Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mehmet KAPLAN

Herkesin bir fiyatı var mıdır?



Sohbetlerimiz esnasında kimi zaman şöyle bir söz kullanırız:

“Herkesin satın alınacağı bir fiyat mutlaka vardır.”

Ya da:

Kendimizden çok emin bir şekilde;

“Herkesin bir bedeli muhakkak bulunur!” deyiveririz.

Bu iddia ne derece doğrudur…

Veya;

Doğru mudur?

Gerçekten de;

Herkes, bir bedel karşılığı satın alınabilir mi?

Satın alınamayacak değerde kıymetli ve de haysiyetli insanlar hiç mi kalmadı?

İnsanlar…

Ve hatta;

İnsanlık bu kadar mı ucuzladı?!

***

Şu şekilde bir cümle daha ortalıkta dolaşıpduruyor:

“Mezarlıklar; vazgeçilmez zannedilen insanların, mezarları ile doludur.”

Bu söz:

Bu ifade; açılımı ile şu anlamda olsa gerek:

Her kişi fani olup ölümlüdür…

Ve de;

Mezarlıkların hepsinde bulunan kabir sahipleri vazgeçilebilir kişilerdir!

***

Ne yazık!

Tamamen maddeci olmuşuz…

Hiç;

İnsanlar bir bedel karşılığı alınabilir mi?

Hiç;

İnsan kendi nev’ine karşı böyle umursamaz bedeller ölçüp herkesi mezarlıkları dolduran varlıklar olarak görür mü?

Avrupalılar görebilir…

Maddî ve kapitalist bir değer biçmeye onlar bir şekilde girişebilirler.

Bize göre:

Söz gelimi Mevlânâ hazretleri veya Fatih

Sultan Mehmet veya sizin-benim; bazı dostlarımıza kimse fiyat biçemez.

Ve:

Onlar bırakın mezarlıklara; hiçbir kabre sığmazlar.

Çünkü Onlar;

Başımızın tacıdırlar ve her zaman başımızın üzerinde ve yüreklerimizde yaşarlar.

Girdikleri veya girecekleri hiçbir toprak onlardan daha değerli olamaz!

Onlar;

Hiçbir toprak parçasına sığmazlar!

Onlara kimse bu hastalıklı çağımızda bir bedel biçmeye kalkmasın!

Bu büyüklerimiz ancak yüreklerimize sığarlar!

Bundan olsa gerek, atalarımız:

Sözlerimize dikkat etmemiz gerektiğini nazarlarımıza vererek;

“İki dinle, bir söyle” demişlerdir.

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Medya ve o kafa



Başbakan R. Tayyip Erdoğan Meclis kürsüsünde esti gürledi.

Diyor ki:

“411 ele kaos eli diyemezsin… Dersen bizden karşılığını görürsün, göreceksin!”

Bir dönem bir kısım medyanın hükumet devirdiği günler hafızamda canlandı… Aynı medya şimdi hükümetin hedef tahtası…

Başbakanın hedefi sadece Doğan Medya Grubu değil elbet…

Peki nasıl oluyor da aynı Başbakan bir kısım medyanın yazarlarıyla aynı uçağı paylaşıyor, onlarla hasbihal edip, kimi zaman “off the record,” kimi zaman da özel manşet sözlerini paylaşabiliyor

Geçelim:

Başbakan sözlerinin devamında:

“Başörtülü başı açık ayrımı yapılamaz. Başı açık ve kapalı olan kardeşimdir. Kusura bakmasınlar Baykal ve benzerleri gibi değil. Kusura bakmasınlar, Baykal gibi düşünen medya grupları gibi değil.”

Ekliyor:

“Gazetelerinize çırılçıplak resimleri siz basıyorsunuz. İlavelerinizde her şey ortada… Size kim müdahale etti? Biz ne diyoruz, ne haliniz varsa görün. Halk size gerekli yeri verecektir.” (NTV, canlı)

Medyanın aslında bu güne kadar çeki düzen vermesi gerekiyordu.

Başbakanın üslubu sert olmasına rağmen, aslında söylemek istediğini yıllardır bu millet dillendiriyordu.

Medya hiçbir zaman bu milletten memnun olmadı. Milleti aşağıladı ve horladı. Hangi ülkede bir medya kuruluşu kendi insanına ve toprağına yabancı olacak.

Cumhuriyet’in kuruluşundan beri özellikle ‘bir kısım medya’ ile başlayan bu horlama ve küçümseme diğer medya kuruluşlarına da yansıdı.

Bu toprağın insanını küçümseme, büyüklük sayıldı. Milletin örfüne an’anesine ve değerlerine saldırmak “tabu yıkmak” sayıldı. Tabu yıkanlar memleketi öyle bir hale getirdi ki: başıbozuk ve ne istediğini bilmeyen “Frankeştayn”a benzer bir güruh çıkaverdi.

İşte bu tipler önceki gün hafta sonu bir programda gün yüzüne çıktı.

Hafta sonu öğle saatlerinde Ruhat Mengi’nin bir programı var (Her Açıdan, Star).

Programında “Üniversitede türbanın serbest bırakılması” tartışmasını ‘mercek’ altına aldı güya.

Ne mercek ama?

Allah’tan Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Niyazi Öktem vardı ve olayın felsefi boyutunu ele aldı. Katılımcalara, meselenin “demokratik bir hak” olduğunu anlatırken, şunu sordu: “Siz demokrasi istiyor musunuz?”

Danıştay Eski Başkanı Nuri Alan, CHP’li vekil Atilla Kart ve tiyatrocu Oya Başar. “Hayır istemiyoruz” demesinler mi? İşte bir zihniyetin itirafıdır bu!

Bana kalırsa Star yöneticileri bu açık oturumu tekrar tekrar yayınlamalı! Bunları tek tek afişe etmeli. Ki milletine ne kadar yabancı oldukları bilinsin.

Demokrasinin yerleşmesi için öncelikle medyanın demokrat olması gerekiyor!

Aksi takdirde bu medyayla çok zor.

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Gölge adam’ın öldürülmesi



MOSSAD’dan FBI’ya kadar birçok istihbarat örgütünün peşinde olduğu ve Amerikan basınının ‘Hizbullah’ın karakutusu’ ve ‘Şii Bin Ladin’ olarak tanımladığı İmad Mugniye yıllar süren kaçgöçten sonra Şam’da öldürüldü. Fethi Şikaki suikastında olduğu gibi, parmaklar yine Mossad’a işaret ediyor. Aslında, İmad Muğniye efsane olmuş bir kişilikti. Onu, ancak Sabri el Benna, Bin Ladin veya yine Irak’ta öldürülen Zerkavi gibi kişiliklerle karşılaştırmak mümkün. Kendisine isnat veya atfedilen birçok eylem var. ABD’nin en çok aranan 20 kişilik listesinde bulunan Mugniye, 1985’te bir Amerikan donanması dalgıcının öldüğü TWA uçağının kaçırılmasının yanı sıra, Hizbullah’ın güvenlik şefi olduğu 1980’lerde Lübnan’da 200’den fazla Amerikalının öldüğü saldırıları planlamak, 1992’te Arjantin’deki İsrail Büyükelçiliğine düzenlenen, 29 kişinin öldüğü saldırıya katılmak ve iki yıl sonra Buenos Aires’teki bir Yahudi merkezinde meydana gelen, 95 kişinin öldüğü patlamayla ilgisi olmakla suçlanıyordu. Mugniye’nin başına 5 milyon dolar ödül konulmuştu. Salı günü (12/2/ 2008) akşamı El Cezire’de haberleri dinlerken Şam’ın mutena mekânlarından Kfer Susa’da bir aracın infilak ettiği ve bunun sonucu bir kişinin öldüğü duyurulmuştu. Meğerse patlayan araç Mugniye’nin aracıymış ve ölen kişi de İmad Mugniye imiş. Bunun böyle olduğunu Menar ve Press TV teşhis ettiler. Bir İran okulunda yapılan merasime katıldıktan sonra dönerken aracına binmek üzereyken aracına konulan bomba uzaktan kumanda ile patlatılmış ve patlamanın etkisiyle hayatını kaybetmiş. Mugniye’nin öldürülmesinin, Hizbullah’ın genel sekreteri Şeyh Abbas Musavi’nin 1992 yılında Lübnan’ın güneyinde bir helikopter saldırısında öldürülmesinden bu yana örgüte verilen en büyük darbe olduğu yorumu yapılıyor.

***

Aslında İmad Mugniye 90’lı yıllarda kendisini unutturmuştu. Birçok kimse onun öldüğünü sanıyordu. Bu dönemde izini kaybettirdiği ve uzun yıllar Tahran’da kaldığı, sadece birkaç defa Beyrut’a uğradığı ileri sürülüyor. Kardeşi de, kendisi gibi, 1994 yılında Beyrut’ta uğradığı bir bombalı saldırıda hayatını kaybetmiş. Hizbullah’ın askerî kanadının ikinci komutanı olarak anılıyor. Şeyh Hasan Nasrallah’a yakınlığıyla da bilinen Mugniye İran’la Hizbullah arasında bağlantıyı sağlayan kanallardan birisi olarak da gösteriliyor. Suikastın hayret verici kısmı suikastın Hizbullah için steril ve güvenli bir ortam olarak görülen bir mekânda işlenmesi. Demek ki, güvenlik boşluklarından yararlanan MOSSAD hedefine ulaşmış. 1962 doğumlu El Hac Rıdvan lakaplı İmad Mugniye aslında muhakkak ki iyi korunuyordu. Ama nasıl oluyor da ona elleriyle koymuş gibi ulaşıyorlar? Şam’da garip şeyler oluyor. İsrail uçaklarının Suriye hava sahasını ihlâl ederek bazı mevkilerini bombalaması da hâlâ esrar perdesini koruyor. ‘A Strike in the Dark’ başlıklı yazısında konuyu inceleyen Seymour M. Hersh zannedildiği gibi hedef alınan mekânın kurulma aşamasındaki nükleer bir reaktör veya santral olmadığını yazıyor.

Bütün bunlar, aslında, galiba 2006’da Hizbullah’ın Lübnan’da İsrail karşısında elde ettiği üstünlüğün intikamı ve rövanşı. İsrail nokta hedeflerle psikolojik üstünlüğünü yeniden ele geçirmeye çalışıyor. İmad Mugniye suikastının tam da Savunma Bakanı Ehud Barak’ın Türkiye ziyareti sırasında gerçekleşmiş olması talihsizlik. Bilindiği gibi, Suriye hedeflerine yönelik olarak yapılan İsrail hava saldırısında da bir şekilde Türkiye koridoru kullanılmıştı. Yine Ali Asgari de İstanbul’da iken sırra kadem basmış veya kaçırılmıştı. O da sır olarak kaldı. Mugniye cinayetinin işlendiği ve Barak’ın geldiği gün Şarku’l Avsat’da bir haber vardı ve haberde, ‘Ankara, Suriye ile İsrail arasında diplomatik koridor ve kanaldır’ deniliyor. İyi mi?

***

Şüphesiz Mossad, İmad Mugniye’nin öldürülmesini büyük bir ödül ve av olarak görmektedir. Nitekim, eski MOSSAD Başkanı Danny Yatom bunu saklama gereği duymadan, ‘Yapanların ellerine sağlık. Mugniye bizim için büyük bir hedefti, avdı’ demiştir..

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Meksika’da irtica!



İnsanoğlunun, yaratılışı icabı iyiye ve doğruya yöneldiğini görüyoruz. Gerek sigaranın pek çok alanda ‘yasaklanması’ ve gerekse ‘alkollü içkiler’e karşı oluşan hassasiyet bunu hatırlatıyor.

Bazı konular da vardır ki, Türkiye’de yapılmasına karşı çıkıldığı halde, ‘yabancı bir ülke’de yapıldığında alkışlanabiliyor. Sözgelimi, Meksika’nın başkenti Mexico City’de yeni başlatılan bir uygulama ile kadınlara özel/ayrı otobüs tahsis edilmiş. Bu gelişmeyi aktaran ‘büyük gazete,’ haberi şöyle sunmuş: “Meksika’nın başkenti Mexico City’de kadınlara özel hizmete konulan ‘pembe otobüsler’ büyük ilgi görüyor. Kadınlar, otobüsler sayesinde sarkıntılık ve tacizden kurtulduklarını söylediler. Kentin genellikle tıka basa dolu olan otobüs ve trenlerinde, insanların birbirine değmeden durabilmesi imkânsız. Ancak kadınlar bütün temasların bu zorunluluktan olmadığından şikâyetçiydi. Kadınlar, her gün bu ulaşım araçlarını kullanan 22 milyon yolcu içinde, bu durumdan avantaj sağlayan erkeklerin sayısının hayli fazla olduğuna dikkat çektiler. (...) Mexico City’de sadece kadınlara ayrılmış pembe otobüslere binmeye yeltenen erkekler ise daha kapıdan içeri adım atmadan şoförler tarafından azarlanarak kovalanıyor.” (Hürriyet, 12 Şubat 2008)

Acaba, böyle bir uygulama Türkiye’de yapılsa, aynı ‘büyük gazete’ nasıl tepki verirdi? Nitekim geçmiş yıllarda bu anlamda ‘deneme’ler yapılmış ya da yapılması teklif edilmişti. Adı geçen ve geçmeyen ‘büyük gazete’ler bu teklifler karsında son sözlerini en başta söylemiş ve Türkiye’nin ‘geriye’ götürülmek istendiğini söylemişti. Oysa, Meksika’daki durum ile Türkiye’deki durum arasında ‘teknik anlamda’ hiç bir fark yok. Burada da otobüsler kalabalık ve kadınlar bir şekilde taciz ediliyor. Yapılan bazı araştırma ve incelemeler de defaatle bunu ortaya koymuştur. O halde, Meksika’nın yaptığını övmek, aynı şeyi Türkiye’de yapmayı ‘sövmek’ neyin nesi?

Tabiî ki Meksika’da yapılan uygulama, dünyada bir ‘ilk’ değil. Başka zamanlarda ve başka ülkelerde de benzer uygulamalar yapıldı. Uygulama yapılan her ülkede kadınlar durumdan memnun. Türkiye’de ise, değil böyle bir uygulamayı başlatmak, teklifi gündeme getirmek bile en ağır suçlamayı beraberinde getirir.

Peki hakikat nedir? Hakikat, kadınların fıtraten ‘taciz’den şikâyetçi olduğudur. En ‘asrî kadın’ dahi, erkeklerin taciz edici nazarlarından sıkılır!

Meksika’daki uygulamanın bir benzerini de dünyanın GSM devleri yapmaya başlamış. Onlar da ‘çocuk pornosuyla savaş’ başlatmışlar. Buna göre, “Hutchinson 3G Europa, Avusturya Mobilkom, İtalya Telecomunicacion, Telefonica/02, Telenor, TeliaSonera, T-Movil ve Vodafone” firmaları; cep telefonlarında çocuk pornosu görüntülerini önlemeye çalışacak. (agg.)

Haberin ayrıntılarını bir yana bırakırsak, ‘porno’ya karşı duyulan tepki de ‘fıtrat’ın, yaradılışın bir gerçeği değil mi? Düne kadar gizli ya da açık; her türlü ‘porno’yu haklı bulan ve destekleyen ‘dünya devleri’nin şimdi bu belâdan kurtulmak istemesi de ‘akıl için yol bir’ prensibini hatırlatmıyor mu?

Bazıları rahatsız olabilir, ama bütün bu ‘haber’ler bir şeyi daha gösteriyor: İslâmiyet, fıtrat dinidir. ‘Haram’ların ‘haram’ ilân edilmesi tesadüfî değildir. ‘Sadece akıl feneri’ ile yol bulmaya çalışanlar, geç de olsa bunu anlayacak...

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaz zaferi



Amerika’nın muhtelif üniversitelerinde görev yapan matematik profesörü Jefri Lang’ın, İslâma giriş hikâyesini anlattığı “Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde ilk namazı kılışıyla ilgili bir giriş yapmış, bugün devam edeceğimizi söylemiştik.

Prof. Lang, son derece heyacanlı. İlk rekatın rükûuna vardığında “İnsanlar beni görürse nasıl karşılarlar?” endişesi içerisinde. “Odada yalnız olduğumu hatırlayınca sevindim. ‘Sübhane Rabbiye’l-Azîm’ dediğimde kalbimin hızla çarptığını hissettim. Tekrar tekbir getirerek doğruldum ve artık secdeye varma zamanı gelmişti.”

Secde bilindiği gibi kulun Allah’a en yakın olduğu an. Ama profesör bunu biliyor muydu? Onun nazarındaki imajı neydi secdenin? Şu düşüncede: “Secdeye varmak üzere ellerimi ve dizlerimi yere koyunca dona kaldım, secdeye gidemiyordum, efendisinin önünde başını yere koyan köle gibi yüzümü, burnumu yere koyup kendimi zillet sandığım bir duruma düşüremiyordum, üstelik bacaklarım da katlanamıyordu; utandım, gülünç duruma düştüm zannettim.

“Bu durumda beni gören, arkadaş ve tanıdıklarımın önünde acınacak ve alay edilecek hâlimi düşündüm, arkadaşlarımın kahkahalarını duyar gibi oluyordum. ‘San Francisco’da Araplar çarptı bu hâle düştü’ gibi sözler sarf edeceklerini tahayyül ederek zavallı duruma düştüğümü hissettim.”

Böyle düşünüyor Prof. Lang. Nihayet bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes alıp başını secdeye koyuyor. Başını yere koyar koymaz da zihnindeki bütün düşünceleri bir tarafa atıyor, dikkatini dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de varıyor. Kendini, “Daha önümde üç tur daha var” diye düşünmekten de alamıyor. Ama son derece kararlı: “Ne pahasına olursa olsun bu namazı tamamlayacağım” diyor. Sonraki işler gittikçe kolaylaşıyor. Namaz bitiyor, ama profesör de bitiyor âdetâ. Müthiş bir rahatlık, huzur içerisinde artık. “Son secdede tam bir sükûnet hissettim” diyor.

Nihayet teşehhüdden sonra selâm verir Prof. Lang. Selâmdan sonra da bulunduğu yerde donakalır âdetâ. Büyük bir iş başarmış, büyük bir mücadele vermiştir. Nefsin sırtını yere sermiştir. “Geriye dönüp, nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim” diye düşünür. Sonra da başımı önüme eğerek mahçup bir şekilde “Allah’ım, geri zekâlılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var” diye duâ eder.

Namazdan sonra daha başka hissettiği ilginç duygular var Prof. Lang’ın. Bunun üzerinde de inşaallah yarın ki yazımızda duralım.

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sevgili var, sevgiliden içeru!



Öğütçü, vaiz ve şeyhler, “Allahtan başka sevgiyi kalbinize koymayın!” diye öğüt verir. Oysa, en ulvî, en hayatî ve en kaynaştırıcı duygumuz sevgidir. Sevgililer gününde, gerçek sevgiyi, sevginin veriliş sebebini ve şu soruları kendimize sormalıyız: Sevgi olmasaydı, hâlimiz ne olurdu? Öyle ise, bu muhteşem duygu niçin verilmiştir? Kalbimize konan hadsiz sevgi potansiyeli, solan, biten, tükenen maddeye mi; yoksa ebedî bir güzelliğe sahip bir zata yönelmek için mi verilmiştir?

Kalbin, imandan sonra ürettiği en kaliteli ürün hiç şüphesiz sevgidir. Kâinatın yaratılmasının sebebi olan sevgi, aynı zamanda onun tüm unsurları arasındaki bağı, ışığı, hayatıdır. Atomlardan galaksilere kadar her şey sevgiyle ayakta durur. Sevgi, yaratılış ve varoluş gayemizi anlamakta hayatî, ebedî ve bediî (estetik) fonksiyonlar taşır.

Sevgi aynı zamanda psiko-sosyal bir güç kaynağı, bir kaynaştırıcıdır:

Allah’a iman edenler, Allah’a olan sevgileri cihetiyle daha kuvvetlidir.1

İslâm literatüründe hakiki ve mecazi olmak üzere iki kısma ayrılır.

Hakiki sevgi: Soyut olarak sevgiyi, sevgi mahalli kalpleri, sevenleri, sevgi sebeplerini Habib-i Mutlak olan yüce Allah yaratmıştır. Habib ismini zerrelerden kâinat simasına kadar her şeye yansıtmıştır.2

İşte hakikî sevgi, sevgi sebeplerini aşarak her şeyi O’nun adına sevmek, O’nu hatırlamaktır. Anne-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eşimizi, dostumuzu; peygamberler ile sahabelerini, evliyâları, ilim ehlini ve meşrû olan her şeyi doyasıya severiz.

Gerçek sevgideki iksir ve güç, yabancılığı kaldırıp, en vahşî varlık ve unsurları bile bize kardeş, dost yapar. Her şeyi, yüce Rabbimizin Habîb/Rahîm/Vedûd gibi sonsuz isim ve sıfatları hesabına seversek; sevgimizin gücü de sonsuzlaşır. O takdirde, Allah’ı tanımaktan gelen sevgi, en büyük maya ve iksir olur.3

Mecazî sevgi: Bizzat nefis ve madde hesabına, onların fani, solan, yok olan yönlerine olan sevgidir.4 Meselâ, bir elmayı, O’nu anmadan, O’nun Habib isminin yansımalarını düşünmeden şuursuzca yemek...

Mecnun’un ilk zamanlar “Leylâ”yı, Leylâ’nın Mecnun’u sevmesi, mecazî sevgiydi. Sevgi ve sevgililerin yaratıcısı yüce Allah, Leylâ’yı da yaratmış. Dolayısıyla hakiki sevgiye, yani, Mevlâ’ya ulaşmak için Leyla’yı terk etmek gerekmez. Zira Leylâ’yı da Mevlâ vermiş; içine kalbi, kalbinin içine de sevgiyi O koymuş. Mevlâ yerini Leylâ sevgisi almamalı, perde ve gölge olmamalı. Yalnızca, Mevlâ, kalbe karşılık en nazik ve nazenin bir kalp, ahsen-i takvîm (mükemmel, güzel, kıvamı) olarak yarattığı için sevmeli.

Hakiki sevgi ile mecazi sevgi arasındaki inceliği fark etmez, dengeyi sağlayamazsak, kalp sevgi çeşitleri adedince parçalanır; ruhumuzun dengesi bozulur.

Aslında kalbin yaratılmasının sebebi, sevgi ve sevgilileri yaratan gerçek Sevgililer Sevgilisi’ni sevmektir. İnsanın en kıymetli hissi olan sevgi, eğer tevhid sırrı yardım etse (yani sonsuz Sevgi Sahibi’nden güç alırsa), bu küçücük insanı, kâinat kadar büyütür ve genişlik verir ve yaratılmışların nazenin bir sultanı yapar.

Herşeyi (sevgili dahil), sevgiyi verene ve sevgilileri Yaratan hesabına seversek, bu sevgi sonsuzlaşır. Nefse, maddeye, dünyaya yönelik sevgi kalp kırıklıklarına, kalpte fay hatlarının oluşmasına yol açarak rûhî depremlere yal açar. Çünkü sevdiğimiz şey, ya bizi tanımaz, Allahaısmarladık deyip gider (gençliğin ve malın gibi); ya sevgimiz için bizi tahkir eder, aşağılar. Mecâzî aşklarda sevgililerin aşklarından şikâyet etmelerinin sebebi budur. Sevdiğimiz şeyler ya bizi tanımıyor, ya bizi tahkir ediyor, ya bize refakat etmiyor, bize rağmen ayrılıyor.

Gayr-i meşrû sevgi, tabiî olmadığından, sonucu, merhametsizce azap çekmek değil mi? Yerinde, ölçüsünde sarf edilmediğinden incitir, yaralar, soldurur ve acı verir. Karşılıksız kalacağından istenmeyen taşkınlıklara sebep olacağı açıktır.

Dipnotlar:

1-Kur’ân, Bakara, 165.; 2-Sözler, s. 321-322.; 3-Mektûbât, s. 434.; 4-Mektûbât, s. 107.

14.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hilâfeti kaldırma çabaları



Mustafa Kemal ile İsmet Paşa, Hilâfet makamının kaldırılması maksadıyla, 14 Şubat 1924'te başbaşa bir güşmede bulundular.

Bu görüşmede varılan fikrî müşterekliğin yansımaları kısa sürede kendini gösterdi.

Hilâfetin kaldırılmas hakkında hazırlanan kànun taslağı henüz Millet Meclisi'ne dahi getirilmeden, Halife Abdülmecid'e son hazırlıklarını yapması istendi.

İlgili kànun, Meclis'te 3 Mart'ta görüşülerek kabul edildi. Ancak, Abdülmecid Efendi 29 Şubat günü "Son Cuma Selâmlığı"nı ifâ etmek zorunda kaldı.

3 Mart günü, Meclis'te Hilâfetin lağvedilmesi ile birlikte, Osmanlı Hanedanına mensup bütün şahsiyetlerin ülkeden çıkarılmasına, yani hudut harici edilmesine de karar verildi.

Bu acımasız karar, çok gariptir ki aynı gece içinde uygulamaya konuldu ve 600 kadar Osmanlı nüfusu tam bir perişaniyet içinde sınırdışı edildi.

Dolmabahçe'den Çatalca'ya, oradan da trenle İsviçre'ye gönderilen Abdülmecid Efendi, oradaki dünya ajans temsilcilerine şu yazılı açıklamayı yaptı: "Millet Meclisi'nin 'Hilâfeti ilga' kararı yersiz ve haksızdır." (TTK, Cumhuriyet Tarihi Konolojisi, s. 411)

Lozan'da verilen söz

Hilâfetin kaldırılmasına dair ilk ciddî görüşmenin Lozan Konferansının II. safhasında (Temmuz 1923) yapıldığı yönünde kuvvetli bilgi ve belgeler var.

Bu bilgi ve belgenin en önemlisi 6 Ekim 1959 tarihli Büyük Doğu Mecmuasının 29. sayısında yayınlandı.

"Lozan'ın içyüzü" başlıklı bu geniş makalede, Yahudi Hahambaşı Haim Naum'un tavassutuyla, İsmet Paşa ile Avrupa'lı Hıristiyan delegeler arasında bir dizi gizli görüşme ve anlaşmaların yapıldığı açık bir dille ifade ediliyor.

Gizli celselerde, İsmet Paşa tarafından Hilafetin kaldırılması sözünün verildiği ve Türkiye'de dinin tamamen devre dışı edileceği yönünde de Yahudî ve Hıristiyan temsilcilere teminat verildiği hususu da, yine aynı mecmuada açıkça yer alıyor.

Şimdiye kadar kimsenin çıkıp da tekzip edemediği bu iddiaların doğruluğuna Üstad Bediüzzaman ve Nur Talebeleri de tam kanaat getirmiş olmalı ki, Büyük Doğu'da neşredilen aynı makale, Emirdağ Lâhikası isimli esere de iktibasen dahil edildi.

Arzu edenler, bahsi geçen makaleyi Emirdağ Lâhikası'nın 286, 295, 277 ve devamındaki sayfalardan takip edebilir.

Bir nevi "Lâhika mektubu" şeklinde neşredilen bu fevkalâde makale, Risâle–i Nur Külliyatı" baskısı yapan hemen bütün yayınevlerinin çıkarmış olduğu Emirdağ Lâhikası isimli eserde yer almaktadır.

Ancak, bunlardan bir tanesini istisna tutmak durumundayız: Şahdamar Yayınları...

Lozan bilgileri

Meraklılarına, Lozan Konferansı hakkında şu kısacık bilgileri de aktarmak istiyoruz.

Konferansın hem görgü şahidi, hem de Türk murahhas üyesi olan Dr. Rıza Nur'un, konuyla ilgili hatıraları ile o günlerde (1922–23) Meclis Başkanvekili olan Rauf Orbay'ın hatıralarını bulup okumanızı tavsiye ederiz.

Kezâ, Üstad Bediüzzaman'ın Tabiat Risâlesi isimli eserinin baş kısmını dikkatle mütalâa etmenizi ve Kadir Mısıroğlu'nun da "Lozan Zafer mi, Hezimet mi?" isimli kitabı okumanızı tavsiye ederiz.

* * *

Lozan görüşmeleri, Türk temsilcilerle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya ve Yugoslavya temsilcileri arasında Lozan Üniversitesi salonunda yapıldı.

İki ana safhada yapılan ve bir süre kesintiye de uğrayan Lozan görüşmeleri, toplam sekiz ay kadar (Kasım 1922–Temmuz 1923) bir zaman aldı.

Bu zaman zarfında (hiç olmazsa Mayıs'a kadar), Bediüzzaman Said Nursî'nin de Ankara'da bulunduğu ve çevrilen dolaplardan bir şekilde haberdar olduğunu da son bir not olarak hatırlatmış olalım.

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

Mazeret yok, bu hizmet hepimizin



“Hikâyemiz, herkes, birisi, herhangi biri, hiçkimse adlı dört kişi hakkında.

“Yapılması gereken önemli bir hizmet vardı ve herkes, birisi’nin bu hizmeti muhakkak yapacağından emindi. Gerçi bu hizmeti herhangi biri de yapabilirdi ama hiçkimse yapmadı. Birisi buna çok kızdı. Çünkü hizmet herkesin işi olmalıydı.

“Herkes, herhangi biri’nin bu hizmeti yapabileceğini düşünüyordu ama hiçkimse, herkes’in yapamayacağının farkında değildi.

“Sonunda herhangi biri’nin yapabileceği bu hizmeti hiçkimse yapmadığı için herkes, birisi’ni suçladı” ve çeşitli mazeretler üretti.

Neticede, elbette birileri daha gerçeklerden habersiz kaldı.

Ne oldu da işler bu kanala akıp gerekli hizmet yapılmadı? İstemek yapmanın yarısıdır derler. Bir şeyi yapmayı gerçekten istediğiniz zaman, bir yol bulursunuz. İstemediğiniz zaman ise bulduğunuz, mazerettir.

Başarılarımızın önüne hep yüzlerce mazeret sayarız. Yeri gelir insanların kalbini kırarız. Buna bile söyleyecek bir mazeretimiz vardır. Mazeret uydurmak kimilerinin hayatının bir parçası oldu artık. Farkında bile olmadan adım başı mazeret uyduruyoruz. Halbuki, kazanan insanlar mazeret bulmayanlardır.

Mazeret yok. Çünkü; Yapacak hizmet çok. Kullanıla kullanıla eskimiş mazeretler üretirsek, hizmet üretemeyiz. Mazereti bırakıp yeni hizmet fikirleri üretmeliyiz. Hizmet etmek için Allah’a (cc), Peygamberimize (asm) ve Üstadımıza verdiğimiz sözü yerine getirmemek için; mazeret yok, mazeretleri bırakıp, yeni fikirler üretelim. Bir hizmetin yapılması esnasında üretilen her mazeret, birer parazittir ve hastalıklı insanlar bu parazitlere çabucak yakalanabilirler. Aynı zamanda insan, bir hizmet için amaçlarına ulaşmaya çalışırken, önüne çok sayıda mantıklı mazeret çıkararak gelenler olabilir. Mazeretle karşınıza gelenden, hizmetin o an yapılmama sorununu giderecek üç teklif isteyin. Tekliflerden en iyisini seçmesini ve uygulamasını isteyin. Bu durum mazeret üretecek kişinin yolunu tıkar. Size gelirken iki kere düşünür. Bu gibi konularda, “Her şeye rağmen” yerine, “Her mazerete rağmen” davranıp ona göre hareket edin.

Bu konuda Sevgili Peygamberimiz (asm); “Mü’mini yapabileceği şeyde gayretli, yapamadığı şeyde ise ‘yapamadım’ diye hasret çeken kimse olarak görürsün” demiştir. Buradan anlaşılması gereken bence, “Şu mazeretten dolayı yapamadım” demeden, o işi yapmaya çalışma azminde olmayı anlamalıyız.

Hiç kimse mazeret bulmakta tembel insan kadar başarılı olamaz. Çünkü; mazeret bulanlar genellikle o işi yapmaya gönlü olmayan, yani tembel olanlardır. Bildiğiniz gibi, Garcia’ya mektubu götüren asker Wogan, hiçbir mazeret ileri sürmeden ve kimseye bir şey sormadan mektubu yerine ulaştırmıştır. Mazeret konusunda Peyami Safa’nın güzel bir sözünü burada kaydetmeden geçemiyeceğim: “Özür ve mazeret dilenmez, özür ve mazaretin kabulü dilenir.”

Mazeretin bazen kabul edilebilirliği olabilir. Bu durumda da yine kaynağımız Sevgili Peygamberimiz (asm); “Elinizden geldikçe, hadd cezalarını Müslümanlardan def edin. Geçerli bir mazereti varsa, hemen salıverin. Çünkü; âmirin yanlışlıkla affetmesi yanlışlıkla ceza vermesinden hayırlıdır.”

Aşağıda mazeret üretme ve iş yapma yöntemlerimiz üzerine, yazarını bilmediğim bir çalışma bulacaksınız. Toplum olarak her şeyi başkalarından bekleyen, yapılan her şeye bir kulp takan, mazeret üreten, yenilikçilik ve sorumluluk alma konusunda sınıfta kalan kişileri anlatıyor sanki!

“Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış; birinci mahallede ‘Evet ama’cılar yaşıyormuş. ‘Evet ama’cılar her zaman ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise ‘Evet, ama’ diye yanıtlarlarmış. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar. İkinci mahallede ‘Yapacağım’lar yaşarmış. Ne yapacaklarını belirler, kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlar, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Hayatlarını ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş. Üçüncü mahallede yaşayanlar ise “Keşke”cilermiş. Bu mahallede yaşayan ‘Keşke’cilerin hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama... Maalesef her şey olup bittikten sonra. ‘Keşke’ cilerin de başları hep kanarmış, kafalarını duvarlara vurmaktan! Dördüncü mahallede ise; ‘İyi ki yaptım’cılar otururmuş. Bu mahalle, kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallesi imiş. Temizlik, su, yol ve çöp sorunu bulunmamaktaymış. Huzur derseniz herkes güler yüzlüymüş. ‘Keşke’ciler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış. ‘Yapacağım’cılar ‘Keşke’cilerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış. ‘Evet amacı’lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikâyet ederlermiş. ‘İyi ki yaptım’ mahallesindeki insanların kusuru da beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmamasıymış. Bu yüzden yaşadıkları ortam her zaman güzel, düzenli ve huzurluymuş.”

Bu yazıyı okuduktan sonra hep birlikte, “İyi ki yaptım”cılar mahallesine taşınmaya ve hizmetlerimizi bir de bu gözle irdelemeye ne dersiniz. Özetle; “Unutmayın! Her başarısız insanın bir mazereti, her başarılı insanın bir marifeti vardır.”

[email protected]

14.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İsrail’e “teşekkür”!



Ankara’ya gelen İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’a Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün Türk hükûmeti adına “teşekkürü”, devletin baştan beri İsrail’le işbirliği stratejisinin açık bir işareti oldu. Bilindiği gibi AKP hükûmetlerinin küresel çaptaki ABD ilişkileri, bölgesel bazda İsrail’le artan işbirliği ekseninde devam ediyor. 15 Temmuz 2004’te Türkiye ile İsrail arasında Ehud Olmert’le Ankara’da, tarımdan tohumculuğa, hayvancılıktan sulamaya, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden danışmanlığa kadar oldukça geniş alanda işbirliği ve ticaretin gelişmesini imzaladı.

GAP ve KOP’u (Konya Ovası Sulama Projesi), Tuz Gölü ve Orta Anadolu köylerini içine alan bu çok kapsamlı anlaşmayla kalmayan Erdoğan hükûmeti, 7 Mart 2007’de Kudüs’te imzaladığı “Türkiye-İsrail karma ekonomik komitesi III. dönem toplantısı mutâbakat zaptı”yla İsrail’le başlatılan ticarî ve ekonomik işbirliğinin kapsamını geliştirdi.

Ve bütün bunlar ilâveten Barak’ın son ziyaretiyle, “iki ülke arasında devletleri aşan halkların köklü bir işbirliği”nin olduğunu” belirten Gönül’ün, sınırötesi hava harekâtlarında İsrail’den kiralanan insansız uçaklardan dolayı “Barak”a yaptığı “teşekkür”le birlikte yeni askerî işbirliği anlaşmalarının derinleştirilmesi dikkat çekici oldu…

* * *

Resmî törenle karşılanıp uğurlanan, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı ile görüşen İsrailli Bakan’ın, Türkiye’ye başta casus uydu sistemi Ofek Casus Uydusunu satılması olmak üzere savunma sanayinde bir dizi “ortak proje”yi görüştü… Barak’ın ifâdesiyle İsrail, Türkiye ile askeri işbirliğini “en üst nokta”ya taşımayı amaçlıyor ve başarıyor. Son gelişinde, “iki ülkenin terörle mücadeledeki ortaklığını öngören askerî projeler”den Türkiye’nin İsrail’den 183 milyon dolara alacağı 10 insansız hava aracı Heron’un satışının masada bulunması, bunun bir örneği…

Peki İsrail Türkiye’nin hangi hassasiyetine uydu ki, Türkiye’ye verdiği sembolik üç insansız casus uçağından dolayı Millî Savunma Bakanı âlây-ı vâlâ ile teşekkür ediyor? Oysa AKP hükûmetinin İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i Ankara’ya çağırıp ilk defa TBMM’de konuşturmasına ve Annapolis öncesi Filistin Cumhurbaşkanı Abbas’la görüştürmesine karşı, İsrail hükûmeti Annapolis’te Türkiye’ye bir “teşekkür”ü dahi esirgedi.

Bu arada, Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçakları, yakıt tanklarını Türkiye topraklarına attı. Dışişleri “nota” vermek yerine salt “izâhat” istedi. İsrail hiç kale almadı, sessiz kaldı; aylar sonra İsrail Başbakanı Olmert’in telefonla Başbakan Erdoğan’ı arayıp “özür dilediği” haberi çıktı…

Keza Başbakan’ın “ricâsı” üzerine Kudüs’e giden Türk heyetinin araştırmalarıyla, İsrail hükûmetinin Harem’üş Şerif civarında İslâm eselerlerini tahrip eden kazılar durdurulmadı; aksine büyük bir pervâsızlıkla kazı ve yıkım çalışmalarına daha da hız verildi.

Dahası İsrail’in yüzlerce nükleer başlıklı silâhını hiçbir zaman mesele etmeyen Ankara, İran’ın nükleer enerji üretimini durdurması için devreye girdi. Cumhurbaşkanı Gül, son Mısır ve Suriye ziyaretinde olduğu gibi “İsrail’in endişeleri”ni gidermek hesabına Müslüman bölge ülkelerine “telkinat”ta bulundu…

En son Erdoğan’ın Gazze Şeridi’ne geçiş noktalarını kapatarak iki milyon Filistinliyi ablukaya alıp gıda, su, ilâç ve akaryakıt ambargosunu uygulayan İsrail’e yaptığı uyarıya tepkiyle karşılık verdi. Türkiye’nin Telaviv Büyükelçisi Nâmık Tan’ı Dışişleri’ne çağırarak Ankara’ya resmen “protesto”sunu iletti. Hatta süregelen zulme dikkat çeken Erdoğan’ı büyük bir sorumsuzlukla “teröristleri desteklemek”le suçladı. Bunun “dostâne ilişkileri baltaladığı ve büyük hayal kırıklığı meydana getirdiği” bildirilerek, “açıklama” istendi…

* * *

Gazze’deki insanlık dramı devam ediyor; ve İsrail füzeleri karadan, havadan ve denizden kuşattığı Filistinlileri sistemli bir şekilde katlediyor. Ne var ki Telaviv, bu süreçte ülkelerini işgale karşı savunan Filistin halkını hep “terörist” olarak damgaladı; Ankara’nın hiçbir talebini ciddiye almadı; hiçbir hassasiyetine önem vermedi… Yıllarca işgal ettiği kontrolü altındaki Bakaa Vadisindeki “eğitim kampları”nda terör örgütünün beslenip palazlanmasına göz yuman İsrail değil miydi? Amerikan silâhlarıyla birlikte İsrail yapımı silâhları Kuzey Irak ve Kandil’deki teröristler üzerinde çıkmadı mı? İsrailli subayların peşmergeleri eğittiği belgelerle belirlenmedi mi?

Sahi, İsrail’in şimdi 300 milyon dolar karşılığı pazarladığı insansız casus uçaklarını satmak için “eşantiyon” olarak verdiği “üç casus uçağı”nın sınırötesi terörle mücadelede ne tür bir yararı oldu? ABD’nin sağladığı söylenen “anlık istihbarat”ın hangi faydası oldu ki İsrail’in faydası olsun?

Bu durumda İsrail’e bunca “işbirliği kıyağı”na ek olarak, dolar karşılığı vereceği birkaç insansız casus uydu uçağından dolayı, tam da “sevgililer günü”nde İsrail’li bakana bunca “sevgi”, “ilgi” ve “teşekkür” neyin nesi?

14.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri