Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

Bediüzzaman'ın asayişe bakışı



Said Nursî'nin hayatını, mesleğini ve dünya görüşünü lâyıkıveçhiyle bilmeyenler, onunla ilgili söz ve yazılarında hata üstüne hata işlemekten bir türlü kurtulamıyor.

Aradan seksen–yüz yıllık bir zaman geçmiş olmasına rağmen, Üstad Bediüzzaman'ın Mutlakıyet dönemi ile Meşrûtiyet'in ilânı (1908) günlerindeki rolünü bilmeyen, hatta tümüyle yanlış şekilde bilenler var.

Kezâ, onun bilhassa 31 Mart Vak'asındaki (1909) yatıştırıcı yönünü bilmediği gibi, aksine sanki kışkırtıcı bir rol oynamış gibi Said Nursî'yi öyle tanıyan ve tanıtan kimselere rastlamaktayız.

Aynı çarpıtılmış görüşler, maalesef Şeyh Said Hadisesiyle (1925) ilgili yorum ve değerlendirmelerde kendini gösteriyor.

Ne var ki, bu tarihten sonraki dönemler itibariyle, Said Nursî hakkında yazılanlarda, o zâtı herhangi bir vukuatla irtibatlandırmanın esâmisi dahi bulunmuyor.

Meselâ, İzmir Sûikastı (1926) Menemen Hadisesi (1930), Ticaniler Vak'ası (1951), Malatya Hadisesi (1952), 6/7 Eylül Olayları (1955) gibi...

Yani, Said Nursî'nin 1925–1960 yılları arasında geçen 35 yıllık zaman zarfında yaşanmış "irtica–mirtica kokulu" hiçbir hadise ile doğrudan, yahut dolaylı şekilde herhangi bir irtibatı kurulamıyor.

Evet, en ahmakça yorum ve değerlendirmede bulunanların dahi, bu noktada suçlayıcı herhangi bir iddia veya isnatları bulunmuyor. Yok, yok...

Acaba, bu son derece açık ve yalın gerçeğe rağmen, Said Nursî'yi 1925'ten evvelki menfî hadiseler sebebiyle karalamaya çalışanların aklına şu suâlin gelmemesi garip değil mi: "Yazmış olduğu eserleri ve kazanmış olduğu talebeleri itibariyle, özellikle 1925'ten sonra en güçlü dönemini yaşayan Bediüzzaman Said Nursî'nin karıştırıcı, kışkırtıcı, yani menfî herhangi bir hareketine niçin rastlanılamıyor? Kendisi olmadık sıkıntılara düçâr edildiği, hapis, sürgün, zindan, zehirlenme gibi türlü işkenceli bir muameleye mâruz bırakıldığı halde, neden hiç kimseyi incitmedi veya misillemede bulunmadı? Üstelik, misillemede bulunulmamasını ve intikamının alınmamasını talebelerine tavsiye etti, vasiyet etti?"

Evet, kalbinde, vicdanında bu suâllerin cevabını arayan ve bulan bir kimsenin, Said Nursî'yi nisbeten karanlıkta ve sis perdesi altında kalmış olan 1907–1925 yılları arasındaki o çalkantılı dönemler itibariyle de suçlamaya, yahut karalamaya çalışmaz.

Zira, bir kimsenin siyaset, kuvvet veya şiddet yoluyla hedefe varmak gibi bir düşüncesi varsa, bunu hayatının her safhasında fırsat buldukça açığa vurur. Mutlaka bir takım teşebbüslerde bulunur.

Ne var ki, Said Nursî, hayatının hiçbir devresinde kuvvet–şiddet metoduna tenezzül etmiş değil. Bilâkis, bu tarz bir metodun, dahilde hiçbir sûrette kullanılmaması gerektiğine inanmış ve bunu da daima talebelerine ders vermiştir.

Hakikat budur, bundan ibarettir. Gerisi ya kasıt, ya da cehalet kaynaklıdır.

Yazımızın sonunu, Üstad Bediüzzaman'ın "son dersi"ndeki bir ifadesiyle bağlayalım: "Aziz kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. ...Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. ...Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. ...Bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım." (Emirdağ Lâhikası, s. 455)

Tarihin yorumu

Mora Zaferinden Çeşme Fâciasına

1770'li yıllar, Osmanlı–Rus gerginliğinin had safhada olduğu bir dönemdir.

Rus Çarları, hemen her fırsattan istifade ile, Osmanlı tebaasını kışkırtarak onları isyana teşvik ediyordu.

İşte, 1770 yılı başlarında da, yine öyle bir vukuat yaşandı. Mora'daki Rumları Osmanlı'ya karşı harekete geçiren Ruslar, bölgede isyan çıkarttı.

70 bin kişilik kuvvetle isyanı bastırmaya giden Muhsinzâde Mehmed Paşa, Rus kuvvetlerini bozguna uğrattı ve bölgede sükûneti sağladı.

Ne var ki, Ruslar bu mağlubiyeti kabullenemediler ve Temmuz ayında çok gizli bir planı devreye soktular. İngilizler'den de yardım alan Ruslar, Çeşme limanında bulunan Osmanlı donanmasını gece vakti ateşe verdiler.

Limanın dar ve gemilerin de bitişik nizamda olması hasebiyle, yangın kısa zamanda yayıldı ve bütün donanmayı yakıp küle çevirdi.

Bu hadise, Osmanlı deniz gücünde adete bir dönüm noktası oldu. Cezayirli Hanan Paşa, bilahare işi toparlayarak Ruslar'ı mağlup ettiyse de, Osmanlı donanması bir daha eski kuvvet ve satvetine sahip olamadı.

09.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (08.04.2008) - Toplumun sinir uçlarıyla oynanıyor

  (07.04.2008) - Vuruşa vuruşa geri adım

  (05.04.2008) - Eğer Demokrat Parti düşerse...

  (03.04.2008) - Gaddar asrın mağrur hükûmetleri

  (02.04.2008) - Bana dokunmayan yasak...

  (01.04.2008) - Deniz Feneri'nin eğitim hizmetleri

  (31.03.2008) - Yakın tarihin yalanları

  (29.03.2008) - Uygun adım dersleri

  (27.03.2008) - Benzemek yetiyor mu?

  (27.03.2008) - Benzemek yetiyor mu?

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri