ciddî meselelerde, sol ve devletçi radikal cephenin salvoları ve şamataları karşısında geri adım atarak gereksiz ve zamansız karşınıza alıp, zemin kaybetmek... Sonuç alamamak ve başarıya ulaşamamak... Böyle bir garabet!

Neticede, size oy verenler hangi sâik ve düşüncelerle sizi destekleyip oy verdiler hiç düşündünüz mü? Onların dinî inanç kaynaklarına ters düşecek icraatlara âlet olmak veya desteklemek veya yönlendirmek, mevcut hakları da kaybetmeye sebep olmak, bu millete lâyık mı? Size yakışıyor mu?

Bunlar bir suçlama, ayıp arama, hata izi sürme değil. Sadece bir hatırlatma olduğundan emin olabilirsiniz.

Duâlarımızın daima meşrû zeminlerde, meşrûiyet, dürüstlük, saydamlık, berraklık, hak ve hukuk üzerinde olanlar üzerinde olduğunun da altını çizelim.

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Siyasette doğru tercih



İnsanlar siyasetle idare edilirler. Devlet de siyasetle yönetilir. Siyaset, ülkeyi adalet ve hakkaniyetle yönetmek ve insanların hak ve hürriyetlerini korumak için gereklidir. Menfaat elde etmek, makam ve mevkî kazanmak, halka baskı yapmak ve tepeden bakmak için siyasete girmek tehlikelidir; haksızlık ve zulümle sonuçlanır.

Bediüzzaman, asrın müceddidi olarak insanları her bakımdan sahil-i selâmete erdirecek çareleri Kur’ân’dan ders alıp insanlara anlatmakla görevli olduğu için siyasetteki istikametli ve muktesit mesleği göstermek de vazifesidir. Bunun için siyasetin ilmini yapmıştır.

Halkın siyasete katılımı ve idarede söz sahibi olmasının yolu Meşrûtiyet’le açılmıştır. Bu da toplumun geniş kesimlerinin siyasete ilgisini arttırmıştır. Bundan dolayı da her düşünce ve fikir akımı, kendilerini siyasî partilerle ifade etmeye başladılar. Böylece siyaset, ideolojilerin odağı haline geldi. Bu durumda halkı doğru siyasî tercih konusunda bilgilendirmek önem kazandı.

Bediüzzaman burada devreye girerek halkın doğru siyasî tercihinin nasıl olması gerektiğini Kur’ân’dan ders alarak mü’minlere anlatmaya başladı. Bu fiilî siyasete girmek şeklinde değil, yol gösterme, ikaz ve irşat etme şeklindedir.

Meşrûtiyet yıllarında Hürriyet ve Meşrûtiyetin mahiyet ve anlamını halka ders vermek gerekiyordu. Bediüzzaman bunu yaptı. Kur’ân-ı Kerim’in insanlığa getirdiği hürriyet ve meşveret esaslarını ders verdi. “Şeriat âleme gelmiş; ta isbibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin” dedi. Peygamberimizin (asm) “Kavmin efendisi, ona hizmet edendir” hadisini ele alarak “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır. Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir” dedi. Gerçek hürriyetin, ne nefsine, ne de başkasına zarar vermemek ve herkesin meşrû hareketlerinde şahane serbest olması demek olduğunu vurguladı. İnsanların hür olmalarının ancak Allah’a kul olmakla mümkün olduğunu belirtti.

Bediüzzaman, yukarıdaki gerekçelerden dolayı siyasî hayatta meşrûtiyeti, hürriyeti ve hizmeti esas alan siyasî yaklaşımı desteklemiş, diğer siyasîleri de bu mânâda hizmet etmeye ve siyaset yapmaya çağırmıştır. Siyâsî hayatta hürriyetçiliği esas almış ve daima “Ahrar”çizgisini takip etmiştir. Daha sonraki hayatta ise Ahrar çizgisini takip eden Demokratlara destek olmuş ve inananları da demokratlara destek olmaya dâvet etmiştir.

Bediüzzaman, sadece fikir vermekle kalmamış, bir aksiyon ve hayat adamı olarak fiilen de bunu ispat etmiştir. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan 1957 seçimlerinde bizzat sandık başına giderek ve oyunu herkese göstererek kullanmıştır.

Bediüzzaman’ın siyâsî tercihi şahıs odaklı değil, fikir odaklıdır.

Siyasetçilerin yanlışları olabilir. Bediüzzaman, siyasî tercihi olan Demokratların hatalarına “ehven-i şer” diye bakarken, siyâsî tercihte yapılan hatayı ise “azam-ı şer” olarak görür. Bu hususlar “siyaset bilimi” açısından incelenmeye değer.

Sonuç olarak, siyasette tercihimizi siyasetçilerin yanlışlarına göre değil, siyâsî çizginin doğruluğu bağlamında yaptığımız zaman, ülkemizin önü açılmış olur. Bilinçli doğru siyâsî tercih, Bediüzzaman’ın takip ettiği bu çizgidedir.

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Baykal’a Ezher diploması



Bir yazımda Baykal ile Sarkozy’yi karşılaştırmıştım. Yine yolları kesişti hem de Ezher’de. Stasi Raporu deneklerinden birisi olan Sarkozy liselerde başörtüsü meselesi kızıştığında yasağa onay için soluğu İslâm dünyasındaki en büyük dinî merci/otorite olan Ezher’de almıştı. Hocaların tamamının muhalefetine rağmen ‘sahibinin sesi’ olan Ezher Şeyhi Muhammed Seyyid Tantavi Sarkozy’yi eli boş çevirmemişti. Sarkozy, Carla’yı kaptığı gibi ‘saltanat ulemasından’ olan Muhammed Seyyid Tantavi’den de liselerde başörtüsü yasağı fetvasını kapmıştı. Tantavi gerekçe olarak Fransa’nın toprakları üzerinde hükümranlık hakkına atıfta bulunuyordu. ‘Vatandaş olsalar bile Müslümanlara boyun eğmek düşer’ demişti.

Ne hikmetse kimi Batılılar Tantavi gibi hocaların boyun eğdirme fetvalarını çok beğenirken tam aksine Ayan Hırsi Ali’nin de bu boyun eğme kültürüne isyandan dolayı dinini terk etmesine de şapka çıkarıyorlardı. Bundan daha çok hoşlandılar. Hem teslimiyete teşvik edeni, hem de isyan edeni alkışlıyorlardı. Çünkü ikisi de işlerine geliyordu.

Teslimiyetle kafasını bozan Ayan Hırsi Ali ‘ex müslüman’ haline gelmişti. Dolayısıyla eyyamcı ile Hayyamcılar da anayasanın dibacesi ve değişmezleri için de Tantavi’ye başvurabilirler. Daha üstten ayarlarla daha garanti olur. Eyyamcı ile Hayyamcılarımız üniversitede başörtüsü yasağı bağlamında hem fetvayı hem de diplomayı Tantavi’nin elinden kapabilirler. Ezher diplomalarını kabul etmezsin ama işine geldiğinde fetvasını da diplomasını da aparırsın. Dinle diyanetle ilişkilerde Hayyam’ın eyyamcı anlayışını ölçü alan Deniz Baykal da (Bosna’da yaptığı gibi ‘bugün böyle yarın öyle’ anlayışı), dinî konulardaki söylemlerine yapılan eleştirilere karşılık, “Araştırarak, bilerek söylüyorum. Hepsinin dayanağı var. Yakında El-Ezher’den diploma getireceğim” demiş. Kendisi Ezher diplomasını çok merak ediyorsa Tantavi de devlet adamlarına çok meraklıdır, onlarla birlikte görünmekten haz ve zevk alır. Kel başa şimşir tarak nev’înden...

Ama Deniz Baykal’ın diploma alacağı Ezher sakın Selâhaddin Eyyubi öncesinin Fatimi Ezher’i olmasın. Bu da Baykal’a uyar. Tam da Emevi ve Abbasi anlayışına karşı tam siper. Aslında bu işi Marmara İlahiyat Fakültesi’nde dekan iken Zekeriya Beyaz vasıtasıyla daha kolay halledebilirdi. Mısır’a kadar uzanmaya da lüzum kalmazdı.

Espri bir tarafa gerçekten de Baykal isterse Ezher’den de fetva alabilir! Ama acaba vicdanından fetva çıkartabilir mi? Zira vicdanlar nasır bağlamadıkça ve susturulmadıkça daima doğruyu söyler. Fetva bir dış kriter ise vicdan da iç kriterdir. İç kriter ve vicdan onaylamadıkça alacağın fetvaların da bir kıymeti yoktur. Hile-i şer’iyye olmaktan öte gitmez.

***

Baykal sadece bununla kalmamış darbeye de dâvetiye çıkarmış. 12 Eylül anayasası sanki darbeden değil de harpten çıkmış gibi, ‘ancak anayasaları savaşı kazananlar yapabilir’ diyor. Anayasa konusundaki fetvaları da şöyle “Anayasa yeniden yapılamaz mı?” sorusunu soran Deniz Baykal, “Elbette yapılır. Düşmanı atarsın, devleti yeniden kurarsın, bayrağı dikersin, parayı bastırırsın. Yapanlar yapmış... İhtilâli yaparsın. İdamı göze alırsın... Anayasa toptan yenilenir” diye konuştu. Anayasa yapımı için Kurucu Meclis’in oluşması gerektiğini öne süren Deniz Baykal, “Anayasa yapmak için değil, uygulamak için seçildik. Şimdi bunu iptal edelim, yenisini yapalım anlayışı doğru değildir. Anayasa ile ilgili değişiklik ihtiyacı hissedilebilir. Belli konular için düzenleme yapılabilir. Yaygın, kısmen değişiklik ihtiyacı hissedilebilir ama 85 yıl sonra Anayasa’nın tamamını bir kenara atıp, dünyada bir ülkenin yeniden yazma ihtiyacı içine girdiğinin pek fazla örneği yoktur” şeklinde serd-i beyanda bulunmuş.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Meclis’te görüşülen Anayasa değişiklik teklifinin kabul edilmesi durumunda, hem usul hem esas yönünden Anayasa Mahkemesi’ne götüreceklerini de ilân etti. Baykal, “Anayasa Mahkemesi yapılan değişikliği yok sayarsa, ne olur?” şeklindeki soruya “Çok önemli bir şey olur” diye cevap veriyor. Bu rumuzlu ve kinayeli konuşmalar niye?

***

Eyyamcı ve Hayyamcıların en önemli özelliklerinden birisi de krizsiz yapamamaları. Sabih Kanadoğlu, 367 meselesini ortaya atınca siyasî hayatını kurtarmak istercesine cankurtaran simidi gibi bu mütalâaya sarılmıştı ve ‘devletin tepesindeki üç makamın bir elde toplanmasının doğru olmadığı propagandasını yapmaya başlamıştı. “Cumhurbaşkanını bu meclis seçemez. Menderes’lerin sonu belli’ şeklinde sözler sarf etmişti. Menderes, Koraltan ve Bayar’ı kastederek bu triumviranın darbeyi hazırlayan faktör olduğunu ileri sürmüş ve Çankaya’ya göz diken AKP’lilere böylece gözdağı vermişti. Şimdi de başörtüsünü laiklikle irtibatlandırarak laikliğin sistemin sigortası olduğunu belirterek ‘sigortamızı attırmayın’ diyorlar.

***

Evet, Baykal Ezher’de de kendisi için yandaşlar bulabilir. Bu meyanda Abdulmüteal Saidi gibi reformcu Ezherci hocalar ve Abdullah Mangala gibiler Mustafa Kemal’i İslâm mücedditleri serisinden saymışlardır. Dolayısıyla Baykal şaka yapsa da ciddî ciddî Ezher’den hem fetva hem de diploma alabileceğine tarihi örnekler şahitlik ediyor.

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İstedikleri hiçbir şey, olmayacak



Son aylarda yapılan her araştırma ya da anket, Türkiye’de ‘dindar’lığın arttığına işaret ediyor. ‘Dünya Değerler Araştırması’nın 2007 yılı sonuçları bu durumu bir defa daha göstermiş oldu.

1990’da ‘din önemli’ diyenler yüzde 85 iken, 2007’de bu oran yüzde 92 olmuş. ‘Dindarım’ diyenler 1990’da yüzde 75 iken, 2007’de yüzde 82’ye çıkmış.

İlgili haberde şöyle denilmiş: Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (BETAM) (...) açılış töreninde, 1981 yılından beri aralıklarla yapılan ‘Türkiye Değerler Araştırması’nın 2007 sonuçları da açıklandı. E-Kolay ve Pfizer’ın katkılarıyla 41 ilde gerçekleştirilen ve Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yılmaz Esmer’in yönettiği araştırmada 1579 kişi ile görüşüldü. Katılımcılara ‘dinin önemi’ ve ‘dindar olup olmadıkları’ soruldu. Soruya, proje kapsamında yapılan 1990’daki araştırmada katılımcıların yüzde 85’i “din önemli” yanıtını verirken, 2007 yılında bu oran yüzde 92’ye çıktı. ‘Dindarım’ diyenlerin oranı ise 1990’da yüzde 75 iken, bu oran 2007’de yüzde 82 olarak ölçüldü. Araştırmada çeşitli ibadet ve dinî davranışlar da soruldu. Buna göre katılımcılardan yüzde 89’u oruç tuttuğunu, yüzde 47’si ise her gün namaz kıldığını söyledi. Araştırmaya katılan kadınların ise yüzde 61’i başörtüsü taktığını belirtti. 2001 yılındaki araştırmada yüzde 59 olan “mutluyum” diyenlerin oranı, 2007 yılında yüzde 86’ya çıktı. 2001’de yüzde 41 olan mutsuzların oranı ise 2007’de yüzde 13’e düştü. (Milliyet, 8 Şubat 2008)

Bilhassa başörtüsü konusundaki tartışmaları, bir de bu bilgiler ışığında değerlendirmek gerekmez mi? Ana muhalefet partisi başta olmak üzere ‘gücü’ elinde bulunduranlar, ısrarla milletin değerlerini ‘yok’ saymaya çalışıyorlar. Onlara göre milletin ‘değer’lerine sahip çıkması, ‘dindar’ olması tehlikeli. Tabiî ki bunu açıkça söylemiyorlar. Bir yandan başörtüsüne, mescide ve icap ederse namaza karşı çıkıyorlar, öte yandan da “Bizim babamız da hacıydı, ninemizin de başı örtülüydü” diye kendilerini savunmaya çalışıyorlar.

“O kadar da değil, kim namaza karşı çıkıyor ki?” diyenler için ‘taze’ bir haber: İddiaya göre Milas’taki bir ilköğretim okulunun din dersi öğretmeni, öğrencilerini camiye götürmüş ve orada cüppeli, sarıklı fotoğraf çektirmiş. Üstelik bu fotoğrafları da 1.5 YTL’ye ‘zorla’ öğrencilere satmaya çalışmış! Hadisenin özünü bilemiyoruz, ama haberin sunumunda ‘namaza dost’luk olmadığı anlaşılıyor. (agg.)

Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Bu anketlerin neticesi bizim açımızdan sürpriz değil. Çünkü Türkiye’de yaşayanların her geçen gün daha ‘dindar’ olduğu, namaz kılanların daha da arttığı zaten biliniyor, görünüyor. Araştırmalardan da aynı neticelerin çıkması bizi sadece sevindirir. Fakat, ‘gücü’ elinde bulunduranlar, bu durumdan hiç memnun değil ve kavga da zaten bu noktadan çıkıyor. Onlara göre milletin tercihinin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok.

Zaten bir profesör aracılığıyla açıkça ilân edip, “Türkiye’de bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değil” dediler. Oysa hakikat tam tersini gösteriyor: Türkiye’de onların isteği hiçbir şey olmuyor ve inşallah uzun süre de olmayacak. Onların istediği olmuş olsa, Türkiye her geçen gün daha fazla ‘dindar’laşmazdı...

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

301, yeni anayasa ve AB



Ankara’da son aylarda bir alışkanlık başladı. Gündem bir konu ile meşgul edilirken, diğer önemli konular ya unutuluyor, ya da rafa kaldırılıyor. Türkiye’nin önünde duran önemli meseleler eş zamanlı olarak çözüme kavuşturulmaya çalışılmıyor.

Önce sınır ötesi operasyon, ardından üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran anayasa değişikliği gündemde tutulurken, diğer konular unutturuldu. Anayasa değişikliği ile 2. tur oylama bugün yapılacak. Ancak gündem bunlarla meşgulken, hükümetin üzerinde “titizlikle” durduğunu söylediği yeni ve sivil anayasa hazırlıkları ve özgürlüklerin önündeki engel olarak görülen TCK’nın 301. maddesi ile ilgili çalışmalardan ses seda yok. Öte yandan Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan’ın itiraf ettiği gibi, “AB konusunda 2007 kayıp yıl” oldu. Bu yılın da ikinci ayına girmemize rağmen, AB ile ilgili gözle görülür bir adım atılmış değil.

* * *

Öncelikle gündeme getirildiğinde demokrasiyi ve özgürlükleri savununlar tarafından büyük bir heyecan meydana getiren yeni anayasa çalışmaları ile gelişmelere bir göz atmak gerekiyor.

22 Temmuz seçimleri sonrasında Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kuruluna yeni “sivil” bir anayasa hazırlattıran hükümet, bu çalışmayı aylardır değerlendiriyor. Aralık ayında açıklanacağı duyurulmasına rağmen, Şubat ayının ortalarına yaklaşıyoruz. Hükümet iki maddelik anayasa değişikliğini gündeme getirirken, yeni anayasa hazırlıklarının ne aşamada olduğu, ne zaman gündeme getirileceğini açıklamıyor.

Birçok sivil toplum kuruluşlarının bu konuda hazırladıkları teklifler ortada duruyor. Artık sivil anayasa bir an önce gündeme getirilip Türkiye 12 Eylül ihtilâli anayasasından kurtarılmalıdır. Tabiî bunu yaparken gerçekten sivil, özgürlükçü, devleti koruyan değil, insanı koruyan bir anlayışla hazırlanmış bir anayasa yapılmalı… Heyecanla ve ümitlerle beklenen yeni anayasa milletin ümidini de kırmamalı.

* * *

Peki, 301’de durum ne?

Başörtüsü yasağının kaldırılması ile ilgili MHP’nin desteğini alan hükümet, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesindeki çalışmaları da rafa kaldırdı görüntüsü veriyor. Aylardır “bu hafta getirilecek, gündem yoğunluğundan görüşemedik, ama bir sonraki hafta gündeme getireceğiz” avutmaları ile hareket eden hükümet, madde değişikliğini henüz Meclis’e getirmiş değil.

Maddenin Meclis’te görüşülememesinin sebebi MHP’nin maddeye karşı sert duruşu olarak gösteriliyor. MHP, 301. maddenin kılına dahi dokundurtmak istemiyor. Bu durumda başörtüsü yasağının kaldırılması konusunda ortak hareket eden MHP-AKP “kankalığı” da sona ereceğinden hükümet bu kankalığı devam ettirme adına maddeyi rafa kaldırdı görüntüsü veriyor.

Bu maddeyle ilgili aylardır söylediğimiz gibi, birkaç kelime düzeltmekle madde özgürlükçü yapıya kavuşmayacaktır. Bu yüzden madde toptan kaldırılmalıdır. Bundan sonra da TCK içinde yer alan bazı maddelerinde 301’in yerine ikamet edilebileceği dikkate alınarak, ceza kanunlarının tez elden gözden geçirilip bütününün özgürlükçü yapıya kavuşturulması elzemdir. Tabiî, zihniyetin değişimi ile birlikte…

Özgürlükler konuşulurken kılık kıyafet özgürlüğünü de, düşünce ve ifade özgürlüğü de, din ve vicdan özgürlüğü beraber düşünülüp gerekli adımlar atılabilmelidir. Çünkü özgürlüklerin yarımı olmaz. Tıpkı, üniversitelerde yasak kaldırılırken, kamuda kaldırılmaması gibi…

* * *

Bugün üzerinde duracağımız üçüncü konu da Avrupa Birliği konusu…

AB yetkilileri açıklama üstüne açıklama yapıyorlar. “Türkiyesiz AB olmaz” diyen de oluyor, “AB’nin Türkiye’ye ihtiyacı var” diyen de… AB yetkilileri Türkiye’nin reformlar konusunda isteksiz olduğunu sık sık dile getiriyorlar. Gerçekten de, Türkiye AB konusunda çok yavaştan alıyor. Hükümet adeta bir medeniyet projesi ve özgürlük projesi olan AB projesini tamamen unuttu görülüyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. 2007’nin seçimler sebebiyle kaybedildiğini, 2008’in Avrupa yılı olması gerektiğini söylüyor.

Öte yandan Başmüzakereci Ali Babacan, “AB reformları, 2007’nin seçim yılı olmasından etkilendi. 2007 kayıp yıl oldu, ama Türkiye büyük demokrasi testinden geçti. Şimdi yeni bir cumhurbaşkanı, parlamento ve hükümet var. Reform dalgası için altyapı hazır” diye açıklamalarda bulunurken, adeta itirafta bulunuyor.

Babacan bir de diyor ki, “2008 AB yılı olacak. Bambaşka bir yıl olacak. Şaşıracaksınız…” Bekleyip göreceğiz. Sonra çıkıp “2008 yılı da mahallî seçimler için kayıp oldu” demeyin de…

Biz şaşırmak için can atıyoruz. Haydi şaşırtın bizi…

Gerek AB, gerek yeni anayasa, gerekse düşüncenin önünde engel olan kanunlar için zaman kaybedilmemeli. Bu konularda yıllar, aylar, haftalar, hatta günler heba edilmemelidir. Tâ ki tam demokrasiye geçene kadar…

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Başörtüsü târifi “Diyanet’in kararı”nda…



Meclis’te bugün başörtüsüyle ilgili “anayasa değişiklik teklifi”nin ikinci tur oylaması yapılacak. Sonra da “başörtüsünü takma şekli”ni belirleyen Yüksek Öğretim Kanunu Ek 17. maddesi, Millî Eğitim Komisyonunda görüşülüp Genel Kurul’da oylanacak…

Anayasanın 10. ve 42. maddelerine yapılan eklemeler, “her türlü kamu hizmetinde yararlanmasında kanun önünde eşitliği” ve “kanunda yazılı olmayan hiçbir sebeple kimsenin yüksek öğrenim hakkından mahrum bırakılmayacağını” te’yid ediyor.

Ne var ki, gerginliğin had safhaya ulaştığı tartışmalarda, başta Başbakan ve hükûmet sözcüleri olmak üzere, kanunu çıkaran her iki parti sözcülerinin tereddütleri düşündürücü…

Keza EK 17’nin “iptal edileceği” sıkıntısı sürüyor. Başbakan’ın şimdiden “Ek-17’de yapılacak değişikliklere açık olduğunu söylemesi”, bunun belirtisi.

Görünen o ki, Anayasa Mahkemesi sözkonusu iki maddedeki değişiklikleri iptal etmezse de, bunun uygulamada bir işe yaramayacağı, “yasadışı yasağı” tepeden emr-i vakiyle dayatılması endişesi sürüyor. Yargı ve rektörlerin “laiklik” eksenli, hukuku altüst edip, değerleri çatıştıran ajite açıklamaları bunun habercisi.

Cumhurbaşkanı Gül’ün Katar yolunda, halkta bir ayrışma yokken, siyasî kesimde ve devlet kurumlarında “keskin bir kamplaşma ve kutuplaşma”dan söz etmesi de bunun ifâdesi…

Ve bütün bunlar, dinî bir vecîbe olan ve hakkında yasaklayıcı hiçbir hüküm bulunmayan başörtüsünün anayasal ve yasal değişikliklerde “serbest bırakılması”nın lüzumsuzluğu kadar, “Ek-17”deki “şekil tanımı”nın da gereksizliğini bir defa daha ortaya çıkarıyor…

* * *

Nitekim Başbakan’ın “çıkışı”yla AKP siyasî iktidarının harekete geçmesi ve MHP’nin “bir cümlelik değişikliğin” üzerine atılmasıyla gelinen noktada, siyasetin de bu hususta hiçbir ciddî hazırlığının olmadığını ve konunun enine boyuna araştırılmadığını ele veriyor.

Bundandır ki, alelacele getirilen öneriler, dinî bir vecîbe olan başörtüsünün, keyfî ve indî yasağın “yasal” ve hatta “anayasal yasak” haline getirilmesi tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta. Yasağı daha da çetrefilli hale getirip kaldırılmasını zorlaştırmakla başağrıtacağının sinyallerini vermekte…

Oysa dinî bir vecîbe olan başörtüsü târifi, “Diyanet’in fetvası”nda. “Yasa maddesi” yerine, devletin dinle ilgili yetkili kurumu olan Diyanet’in Din İşleri Yüksek Kurulu’nun ilgili fetvaları nazara verilebilirdi. Zira Kurul’un 3 Şubat 1993 tarihli “kararı”nın “neticesi”ndeki iki cümle, başörtüsünün hiçbir “anayasal” ve”yasal” düzenlemeye ihtiyacı olmadığını ortaya koyuyor:

“Kadınların, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtmeleri;

“Böşörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları, dinimizin, Kitap (Kur’ân), Sünnet (Peygamberimizin örnek yaşayışı ve hadisleri) ve İslâm âlimlerinin ittifakı ile sâbit olan kesin emridir. Müslümanların bu emirlere uymaları dinî bir vecibedir.”

Görülüyor ki, beş yıldır yasağın kaldırılmasını öteleyip oyalayan hükûmetin, anayasal bir devlet kurumu olan Diyanet’in fetvalarını esas almakla yasakçıların tepeden dayatmalarını kaldırması yerine, kanunsuz yasağı kanunla kaldırma teşebbüsü, bir defa daha işi çıkmaza sokuyor.

Gerçekten, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun bildirdiği gibi, “14 asırdır Müslüman kadınların başını örtmesi dinî bir gereklilik ve tartışılmayacak kadar açık bir veri” ise, hakkında “kanun” çıkarmanın hangi maslahatı kalıyor? Bu durum daha ilk başta tıpkı Başbakanın “siyasî simge” yakıştırması gibi, tamamen bir inanç ve inancını yaşama hakkına yasayla “kayıt” getirilmesinin gereği nedir?

* * *

Gerçek şu ki, olmayan bir yasağa karşı demokratik direnç yerine, ürkek, çekingen, tâvizkâr politikalarla, yasaklar daha da azdırıldı. Çelişkili ve tutuk tutum, AKP hükûmetinin bu konuda yeterli çalışmasının olmadığını ortaya çıkardı. Tıkanıklık bir türlü aşılamadı…

Hükûmetin kararsızlık içindeki zikzakına son bir örnek, Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in tezat beyânları. Çok değil, 22 Mayıs 2006’da, “Türban, Türkiye’de yüzde 1.5’luk kesim için sorun; bizim gündemimizde halkın sadece yüzde 1.5’unun gündeminde olan bir konu öncelikli olarak yoktur” diyen Şahin, üç gün önce ise, Adalet Bakanı ve hükûmet sözcüsü olarak (4 Şubat 2008’deki) Bakanlar Kurulu toplantısından sonra, “Kamuoyu yoklamalarında yüzde 80’e yakın halkımız bu sorunun bir şekilde çözülmesini bekliyor” şeklinde konuştu…

Yirmi bir ayda kamuoyunun görüşü nasıl olur da yüzde 1.5’tan yüzde 80’e varır?

AKP’nin bu kırılganlığı, meydanlarda “başörtüsü nâmusumuzdur” deyip, genel ve mahallî seçimlerinde başörtülü milletvekili ve belediye başkanı adayını “yasal yasak var” gerekçesiyle kabul etmeyişiyle başladı.“Başörtüsü meselemiz değildir, Türkiye’de kadınların da birinci sorunu değil” dönüşleriyle devam etti.

Peşinden, başörtülü milletvekili ve belediye başkanı adayı kabul etmemeyi, Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”ne dayandırılan “uyduruk” yasağı “yasal yasak” görme yanlışlığına girildi. “Millî Görüş gömleği”ni değiştirdiklerini göstermek ve “mayınlı arazi”den uzak kalmak hesabına…

Peki bir işe yaradı mı?...

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Murdoch’un gezisi



Medya patronlarından Rubert Murdoch Türkiye’ye geliyormuş. Buyursun, hoş gelsin safa bulsun.

Kim bu Murdoch?

Fox TV’nin sahibi… Yani bütün dünyada yayın yapan 15 televizyon kanalın sahibi…

Bu televizyon genel müdürleriyle bir araya gelecek olan News Corporation’un patronu Murdoch’un hem şirketlerin genel politikasıyla ilgili olarak ekibiyle toplanacağı, hem de Türkiye’de yeni yatırımlar yapma hazırlığı içinde olduğu söyleniyor.

Televizyonculuk konusunda hiçbir masraftan kaçmayan Murdoch’un, Türkiye’de yatırım yapması ve burada kamp kurup durum değerlendirmesi yapması ilginç.

Demek ki, televizyonculuk Türkiye’de kazandırıyor. Zaten başarısız olan gidiyor. Çuval dolusu paralar yatırılan diziler acımasız rekabet yüzünden kepenk kapattı. Öte yandan, diğer diziler de start alırken, kalite çıtası da yükseliyor.

Fox TV başarısız bir çıkış yaptı. Şimdi çok izlenenler arasına girdi. Deneme yanılma yöntemiyle reyting pastasından pay sahibi oldu. Çuval dolusu zarara girmiş olmasına rağmen… Ama şimdi Murdoch’a ev sahipliği yapacak kadar izlenebilir bir tv.

NTV’NİN SEVİYESİ

Haydi Gel Bizimle Ol (NTV) programında zaman zaman mahrem konular çok rahat(!) işleniyor.

Çiğdem Anad, konuğuna “seviyeli birlikteliği” soracak kadar rahat: “Halen Azra Akın ile beraber misin?” diye sorabiliyor muhatabına… İkisinin evliliğinden olacak çocuklarının nasıl olacağına dair bir dizi tuhaf konuşma… Sanki kadınlar bir araya gelip ikindi sohbeti ediyor.

Sohbet bazen öylesine ilerliyor ki, “babasız çocuk tartışması” bile burada çok rahat tartışılabiliyor.

Çiğdem Anad, konuğu Kıvanç Tatlıtuğ’a soruyor:

“Babasız çocuk olmasına ne dersiniz?”

Cevap bir diğer programcıdan geliyor:

“Piç.” (Aysun Kayacı)

NTV tutturduğu seviyeyi böylesi “gaf” yapanlarla düşürüyor.

CÜPPELİ FOTOĞRAFLAR

Cüppeli fotoğraflar, şimdi ana haber bültenlerinin ana malzemesi.

Yaşasın(!) İrtica haberini özlemiştik(!) Ne zamandır haber kıtlığı çekiyorlardı bu kanallar.

Güya bir eğitimci hakkında çocuklara cüppe giydirdiği gerekçesiyle soruşturma başlatılmış.

Anlayacağınız hâlâ bazı haberciler cadı avında!

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Alnının teri kurumadan



Yolculuk yaparken gece olunca bir mağaraya sığınan, fakat yuvarlanan bir taşın mağaranın ağzını kapatmasıyla içeride mahsur kalan üç adam bir kısım iyiliklerini yad ederek Allah’a duâ etmişler. Birisi bir işveren olarak çalıştırdığı, fakat ücretini almadan giden bir işçisinin parasıyla koyun aldığını, koyunun zamanla çoğalarak koca bir sürü hâline geldiğini, uzun bir süre geçtikten sonra adamın çıkıp geldiğini, ücretini istediğini, sürüyü gösterip, “İşte bunlar senin ücretin! Çoğalıp bu hâle geldi” diye teslim ettiğini, bunun üzerine mağaranın kapağındaki taşın aralandığını, üçünün de duâsıyla tamamen açılıp kurtulduklarını1 biliyoruz.

Bu örnek, bize işçi hakkının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bize bu harika örneği anlatan, hak hukuk konusunda son derece titiz olan Allah Resûlü (asm) “İşçinin daha alnının teri kurumadan ücretini verin”2 tavsiyesinde bulunur.

İşçiyle nasıl, hangi şartlarda anlaşılmışsa işveren mutlaka bu şarta uymalıdır. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Müslümanlar şartlarını yerine getirirler”3 buyurmuştur.

Bu şartlar gereğince işverene de, işçiye de düşen bir kısım görevler vardır.

İşveren açısından meseleye bakacak olursak, işveren işçisinin ücretini günün şartları içerisinde tesbit etmeli, hangi işe ne kadar ücret veriliyorsa o kadar vermelidir. Yani işçi emeğinin karşılığını alabilmelidir. Hangi işe hangi ücret verileceği konusunda örf ve âdetler, ekonomik ve sosyal durum dikkate alınır. Kur’ân-ı Kerim, yaptıkları işlerden dolayı herkesin bir derecesi olduğunu4 bildirir ki, bu yapılan işe, özelliğine ve işçinin çalışmasına göre ücret verilmesi gerektiğine işaret eder. Yine Kur’ân-ı Kerim, “İnsan için ancak emeğinin karşılığı vardır”5 buyurur ki, işçi mutlaka emeğinin karşılığını alabilmelidir. Mimar Sinan’ın dakikada daha fazla çekiç sallayan işçiye, az çekiç sallayana göre daha fazla ücret verdiğini biliyoruz.

İslâm ayrıca işçinin her türlü sosyal imkânlardan yararlanmasını sağlayacak emirler de getirmiştir. İşçi aldığı maaşla evlenebilmeli; araba, ev-bark edinebilecek ölçüde sosyal imkânlara, şartlara sahip olmalıdır. Allah Resûlü (asm) buyurur ki: “Kim bizim işimizde çalışır da ailesi yoksa evlensin, hizmetçisi yoksa hizmetçi edinsin. Evi yoksa ev edinsin.”6 “Bineği yoksa binek edinsin.”7

Madem Resûl-i Ekrem (asm), bunu zamanında uygulamış, günümüzün işverenleri de işçilerine böylesine sosyal imkânlar sağlama noktasında gayretli olmalı, en azından bunu hedef edinmelidirler.

Yarın da inşaallah işçiler açısından meseleye bakalım.

Dipnotlar:

1- Riyâzü’s-Sâlihîn ve Terc, 1:13-14 (Hadis no: 12; Buharî ve Müslim’den.)

2- İbni Mâce, Rühûn: 4.

3- Buharî, İcare: 14.

4- Ahkaf Sûresi: 19.

5- Necm Sûresi: 39.

6- Ebû Davud, Sünen, 3:134 (Hadis no: 2945.)

7- Müsned, 4:229.

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyaset sonuç alma sanatıdır



Profesörün birisi, emekli olunca köyden bir arsa satın alır, bahçeli bir ev yaptırır ve kalan ömrünü dinlenerek huzûr içinde geçirmeye niyetlenir.

Ne var ki, yerleştiğinin ertesi günü, köyün çobanı, koyunlarının çan sesleri, “dehhh, düüüh, düüüürt” sesleriyle birlikte evinin yanından geçer.

Meğer çobana o yol daha kestirme geliyormuş…

“Buradan geçme!” dese olmaz. Çobanı çağırarak şöyle bir siyaset uygular:

“Bak Çoban Efendi, senin geçtiğin bu saatlerde, hattâ mümkünse daha erken uyanmam lâzım. Sen koyunlarınla geçerken daha da büyük gürültü yap. Her gün şu mağaraya hizmetinin karşılığı 2.5 lira koyacağım, oradan alırsın...”

Çoban her gün geçer, gürültüsünü yapar ve parasını alır; mutlu mutlu yoluna gider.

Üç gün sonra parayı keser profesör. Birinci, ikinci günler “Belki unuttu!” diyerek tekrar geçer. Üçüncü gün de bulamayınca:

“Ben bu kadar zahmet ve sıkıntı çekeyim, seni uyandırayım, sen parayı verme, rüyanda bile göremezsin buradan geçtiğimi” der!

***

Siyaset nedir, kaç çeşit siyaset vardır? Siyaset;

* Bir işi gözetme.

* Hükûmet etme.

* Devlet idaresi. Devlet işlerini yürütme ve düzenleme san'atı ile ilgili görüş veya anlayış. Devlet idaresiyle ilgili esaslar.

* Devletlerarası ilişkiler; ilmî, diplomatik...

* Politika.

* Kurnazca iş veya hareket.

* Akıllı, tedbirli, ihtiyatlı davranış.

Bu tanımlara göre uygulanan çeşitli siyasetler vardır:

* Siyaset-i âlem, siyaset-i dünya: Dünya siyaseti.

* Siyaset-i hükûmet: Hükümetin siyaseti. Bir memeleketi idare edenlerin yönetim tarzı.

* Siyaset-i İslâmiye: İslâma ait olan, İslâmî siyaset, İslâma uygun idare şekli.

* Siyaset-i diniye: Dinin gerektirdiği siyaset, dinle ilgili siyaset.

* Siyaset-i Şer’iye: Şer’î siyaset, dine hizmet düşüncesiyle yapılan siyaset.

Yukarıdaki fıkrayı kendimiz dahil, herkese uyarlayabilir ve test edebiliriz.

Tabiî ki, iktidara da… Bu testten şu ortaya çıkar:

Siyaseti bilmek ayrıdır…

Meydanlarda nutuklar çekerek kalabalıkları etkilemek ayrıdır...

Doğru siyaseti uygulamak ayrıdır.

Ve sonuç almak ayrıdır…

Bununla birlikte; “Bu millet size yetki verdi, güç verdi; onun isteklerine göre siyaset uygulayın; meselâ inançlara konan yasakları kaldırın!” diye baskı yaparsa… Ve onlar da buna güç yetiremeyeceklerini bile bile, etrafı vaveylâya verip, “Canım onlar yaptı, ama, sistem buna müsaade etmedi!” pozisyonuna bürünürse…

Bu da bir siyasettir.

Haydi bu siyaset türünün adını biz değil, siz telâffuz edin!

09.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Küresel terör: Nikotin



Ne savaş, ne kanlı terör olayları, ne yaygın AIDS hastalığı, ne kokain, eroin, alkol bağımlılığı, ne yangın felâketi, trafik kazası fâciaları, ne cinayet, ne intihar olayları, evet bunların hiçbiri bugün dünyayı istilâ eden "nikotin belâsı" kadar muzır ve tehlike arzeden bir durumda değil.

Nikotin ihtiva eden tütün ve tütün ürünleri, dünya sağlığını tehdit eden bir numaralı tehlike olduğunun bir örneği şudur: Aşırı nikotin kullanımı sebebiyle, sadece Amerika Birleşik Devletlerinde yılda 350 bin kişi ölmekte, 22 milyar dolarlık sağlık harcaması yapılmakta ve 43 milyar dolarlık işgücü kaybı yaşanmaktadır.

Bu tablo, aynı zamanda şu demektir: Sigaradan ölenler, AIDS, kokain, eroin, alkol, yangın, trafik kazası, cinayet ve intihar sebebiyle ölenlerin toplamından daha fazladır.

* * *

Yukarıdaki Amerika örneğini yabana, uzağa atarak kendimizi hiç aldatmayalım.

Zira Türkiye, bu küresel terörün tehdidi altındaki ülkeler sıralamasında, ne yazık ki "ilk on"un içinde yer almaktadır.

Gazetemizin bugünkü haber sayfasında konuyla ilgili detaylı bilgileri okumuş olmalısınız. Özeti şudur: Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) yayınladığı son raporda, 20. yüzyılda 100 milyon insanın "sigara salgını" yüzünden öldüğü, şayet tedbir alınmazsa bu sayının 21. yüzyılda 1 milyara çıkabileceği belirtiliyor. Bu örgütün ilk kez yayınladığı "Küresel Sigara Salgını–2008" adlı raporunda ise, Türkiye'nin dünyada sigaranın en fazla tüketildiği 10 ülke arasına girdiği açıkça ifade ediliyor.

Bu umumî belâya, uzun zamandan beri hemen her vesileyle temas ediyor ve insanımızın dikkatini çekmeye çalışıyoruz.

Sigaranın, nikotinin her yönüyle zararlı olduğunu aslında içenler de biliyor. Ancak, bırakma ve bu meretten vazgeçme iradesini gösteremiyorlar. Nikotin tiryakiliği, elbette kolay, basit bir mesele değil.

Ama, artık "küresel terör"e dönüşen bu nikotin belâsı, tiryakilik sınırlarını çoktan aştı, hatta şahsî bağımlılık duvarını da yıkarak, insanlığın, hatta bütün canlıların hukukuna tecâvüz raddesine kadar gelip dayandı.

Sigaranın yol açtığı hastalıklar sebebiyle hastahanelere düşenler, sâir hastaların ilâç, doktor ve tedâvi hizmetlerine de büyük ölçüde sekte vuruyor.

Yani, nikotin sebepli hastalıklarla uğraşmaktan, diğerlerine bakmaya ne imkân kalıyor, ne de fırsat.

Hâsılı, sigara tüketimi ziyadeleştiği ölçüde, hayat topyekûn tüketilmiş oluyor.

GÜNÜN TARİHİ 9 Şubat 720

Bir âdil Ömer ki, Emevî saltanatına bedel

Emevîlerin 8. Halife Sultanı Ömer bin Abdulaziz, henüz 41 yaşında iken kölesi tarafından zehirlenerek şehîd edildi.

Adâlet ve hakkâniyet üzere gittiğine tarihin şahitlik ettiği bu zât, Râşid Halifelerden Hz. Ömer'in neslindendir. Bütün ömrünü, tam da ceddine yakışır bir asalet içinde yaşayarak geçirdi.

* * *

Baba tarafından Emevi, anne tarafından Hz. Ömer'e bağlanan Ömer bin Abdulazîz, en kuvvetli rivâyete göre 679 senesinde (Hicrî 60) Medine'de dünyaya geldi.

Tabiinin büyüklerindendir. Babası Mısır Valisi Abdulaziz, annesi ise Hz. Ömer'in (ra) oğlu Âsım'ın kızıdır.

Çocukluğu daha ziyade Mısır'da geçti. Henüz kırk yaşına bile varmadan, Emevi Devletinin sultanı oldu.

Emevi sultanları, aynı zamanda hilafeti de temsil ediyordu. Dolayısıyla, kendisi de halife sultan olan Ömer bin Abdulazîz, kendinden önceki ve hatta sonraki idarecilerden çok farklı bir profil çizmiştir.

Emeviler tarihinde zalimane icraatleriyle tarihe geçen Yezid, Velid ve Basra Valisi Haccac gibi şahsiyetlerin yanında, Ömer bin Abdulazîz tam bir melek sayılır.

Bu aziz zât, tahta geçer geçmez, Hz. Ali ve nesline karşı duyulan kin ve nefreti gidermeye çalıştı. O zamana kadar hutbelerde Hz. Ali'yi takbih eden söz ve ibarelerin çıkarılmasını temin etti.

Öylesine bir züht ve takvâ içinde yaşadı, öylesine bir adalet ve hakkaniyet üzere icraatlerde bulundu ki, yüz küsur senelik Emevi Saltanatı müddetince, onun gibi ikinci bir şahsiyete daha rastlanılmadı.

Saltanat müddeti çok kısa (iki–üç yıl kadar) sürdü. 41 yaşında vefat etti. Mezarı Humus yakınlarında olup halen de ziyaret mahallidir.

* * *

"Az yeme, az uyuma, az konuşma, çok çalışma" prensibini şiar edinen Ömer bin Abdulazîz, bunu kendi hayatında da aynen tatbik etti. Meselâ, babası vali olduğu halde, konforlu bir hayat yaşamadı. En fakir bir insan gibi yer, içer ve giyinirdi.

İdare anlayışı da diğerlerinden çok farklıydı. İstişaresiz bir iş yapmamaya gayret ederdi. Ferdî şuur yerine, heyetin şuuruna itimad etmeye çalışırdı.

Ömer bin Abdulazîz, işbaşına gelir gelmez, bir meşveret heyetini kurmaya karar verir.

Heyeti dâvet ettiği ilk toplantının açış konuşmasında şunları söylediği rivayet edilir:

"Allah’a hamd, Resûlüne salat ve selâm olsun.

"Ben sizleri, halka yardımcı olacağınız ve mükâfatı Cenâb–ı Hak katında göreceğiniz bir iş için dâvet etmiş bulunuyorum. Hepinizin, veya aranızdan bazılarının düşünce ve görüşünü almadan hiçbir meselede hüküm vermek istemiyorum. Zira, Efendimiz (asm) bir hadisinde 'Başınıza kuru üzüme benzeyen bir Habeşli geçse bile, ona itaat ediniz’ buyurmuştur.

"Durum böyle olunca, halifenin meşrûiyeti için üç şart yeterlidir: Müslüman olmak, hür olmak, ümmetin ekseriyetinden biat almış bulunmak."

Evet, bu üç şarttan bilhassa üçüncüsüne değer veren ender şahsiyetlerden biri olan Ömer bin Abdulazîz, Emevi idarecileri arasında takdir ve duâya en çok mazhar olmuş bir halife sultandır.

Bu harikulâde zâtın, zaten çoğu veciz olan şu sözüyle bahsimizi bitirelim: "Affın en güzeli, hasmını ezmeye müktedir iken yapılandır."

09.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hz. Peygamber’in (asm) adalet içindeki celâli - 2



Köln’den Hüseyin Yıldırım:

*“Mektûbât sayfa 142’de, çocuklar ile alâkalı bir mucizeyi beyan eden yerde (altıncı çocuk bölümü), Peygamber Efendimiz (asm) çocuk için ‘Allah’ım onun gücünü al’ meâlinde bir duâ etmiş ve ondan sonra çocuk daha yürüyememiş. Bu durum, Peygamber Efendimizin Rahmet Peygamberi olması cihetiyle nasıl izah edilebilir? Vech-i tevfiki nedir?”

Bir olayda Allah’ın hem rahmetini, hem celâlini tecellî ettirdiğini görmemiz mümkündür. Ama Allah’ın zulmettiğini ve adaletsizlik ettiğini asla görmeyiz. Koca Cehennem, Allah’ın adaletinin âyetidir, işaretidir, belgesidir. Koca Cennet ise Allah’ın rahmetinin âyetidir, işaretidir ve belgesidir. Allah zulmetmez; adalet eder.

Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın çocuklardan büyüklere, gençlerden yaşlılara her sınıf insana karşı fevkalâde müşfik ve sevgi dolu olduğunu dost düşman herkes teslim etmiştir. Torunlarına karşı sevgi ve şefkat dolu bulunan Allah Resûlü (asm), hiçbir çocuğu sevgisinden ayırt etmemiş, her çocuğa karşı sınırsız sevgi ve şefkat duymuştur ve çocuklara sevgi ve şefkatle yaklaşılmasını emretmiştir.

Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, namaz gibi dînî ağırlığı ve hürmeti bulunan bir ibâdeti teşrîi esnasında, önünden kasıtla geçen aklı başında hırçın birisine hiddet göstermesi, yumuşak huyluluğu ile, şefkati ile, merhameti ile elbette çelişmez. Çünkü Allah Resûlü (asm) davranışlarda “itidal”i tavsiye eden, “vasat”ı emir buyuran, kendisi de Celâl cilvelerinden olan celâllenme, hiddet, öfke ve gadap hâli ile Cemal tecellilerinden olan hilm, merhamet, şefkat ve sevgi gibi duyguları bir arada, ama gerektiği yerlerde “itidal” içinde yaşayan ve gösteren mutlak ve eşsiz bir rehberdir.

Her hâdiseyi kendi özel şartları içinde inceler ve değerlendirirsek, hadiseleri kavramamız zor olmaz. Sağ eliyle yemesini emir buyurduğu bir şahsın, sırf dik başlılığı sebebiyle, saygısızca, “Yiyemiyorum. Gücüm yetmiyor” sözü karşısında Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm’ın buyurduğu, “Yiyemeyesin! Güç yetiremeyesin!” ifadesi1, adamın saygısız ve alaycı tavrına verilmiş en güzel ve en âdil bir cevap teşkil eder.

Çünkü bir Peygamber ya inkâr edilir, ya iman edilir. İman edildikten sonra da ona ancak itaat edilir. İman saygısızlık, itaatsizlik ve ukalalık kaldırmaz. Peygamberinin yüzüne karşı gösterilen böyle bir itaatsizlik ve ukalaca verilmiş bir cevap Cenâb-ı Allah’ın da hoşuna gitmemiştir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, mü’minlere, Peygamberlerine saygı duymayı, yanında ve huzurunda seslerini yükseltmemeyi, nezaket içerisinde bulunmayı emrediyor. İşte âyetler: “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”2

Biz, bir büyüğümüzün sözünü ukalaca kesmeyi saygısızlık ve kendini bilmezlik saymaz mıyız? Bir makam sahibinin yüzüne karşı emrini dinlemediğimizi saygısızca söylesek, adalet ölçülerini de aşacak biçimde ne gibi bir ceza ile karşılaşacağımızı düşünebiliyor muyuz?

Kaldı ki, bu cezada adalet ve hikmet hâkim olmuştur. Zulüm yoktur. Yani elini kaldırabilen ve sağ eliyle yiyebilen bir adamın, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın “sağ elinle ye!” emrine karşı haddini ve nezaketini aşarak gösterdiği “Elimi kaldıramıyorum!” tavrına karşı; Peygamberimizin (asm) “Kaldıramayasın!” ifadesi, Allah’ın da elinin kaldırma gücünü iptal edivermesi tam da hikmet içinde bir cevaptır, adalet içinde bir cezadır. Zulüm değildir.

Bu cezanın âhiret azabına mahsuben verildiğini, bundan dolayı da hafifletildiğini düşündüğümüzde, içindeki rahmet ve merhamet izlerini görmemiz zor olmaz. Bu da o kişinin bu cezayı baş tâcı yapmasına yeterli bir rahmet tecellisidir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 148

2- Hucurât Sûresi, 49/1,2,3

09.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri