Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Şiir ve iklim



Kış, şiir ve şair.

İlk bakışta birbirinden çok uzak gibi görünür bu kelimeler.

Şairler bahara meftun, hazana müheyya oldukları, insan muhayyilesi de o mevsimlerde hareketlendiği için şiirin de ancak o zamanlarda yazılacağı zannedilir.

Bürudet zamanı olan kış mevsiminde ise her şey gibi hislerin soğuduğu, düşüncelerin sertleştiği, duyguların donduğu, hayallerin katılaştığı, hareketlerin yavaşladığı, tavırların gabileştiği, bu yüzden de insanların şiirin ikliminden uzaklaştığı düşünülür.

Ne var ki, bunların hepsi zahire göre verilen sathî hükümlerdir.

Aslında insan muhayyilesinde şiirin teşekkül ettiği asıl iklim kış mevsimidir, ama bunu insanların pek azı hissedebildiğinden o mümbit şiir mevsimi çoğu zaman heba olur gider.

Şair mizaçlı insanların hisleri hazandan, bahardan ziyade kış aylarında harekete geçtiği için şairler şiir ilhamlarını baharın renginden veya hazanın hüznünden ziyade kış mevsiminin, idrakin kendi içine dönmesini sağlayan şartlarından alırlar.

Nasıl, hazanda toprağa düşen tohumlar, kurumamış kökler, -âdeta derin dondurucu sistemli buzdolabı içine konmuş meyveler gibi- özelliklerini muhafaza eder ve cemre ile birlikte canlanırsa; kış aylarında gaybî bir arayış içine giren his ve hayal dünyasına düşen ilhamlar da baharla birlikte öyle hareketlenir.

Şurası muhakkak ki, bütün insanların hisleri bu hareketlenişten nasibini alır, ama ancak mütecessis bir idrake rast gelen ilhamlar dil libasına bürünerek şiir veya manzume hâlinde teşekkül eder.

İnsanlar hislerini, hayallerini zemheri soğuğunda dondurdukları takdirde o müstesna şiir çekirdeklerini alamazlar. Ruhlarında bazı gizli hareketlenişler hissetseler de onları şiirleştiremezler.

Mevsimin zorluklarına tahammül edip, duygularına damlayan ilhamları itina ile saklayan ve zamanı geldiğinde onları canlandıracak hissî ılıklığı sağlayanlar şiir yazmaya başlarlar.

Fakat her yazılan şey şiir değildir. Duygu dünyasına ne zaman damladığı bilinmeyen bir ilhamın şiir hâline gelebilmesi için birbirini takip eden pek çok şekil ve mânâ merhalelerinden geçmesi gerekir.

Edebiyatın pek değişmeyen muteber teamüllerine riayet ederek fikirlerini, duygularını, düşüncelerini san’atla, âhenkle süsleyip inançlarıyla, idealleriyle zenginleştirerek terennüm edenler, şair addedilir.

Bunlarla iktifa etmeyip lisanı kendine has hususiyetler içinde kullanarak akıcı bir üslûp teşekkül ettirenler, manzumelerini şiir unsurlarının yanı sıra kelime oyunları ve hayal tabloları ile de süsleyebildikleri nisbette büyük şair sayılırlar.

Zaten, yaşadıkları zamanı da ancak onlar aşarlar.

***

“Şairliğim on iki yaşımda başladı.

Bahanesi tuhaftır:

Annem hastahanedeydi. Ziyaretine gitmiştim. Beyaz yatak örtüsünde siyah kaplı, küçük ve eski bir defter... Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde.

Haberi veren annem bir an gözlerimin içini tarayıp:

- Senin, dedi; şair olmanı ne kadar isterdim!

Annemin dediği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetimin ta kendisi...

Gözlerim hastahane odasının penceresinde savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim.

- Şair olacağım!

Ve oldum.”

Necip Fazıl bu ifadelerle anlatmış şair olma macerasını.

Şairin şiir yazmaya başlamasında; hastahanede, yanındaki yatakta yatan veremli kızın yazdığı şiirlerin tesirinde kalan annesinin şair olmasını istemesinin tesiri var elbette.

Fakat on iki yaşında bir çocuğun, soğuk bir kış günü annesinin hasta yattığı bir hastahane odasında ‘pencereden savrulan kara ve uluyan rüzgâra bakarak’ şair olmaya karar vermesi mânidar.

O gün zor şartlarda verilen bir karar, normal zamanlarda verilen kararlardan çok daha müessir olmalı ki Necip Fazıl, şiir yazıp şair olmayı ‘varlık hikmetinin ta kendisi’ saymış.

Çocukluk tahayyülleri ile gençlik tecessüslerinin birlikte hissedildiği yıllarda başlayan şiir çalışmaları, şekil ve muhteva yönünden çeşitli merhalelerden geçtikten sonra tekâmül etmiş.

Ve şaire ‘oldum’ dedirtecek seviyeye gelmiş.

Edebiyatın mümbit şiir vadilerinde çığır açan ve asırlar boyu nesiller tarafından takip edilen her şair gibi Necip Fazıl da şiire yeni tarifler getirerek kendine has bir şiir iklimi teşekkül ettirmeye çalışmış.

“Anladım işi, san’at Allah’ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...”

Bu mısralarda da ifade ettiği gibi şiir sahasında eriştiği son merhaleden sonra şiiri, “Şiir mutlak hakikati arama işidir” diye tarif eden şair, ‘Mutlak hakikat’ olarak vasıflandırdığı Allah’ı, bilhassa ‘sır ve güzellik yolundan’ giderek bulmaya çalışmış.

Bu mânâda şiiri ulvî bir gaye ve uhrevî bir meşgale olarak gören ve mâvera kapılarının ancak şiirlerde gizlenen sırlarla açılabileceğini düşünen Necip Fazıl, yine de şair olmaya karar verdiği o soğuk kış gününün şartlarından uzak kalamamış.

Bir bakıma sonunun da başlangıcı gibi olmasını arzu etmiş ve şairliğinin tescili sayılan kaldırımlar şiirinde ıslak bir yorgana benzettiği kaldırımların buz gibi soğuk taşlarının, alnındaki ateşi almasını istemiş:

“Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim,

Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!

Islak bir yorgan gibi sımsıkı bürüneyim,

Örtün, üstüme örtün, serin kaldırımları.

Uzanıverse gövdem taşlara boydan boya,

Alsa buz gibi taşlar, alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...”

***

Ahmed Haşim de şiirde çığır açan şairlerden biri.

O da ilk şiir ilhamını Bağdat’ta akşamları kendisini Dicle nehrinin kenarında gezdiren annesinden almış. Fakat sekiz yaşında annesini kaybedip İstanbul’a getirildiği için şiire bir bakıma kış mevsimini andıran zor hayat şartları içinde başlamış.

Zamanın bütün zorluklarına rağmen çalışmalarını geliştirmiş ve şiirde çığır açacak hâle gelmiş. O da kendine has şiir ikliminde şairlere bazı mükellefiyetler yüklemiş ve şiiri kendi sanat anlayışı istikametinde tarif ederek açtığı çığırı sağlamlaştırmak istemiş.

Muasırı pek çok şairin aksine, “Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir kanun yapıcıdır” diyerek hakikati haykırma, doğruları söyleme işini yazanlara bırakmış.

Şairin muhayyilesini, insanın kavrayış hududunun dışında bırakmış ve onların, ‘aydınlık suların ışıklarının, duyguların ufkuna akseden kudsî ve isimsiz kaynakları’ ile meşgul olmalarını istemiş.

Şiiri, “Mûsıkî ile söz arasında, sözden ziyade mûsıkîye yakın sessiz bir şarkı” diye tarif ederken şiirde yazılanların, anlaşılmasından ziyade hissedilmesi gerektiğini söylemiş. Bu tarz şiirin ilk örneğini de kendisi vermiş:

“Şiir nedir? O güzellik değil midir ki, bütün

Safâyihinde uçar hep bedîalar meh-tâb?

Meâl-i rûhu sema, nur, fecirdir ve şebâb...

Evet o rûh-u sefânın budur o mânâsı!

Fakat neden bilmem hilkatin o cezası

Nigâh-ı nâfiz-i şi’rinle hep söner, küskün...”

Bu mısralarda, ‘Şiir nedir? Huzur veren saf ve temiz semasında mehtabın uçtuğu, sevilen, beğenilen güzellik değil midir? Onun ruhunun kederi sema, nur, fecir ve gençliktir.

Evet, o temiz, safalı ruhun mânâsı budur. Fakat şiirin içe işleyen, ruha nüfuz eden bakışı ile hep söner ve küskündür. Hilkatin o cezası nedendir bilemem’ diyerek şiire kendince esrarlı mânâlar yüklemiş.

***

Şiir edebiyatın en muteber türüdür.

Her insan hayatının belli zamanlarında, bilhassa çocukluktan gençliğe geçiş safhasında şiire ilgi duyar ve hareketlenen hislerini kendince şiirler yazarak teskin etmeye çalışır.

Umumiyetle insanın his ve hayal dünyası bahar aylarında zâhiren, hazan mevsiminde de bâtınen hareketlendiğinden o ilk mısralara ya canlı, ya da solgun renkler hâkimdir.

Şiir vasıtasıyla dile getirilmek istenen hisler, soğuk kış gecelerinde dinlenen kıssalarla, anlatılan masallarla, kurulan hayallerle ve beslenen emellerle olgunlaşmadığı için boş heveslerden ibarettir.

Önceleri karalama kabilinden yazılan ve yazanı bile tatmin etmeyen o şiir denemeleri ciddiye alınıp değer verilerek üzerinde çalışıldığı takdirde tekâmül etmeye başlar.

Lâkin onların da hem yazanın nazarında, hem de okuyup dinleyenlerin nezdinde şiir telâkki edilebilmesi için behemehal üzerinden birkaç mevsim ve hayat kışının geçmesi gerekir.

Şiir bu zaman içinde yaşanan hadiselerin seyriyle hareketlenecek, çekilen zorlukların tesiriyle sağlam bir zemine oturacak ve din, inanç, örf, âdet, gelenek, fikir, duygu, düşünce, his, hayal, san’at, âhenk gibi muteber unsurlarla yoğrulacaktır.

Böylece bir şiir çalışması yazılmaya başlandıktan belki de yıllar sonra ya mükemmel bir şiir olarak her okuyandan takdir görecek, ya da ilk zamanlar birkaç hisli duyuşun ardından unutulup gidecektir.

Onun için kış mevsimi müstesna bir şiir zamanıdır. İnsanın idraki açık, hisleri hareketli olduğu takdirde her kış mevsiminde hem muhayyileye pek çok şiir çekirdeği ekilir, hem de daha önce yazılan şiirler demlendirilir.

Bilhassa günlerce lapa lapa karların yağdığı, rüzgârların estiği, boraların koptuğu, fırtınaların kasıp kavurduğu ve hayatın donma noktasına geldiği uzun kış ayları, büyük şiirlerin yazılması için en müsait zamandır.

Öyle dehşetli kışlar ancak on yılda, çeyrek asırda, yarım asırda, hatta yüz yılda bir yaşanır. Ama erbabını bulduğu takdirde o kışlarda yazılan şiirler şaheser addedilir ve bin yıl okunur, dinlenir.

Aslında her kış şiir zamanı sayılmaz. İklimler değişip kışlar yumuşadıkça şiir yazan insan çoğalsa da şairler ve şiirler azalır. Onların tesiri de ancak yaşadıkları ve yazıldıkları zamana münhasır kalır.

Bu itibarla bir milletin edebiyatında şiirin macerası, aynı zamanda o memleketin iklim haritasıdır.

03.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (27.01.2008) - ‘Hakikatli bir rüya’

  (20.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (2)

  (13.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (1)

  (06.01.2008) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (2)

  (30.12.2007) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (1)

  (23.12.2007) - Müslüman zamanları

  (16.12.2007) - Mevlânâ yılı vesilesiyle

  (09.12.2007) - Hayata hizmet etmek

  (02.12.2007) - Sürgün yollarında

  (25.11.2007) - Dehşetin lezzeti

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri