Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Hayatı tefekkürle yoğurmak



Bediüzzaman, arz ve semâvâttaki mevcudâtı hayret ve istihsanla temâşâ eder, kırlarda ve dağlarda husûsan bahar mevsiminde çok gezinti yapar, o seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakîk bir tefekkür ve dâimî bir huzur hâlindedir. Ağaç ve nebâtât ve çiçekleri, ‘Mâşâallah, Bârekallah, Fetebârekallahü ahsenü’l-hàlikìn’ (Allah dilemiş ne güzel, ne mübarek yaratmış; ‘Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir’1) diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder; kâinat kitabını okur. Her âzâ ve hasseleri gibi, gözünü de daima Cenâb-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın [büyük kâinat kitabının] bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizât-ı sanat-ı Rabbaniyenin (Cenâb-ı Hakkın sanat mucizelerinin) bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.”2

1950 yılında Ankara Üniversitesinde verilen ve metni Sözler’in sonunda yer alan bir konferansta mümtaz talebesi merhum Zübeyir Gündüzalp böyle anlatıyor Bediüzzaman Hazretlerinin kâinat kitabını tefekkürünü.

Kâinat kitabını satır satır, kelime kelime inceden inceye okuyan Bediüzzaman’ın hayatında tefekkür işte böyle ap ayrı bir yer tutar. O, hayatının her safhasını, her ânını tefekkürle yoğurmuş, faaliyet ve hareket dolu hayat yolunu tefekkür projektörleriyle aydıtlatmayı görev edinmiş, eserlerinin her satırını tefekkür iplikleriyle dokumuştur. Bu hâliyle o hayatın tefekkürle gerçek mânâ ve değerini bulduğunu, fonksiyonunu gösterdiğini ispatlamıştır.

Bediüzzaman’a göre insan ibadet ve tefekkürle, hakikî insan olur, ahsen-i takvîmde, yani en güzel bir biçimde yaratıldığını göstermiş; îmanın kazandırdığı emniyet ve güvenle emanete lâyık, emin bir halife-i arz olmuş olur. 3

Evet, insan ibadet ve tefekkürle yeryüzünde emanete lâyık bir halife olduğunu göstermiş olacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, şu kâinat sarayında taklit edilmez imzalarıyla, Kendine has mühürleri, damgaları ve hususî fermanlarıyla herbir varlığa tevhid (birlik) damgalarını vuruyor, tevhidin delillerini nakşediyor, âlemin dört bir yanında tevhid bayrağını dalgalandırıyor ve Rab oluşunu ilân ediyor. İnsan da bunu tasdik ile, îman ile, tevhid ile, iz’ân ile, şehadet ile, ubûdiyet ile mukabele edecektir.

Tefekkürde de nümûne-i imtisal olan Bediüzzaman, onu mesleğinin dört esasından biri hâline getirmekle açtığı çığırda ilerleyen talebelerine ışık tutmuştur.

Bu gözlükle hadiselere bakan Nur Talebeleri artık tefekkürü ruh dünyalarının aynası olarak görmeye başlar, imanın bahşettiği mutlu atmosferin zevkini yaşar, ap aydınlık bir dünyada dostça, kardeşçe yaşamanın sevinciyle dolarlar.

Demek tefekkür vazgeçemeyeceğimiz, hayatımızı mânâlandıran ve renklendiren bir iksir.

Dipnotlar:

1- Mü’minûn Sûresi: 14. 2- Sözler, s. 715. 3- A.g.e., s. 298.

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur'ân'da ve sünnette namaz



Alanya’dan Ali Mücahit Özeren: “Kur’ân’da namaz emrinin olmadığını, buna bağlı olarak da namaz kılmayanların cehennemde ceza görmeyeceklerini iddia edenler var. Bu iddiacılara karşı nasıl cevap verebiliriz?”

Kur’ân’da ve sünnette namaz emri vardır. Kur’ân yetmişten fazla âyetle namazı emrediyor. Bir şeyin Allah emri olduğu, tek bir âyetle emredilmesiyle anlaşılır. Öyleyse, yetmişten fazla âyetle emredilen namazı, Allah’ın yetmiş kat önemseyerek emrettiği bir ibadet olarak ele almalıyız. Namazla ilgili açıklayıcı detay bilgiler ise hadislerde gelmiştir.

Namaz kılmayan kimsenin cehennemde azap görüp görmeyeceği konusuna gelince… Bu konuda beşerin fazla söz söylememesi daha doğru olur. Ne bildirilmişse ona inanmak ve onu öğrenmekle mükellefiz. Kur’ân ve hadislerden, bu konunun genel itibari ile Allah’ın takdirinde olduğunu öğreniyoruz. Allah dilerse, yani affetmemişse namazsız insan azap görür. Kur’ân ve sünnet, namaz kılanlar için ise cennet müjdeleri ile doludur.

İşte bazı âyetler:

“Şüphesiz namaz, mü’minler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.”1 “Ben Allah’ım! Benden başka İlâh yoktur. Bana ibadet et! Beni zikretmek için namaz kıl!”2 “Namazlarında huşu içinde bulunan mü’minler felâha ermişlerdir.”3 “Gündüzün iki yanında ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl! Muhakkak iyilikler kötülükleri giderir. Bu öğüt kabul edenler için bir öğüttür.”4 “Rabb’ini hamd ile akşam-sabah tesbih et.”5 “Namazlara ve orta namaza (ikindi namazına) devam edin. Gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun! Korkarsanız ayakta veya binekte olarak kılın! Emin olduğunuzda bilmediklerinizi öğrettiği gibi Allah’ı zikredin.”6 “Kitab’a sımsıkı sarılanlara ve namazı dosdoğru kılanlara gelince, şüphesiz biz, iyiliğe çalışan (erdemli) kimselerin mükâfatını zayi etmeyiz.”7

Namaz kılmamaktan Allah’ın hoşlanmadığını şu âyetlerden öğreniyoruz:

“Sonra bunların ardından öyle bir nesil geldi ki, namazı terk ettiler, heva ve heveslerine uydular; onlar bu taşkınlıklarının karşılığını mutlaka görecekler, Cehennemdeki ‘Gayya’ vadisini boylayacaklardır.”8

“Herkes kazandığına karşılık bir rehindir. Ancak ahiret mutluluğuna eren kimseler başka. Onlar cennetlerdedirler. Birbirlerine günahkârlar hakkında sorular sorarlar ve dönüp onlara şöyle derler: ‘Sizi cehenneme ne soktu?’ Onlar şöyle derler: ‘Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. Batıla dalanlarla birlikte biz de dalardık. Ceza gününü yalanlıyorduk. Nihayet ölüm bize gelip çattı.’ Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?”9

Namaz kılmayanın akıbetinin Allah’ın takdirinde bulunduğunu bildiren bir hadis şöyledir:

“Allah kullarına beş vakit namazı farz kıldı. Kim bunları hafife almadan ve kasten terk etmeden hakkıyla edâ ederse, Allah Teâlâ onu Cennetine sokacağına söz vermiştir. Kim de beş vakit namazı kılmazsa, Allah’ın onlara hiçbir vaadi yoktur. Dilerse azab eder, dilerse Cennete sokar.”10

Namazın cennete vesile olduğu ile ilgili ise, sayısız hadis vardır. İşte bir örnek:

* Enes (ra) anlatıyor: Bir adam Resulullah’a (asm) gelerek: “Yâ Resulallah! Allah kullarına bir şey farz kıldı mı?” diye sordu. Allah Resulü (asm):

“Allah kullarına beş vakit namazı farz kıldı” buyurdu. Adam:

“Yâ Resulallah! Bunlardan önce veya sonra bir şey farz kıldı mı?” diye sordu. Resulullah Efendimiz (asm):

“Allah kullarına beş vakit namaz farz kıldı!” buyurdu.

Adam bunları arttırıp eksiltmeyeceğine yemin edince Allah Resûlü (asm):

“Eğer sözünde sadıksa Cennete girer!” buyurdu.11

DUÂ

Ey Mabud-u Bilhak! Ey Kendisine ibadet edilen ve ibadete lâyık bulunan! Ey Kendisine secde edilen ve secdeye lâyık bulunan! Ey Kendisine duâ edilen ve duâ edilmeye lâyık bulunan! Ey Kendisine teveccüh edilen ve teveccüh edilmeye lâyık bulunan Allah’ım! Bizi Zat-ı Akdesine müteveccih kıl! Bizi Sana secde edenlerden eyle! Bizi namaz kılanlardan eyle! Zürriyetimizi namaz kılanlardan eyle! Namazlarımızı kusurlarımızla birlikte makbul kıl! Duâmızı kabul buyur! Âmin.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi, 4/103; 2- Tâhâ Sûresi, 20/14; 3- Mü’minûn Sûresi, 23/1,2; 4- Hûd Sûresi, 11/114; 5- Mü’min Sûresi, 40/55; 6- Bakara Sûresi, 2/238,239; 7- Araf Suresi:170; 8- Meryem Suresi: 59; 9- Müddessir Suresi: 38-49; 10- Nesâî, Salât, 6; 11- Nesâî, Salât, 4

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Nasıl ihmal edebiliriz?



Tekâmül, yani, mükemmelleşme, gelişme, olgunlaşma her şeyde geçerli olan bir kanundur. Kâinatın bir minyatürü olduğumuza göre tekâmül olgusu, içimize konmuş potansiyel bir güç olarak vardır.1 Ki, dünyaya gönderilişimizin ana gayesi, “ilim ve duâ vasıtasıyla mükemmelleşmekle”2 kâmil insan olmaktır.

Maddeten terakkî ederken, dünyaya çalışırken; ruhumuzu, duygularımızı, mânâ âlemimizi ihmal edebilir miyiz? O takdirde nasıl insan olma sıfatına sahip olabiliriz? İslâm literatüründe “nefis terbiyesi” denilen eğitim ve terbiye geleneğindeki tekâmülü Bediüzzaman; kalbî seyahat, ruhî çalışma, mânevî yükselmekle kâmil insan olmak için çalışmak ve mutluluğu yakalamak şeklinde özetler.3

İnsan, kâinatın maddî-manevî bütün unsurlarını temsil eden, özetleyen, bünyesinde toplayan küçük bir minyatürdür. Cansız bir varlık gibi yaşamaktan, bitkisel hayattan, hayvanlıktan kurtulup insan olabilmesi için ruhunu tekâmül ettirmesi gerekir.

Hemen her gün, hatta her saat sayısız problem ve sıkıntılarla karşılaşırız. Tekâmül, kalbimize öyle bir mânevî güç verir ki, her felâkete, her hadiseye karşı direnç gösterebiliriz.

Kabiliyetlerimizi geliştirmek, duygularımıza istikamet vermek, hayatımıza hâkim olmak, kâinatla ve diğer varlık kardeşlerimizle olan münasebetlerimizi dengelemek de ruhumuzu tekâmül ettirmekle mümkün. Böylece hayata bütünüyle bakabilme ve onu kavrayabilme yeteneği kazanırız.

İnsan ruhanî, melekî, cinnî ve maddî bütün varlıkların özelliklerinin, kâinattaki enerji boyutları dâhil her şeyin, kendisinde özetlendiği müstesna bir yaratıktır. O aynı zamanda varlıklar içerisinde en mükemmel yaratılmış olan İlâhî bir san'attır. Maddî (fizik) âlemin özellikleri bedenimize, mânevî (metafizik) âlemin özellikleri ise ruhumuza yerleştirilmiştir. Bu özelliğimizle yeryüzünde yüce Yaratıcının antika bir san'atı, nazik ve nazenin bir mucizesiyiz.

Ruhumuza “irade, zihin/dimağ/beyin, his, kalp”4 olmak üzere dört ana; “akıl, gadap, şehvet” gibi üç temel duygu; görme, işitme, koklama, tatma, dokunma gibi beş duyu; hissetme, düşünme, hafıza, idrak, ihlâs, fazilet, merak, inat, haset, nefret gibi yüzlerce pozitif veya negatif talî his ile binlerce lâtife takılmıştır. En önemlisi “hür irade” denen, serbest hareket edebilme, istediğini yapabilme gücüdür. Böylece; ruhumuza, olgunlaşıp insan olma özelliklerini elde etme, hatta melekleri de geçebilme imkânı tanınmıştır.

Yine, potansiyel kabiliyetlerimizi geliştirecek sınırsız meyiller, sonsuz emeller, sayısız fikirler (akıl, düşünce), hudutsuz gadap (itme, savunma) ve şehvet (her türlü zevk ve lezzeti isteme) gücü verilmiş ve yaratılışta bu kabiliyet ile temel duygularımıza herhangi bir sınır konmamıştır.

Ruhumuz; tefekkür, ilim, marifet, ibadet, zikir, duâ ve riyazetle tekâmül eder. Tekâmül ettiği ölçüde yüce Yaradan’ın istediği gerçek bir insan olur, hem dünyada, hem de sonsuz hayatta mutluluğu tatmaya lâyık oluruz.

Aradığımız huzuru, mutluluğu ve başarıyı, ancak ruhumuzu ve onu oluşturan unsurları tanıyıp kâinatın gaybî sırlarını keşfettiğimiz nispette yakalayabiliriz. Tekâmül edip olgunlaşmamız, yeteneklerimizi geliştirebilmemiz buna bağlı.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şâmiye, s. 43.; 2- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 84.; 3-Mektûbât, s. 440-441.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 143.

06.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

41. sene-i devriyesinde Abdülmecid Nursî



Misafir olarak bulunduğumuz bu fani âlemde, her şey o kadar hızlı akıyor, hareket ediyor, deveran ediyor ki, tutmak tartmak anlamak çok ama çok zor. Bu müthiş ülfet ve gaflet perdesinden, çoğunlukla cenazelerde, taziyetlerde ve mevtânın sene-i devriyesinde çıkıyoruz. Ord. Prof. Anna Masala’nın ifade şekliyle çağın Mevlânâ’sı gönüller sultanı Hz. Bediüzzaman’ın, küçük kardeşi ve emsâlsiz talebelerinden Abdulmecid (Ünlükul) Nursî’nin 11 Haziran itibarıyla 41. sene-i devriyesi.

Silinmeyen hafızalara ve şâyeste hatıralara mâlik şahsiyetler bilirler. O vefat günü, her hal ve şekliyle unutulmaz bir gündü. Bin türlü imkânsızlıklar içinde, Hz. Bediüzzaman’ın talebeleri Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna koşup gelmişlerdi. Konya Yüksek İslâm Enstitüsünün ve İmam-Hatip okulunun ders hocaları, talebeleri, oğlu merhum Suat Ünlükul’un polis arkadaşları ve emniyet mensupları ve Konya’nın başta değerli müftüsü ve hatibi Tahir Büyük Körükçü olmak üzere, muhteşem iştirak ve kubbe-i asumanda çınlayan tekbir sesleri ile Konya Üçler Mezarlığında defin işlemi...

Merhum Zübeyir Gündüzalp, merhum Suat Ünlükul ile birlikte tabutla kabre inişimiz... Hatimler, aşr-ı şerifler, duâlar ve akabinde taziye için evlerine gidiş ve Zübeyir Gündüzalp’in Suat Ünlükul’a ve cemaate karşı hitabı ve akşamı merhum Halıcı Sabri Efendinin evinde tâziyetleri kabul ve hatm-i Kur’ân duâsı, muhterem Nureddin Tokdemir’in Mektûbât’tan 20. Mektub’un vefat ve diriliş bahislerini okuması ve merhum Zübeyir Gündüzalp Ağabeyimizin de Ali Ulvi Kurucu’nun Hz. Bediüzzaman’a hitaben yazdığı “Gönüller Fatih Büyük Üstada” şiirini 45 dakikada okuyup izah edişleri ve nice hatıralar gözlerimin önünde canlandı.

Gözyaşları içinde yazdığım bu makalede yeni bir sevinç unsuru; yüzlerce çile ve engeller içinde yıllar önce kaleme aldığım “Bediüzzaman’ın kardeşi Abdülmecid Nursî” isimli kitabın, yine Yeni Asya Neşriyat mühürlü olarak, 60 sahife ilâve edilerek yep yeni tespitlerle genişletilmiş olarak basılması. Risâle-i Nur seyl-i nurânisinde kaynak olması ve mazinin derelerinden yeni nesillere örnek model ve numune-i imtisâl gayesiyle çıkmış ve tekrar bir vefa borcunu ifa etmişizdir. Bunun 3’üncü baskıya gelmesinin başlıca müşevviki, Hz. Bediüzzaman’ın yaşayan kahraman talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyimizin teşvik dolu ifadeleridir. Kendilerine ve ayrıca Faik Altun ve himmetini esirgemeyen Alaeddin Temur Beylere kalbî şükranlarımı sunuyorum.

Bu baskının içinde özetle kendilerinden naklettiğim satır başlarından bir kaçı: Eğitim alanında okulda rapor almayışı. Hoca ve talebe ilişkisi. 76-77 yaşında bir muhteşem öğretmenin yolda yürüyemeyecek tarzda hasta halinde dersine gelmesi ve bunlara şahit olan talebelerin ilme verdikleri ehemmiyet. Zulme ve haksızlığa maruz kalmasına rağmen ülke ve milletin birlik-beraberliği için gayret. Kendi kız çocuklarının muallim mektebine kayıtları ve okuması için Hz. Bediüzzaman’dan izin çıkması. Okul idaresinin özel tahsis ettiği minibüse binmeyip evine yayan gitmesi. İlim meclislerindeki zevâta ve yolda yürüyen küçük çocuklara dahi “Hazretim” kelimesini kullanması.

Hz. Bediüzzaman’ın kendilerine “mühim bir âlim” demesi ve bu ifadenin bütün ilim dünyasınca kabul edilmesi. İşârâtü’l-İ’câz ve Mesnevî-i Nuriye isimli Hz. Bediüzzaman’ın Arapça eserini Türkçe’ye tercümeleri ve akabinde “Dü mezhebi, İman dili, Fuadiye risâlesi, Mantık ve vaiz örnekleri” gibi eserlerini neşretmesi. 1950-1960 yılları arasında Türkiye’deki 7 imam-hatip okulundan biri olan Konya’da ve ilk İslâm Enstitüsünde ders hocalığı yapması ve yetiştirdiği öğrencilerinin, İlahiyat profesörleri olması, onun nasıl bir ilmî vukufiyeti olduğunu göstermektedir.

Kendilerinin dizinin dibinden 11 yıl ayrılmadık. Maziden, aileden gelen birlik Konya’da da devam etti. Gördüklerimiz ve yeşertmeye çalıştığımız, kürsülerdeki feryatlarımız ve hizmet aşkımız, hep onun unutulmaz derslerinin kıvılcımlarıdır. Ruhu şâd olsun…

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Her üfürüğe baş eğenler!



"Aziz ve sıddık" a şimdilerde pek rastlanamadığı için “Kahraman kardeşimiz”e odaklanıyoruz… Ve:

Hani yaşarken herkesin yaptığı fakat ölürken pek bulunamayan kahramanlık… Ölüme meydan okuyacaksınız fakat zaiflik ve acizliğin doruğunda, yakınlarınıza, etrafınıza, dostlarınıza ölümü hatırlatır gibi yapacaksınız veya sadece anlatacaksınız… Merak etmeyin sizinle ilgili bir şey yok…

Vatan için, millet için, din için… Ölmek kahramanlıktır kardeşim… Ölüm sebebiniz ne olursa olsun bir yama ile kahramansınız kardeşim… Din aleyhinde, milletin rağmına, vatan haini de olsanız kahramansınız kardeşim… Bunun lamı cimi yok!... Birileri kahramansınız diyorsa kahramansınız! İşte o kadar!...

Büyük zahmetlere, büyük fedakârlıklara, zorluklara ne hacet. Sizin ruhunuz âlidir, yüksektir… Zaten kartallar da yüksekten uçar, yılanlar alçaktan kayar… Sözün kısası siz “Yüce ve pak ruhlusunuz” ve kahramansınız…

Bomboş, tam takır bir kalp ve başkalarından beklenen iyi kalpliliğin alâmetleri, iyilikler, güzellikler… Kalbimizi muhakkak doldurmalıyız. Ne ile mi? Muhabbete, sevmeye, sevindirmeye, alkışlamaya ve takdir etmeye ne olmuş ki…?

Çok çok iyi görüyorum diyen bir çift göz eğer kalp gözü kapalıysa hiçbir şey görmüyordur. Ruhun penceresi kapalı olduğu gibi aklın da perdeleri inmiş gibidir. Eee… Hani Marifetullahı elde edip, Muhabbetullah deryalarında boğulacaktık, ne oldu? Nefsin ve şeytanın gemisi daha evvel mi hareket etti, Mü’min ve Müslüman hatta insan limanlarından… O zaman el sallamakta bize düşer, mademki müsaade ediyoruz elbette katlanacağız…

Bir gencin imansız olarak öbür dünyaya, ahirete gitmesi karşısında ürperen, telâşlanan, gönlünü, ruhunu ve aklını ateşlere atmaya çalışan bir kalp nerede… Başkalarını değil kendisini alev alev yakan kalp sahipleri nerede?

Aşk, ümit ve inancın olmadığı bir kalp kara tahtanın silgiliği gibidir. Ancak tebeşir tozu toplar. Yazana göre şekli, tebeşire göre rengi değişir. Rabbinin istek ve arzularıyla, renklenen ve değişen kalp, makbul ve tercih edilen kalp oluyordur inşallah…

Nazar edilen, bakılan ayna olan bir kalp ise en çok tercih edilendir. Ayine-i Samed olan bir kalp hem kainatı, hem de kâinatın Yaratıcısını en güzel bir şekilde anlatır…

Dağlar kadar büyük kalbin de olsa bir sevgi yumağı olan “insan kalbinden” bir santim ileri geçemez… İnsan mükemmel olur, ilimde, irfanda, kültürde, beyanda olgunluk gösterebilir. Ama aynen “kahramanlığın hakikisi” gibi iyi kalpli ve kalbi sevgiyle dolu olamaz… Olur ama zordur. Hani bütün kahramanlar da buna talip ya: “Biz zor işleri severiz, biz zor işleri başarırız, biz zor işlerin adamıyız” vesselâm.

Hak edilen ifadelere baş eğenlere, kanaat edip tatmin olanlara, başlar feda…

Hiç olmazsa nefis ve şeytanımızla açılan şu küçük fakat büyük mücadeleye “Bir garip, aciz, fakir, nakıs er” olarak girelim de Rabbimizin inayat ve ihsanat kapısını çalalım. Belki buradan bir “Kahramanlık” ünvanı gelebilir.

Yoksa her rüzgâra değil, her üfürüğe baş eğen erler, bulutların üstündeki “Kahramanlığı” daha çok beklerler…

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bin Ali’nin ülkesinde bunlar oluyor!



Son yıllarda Türk asıllı olduğu ileri sürülen Bin Ali’nin ülkesindeki gelişmelere biraz yabancı kalmıştık. Pek de takip edemedik. Bu oralarda mühim olayların olmadığı anlamına gelmiyor zahir. Dikkatimizi o yöne teksif edemememiz dünyada oralarda olanları gölgeleyecek olayların olmasındandı. Son sıralarda, Tunus yine gündemde. Kıpır kıpır. Türkiye’den Ahmet Taner Kışlalı’nın keşfettiği ve ‘Kemalizmin en iyi yaşandığı ülke’ tanısında ve teşhisinde bulunduğu Burgiba’nın akabinde de Bin Ali’nin ülkesinde dinî hayatla alâkalı yine önemli şeyler oluyor. Kuveyt’te başı açık iki bayan bakan yüzünden kabine ve hükümetin geleceği sallanırken veya belirsizliğe girerken Tunus’ta başı açık olarak sokakta yürümek bile riskli. Buna dair geçen yıllarda Fransız ve dünya basınında iki farklı yaklaşım gündeme gelmişti. Zimmeti boynuna Ahmet Hakan’ın temsil ettiği birinci bakış açısına göre, Tunus’ta işler tıkırındaydı ve en azından adiyattan olma durumundaydı ve abartıldığı gibi bir durum sözkonusu değildi. Geçtiğimiz günlerde bir heyetle bu ülkeyi ziyaret eden Genel Koordinatörümüz Abdullah Eraçıkbaş Bey ise bu ülkedeki üç beş günlük ikameti sırasında ezanı pek farkedememiş. Belki onlar tam merkezi hâle getirmiş olabilirler. Bektaşi anlayışıyla önce Tunus’ta radyo ile bir merkezden okutularak yasak savarlar daha sonra Mekke’de okunmasını kifayet olarak da görebilirler. Adamın birisi hızlı hızlı ‘bayramdan bayrama namaz kılarım’ diye söylenirken işretle buluşma anını ve meclisini iple çektiğini anlatmak istercesine aheste aheste bir şekilde ‘akşamdan akşamaaa’ diye sözü dört elif miktarı çekermiş... Bundan dolayı bizde ‘namazda gözü olmayanın ezanda kulağı olmaz ‘derler. Araplar da ‘Malta’da ezan okunuyor’ diye kinaye ile söylerler. Hepsi aynı mânâya gelir. Sadece ezanda değil namazda da merkezi kontrole geçmek için Tunus Lideri Bin Ali yeni bir cinlik düşünmüş ve camilere müdavemet edenler için elektronik kart icat etmiş. Bizdeki Akbil yönteminden de yararlanabilir. Mühendislerimiz hizmetine amadedirler. Bin Ali’nin teknolojik işlere merakı dillere destandır. Bakanlarını MSN vasıtasıyla kontrol altında tuttuğu söylenir. Bu işi de Polonya’da iken veya önceleri polis eğitimi alırken Amerikalıların yardımıyla öğrenmiş olmalıdır. Velhasıl camilere yabancıların girmemesi ve yabancılardan korunması için kimsenin aklına gelmeyen bir tedbir veya yöntem düşünmüş ve cemaat için elektronik kart ihdas etmiş. Artık otel odasına girer gibi camiye duhul edeceksiniz. Bilindiği gibi, oradaki ulema-ı rusum da zaten kadınların ‘takva gereği’ camilere gelmemelerine dair bir fetva yayınlamıştı. Tacikistan da bu uygulamayı kopya, fetvayı da klonlamıştı..

***

İmamlara da kesin talimat verilmiş. Elektronik kart taşımayan cemaat derhal kapı dışarı edilip geldiği yere gönderilecekmiş. Hatta, diyelim ki cemaatin kartı var ama kart muayyen cami için geçerli. Bu kartla başka bir camiye gittiğinde imam kendisini derhal tartaklayıp bağlısı bulunduğu camiye gönderecekmiş. Cuma namazı kılınmayan camiler için kartı olanların bir de cuma namazını eda edebilmek için cuma camisi için ayrı kart alması gerekiyormuş. Tam ‘big brother’ sistemi. Tabii kartlar İçişleri Bakanlığına bağlı ilgili kurumlardan ediniliyormuş. Bin Ali’nin yaptığını tarihte Karakuş bile yapmamıştır.

***

Namaz kartı şokunu atlatmadan önümüze bir başka haber daha düştü. Buna göre, artık Tunus polisi açık alanlarda da başörtüsü giyenlere ilişiyormuş. Daha doğrusu sataşıyormuş. Sözgelimi, 27 Mayıs 2008 günü böyle bir olay gerçekleşmiş. Siyasî polis mensupları başkent Tunus’ta Hadraa Caddesinde başörtülü iki kızı durdurarak zorla başlarını açtırmış. Kızlar ağlamalarına rağmen polisler kızların gözyaşlarına bakmadan kalabalık arasında onları başlarını açmaya zorlamış ve muradlarına ermiş. Bunun üzerine kızların akrabası olan Halit Sasi duruma müdahale etmiş ve siyasî polislerin kızların üzerinden ellerini çekmelerini sağlamış. Bunun üzerine bölgeye takviye kuvvet çağrılmış. Bu arada genç, kalabalıktan yararlanarak sırra kadem basmış. Sıvışan genci yakalayamamışlar ama yapılan taharriyat sonucu çocuğu polis merkezine celp etmişler. Şiddetli darp etmişler ve hiç alâkası olmayan suçlarla kendisini itham etmişler. Güvenlik güçlerinin işini engellemekten dolayı gence dâvâ açılmış ve bu suçlama ile tutuklanmış ve halen cezaevinde bulunuyormuş. Tunus’ta Başörtülüleri Savunma Komitesi bu hususta bir çağrı ile fedakâr avukatlardan Halit Ben Hafiz Sasi’nin dâvâsını üstlenmelerini istiyor. Başörtülüleri Savunma Komisyonu başörtülülere yönelik histerik ve hummalı (mahmum) kampanyanın azarak devam ettiğini hatta bir an olsun durmadığını ileri sürüyor. En son Tunus’a giden Ahmet Hakan ve Ramazan Öztürk bunları görmüş olamazlar. Gerçi kaç defa Ramazan Öztürk polisin elinden kamerasını kurtarmak için polise az dil dökmedi. Yaşadıklarıyla başörtülülerin yaşadıklarını veya eski deyimle gabi şahide kıyas edebilir. Öteki de plajlardan başını çıkaramadığı ve beş yıldızlı otellere gömülmekten kendini alamadığı için gözlem fırsatı yakalayamamıştır.

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AİHM çarpıtmaları



AİHM’in İsviçre’den ve Türkiye’den, görevlerini başörtülü olarak yapmaları engellenen öğretmenlerin başvurusunu geri çevirmesi, Avrupa’da başörtülü öğretmenlere yasak getirmek isteyen çevrelerin işini kolaylaştırabilir; ama sırf AİHM iki dâvâda öyle karar verdi diye başörtülü ders verme yasağı bütün Avrupa’ya yaygınlaşacak diye birşey yok.

Her ülke, hattâ Almanya’da olduğu gibi her eyalet bu konuda kendi uygulamasını kendisi belirliyor. Yasaktan yana olan yönetimler, çoğunlukta oldukları Meclislerden bu yönde kanun çıkartıyorlar ve yasak ondan sonra uygulanıyor.

Ancak öğretmenlere başörtüsü yasağının Avrupa genelinde yaygın bir uygulama olduğuna dair bir bilgi yok. Almanya’nın bazı eyaletlerinde yasak konulduğu biliniyor, ama diğer ülkelerde şimdilik böyle bir durum söz konusu değil.

Bunun sebebi, muhtemelen Avrupa ülkelerinin çoğunda “başörtülü öğretmen” gibi bir konunun gündemde olmaması, yani başörtülü öğretmen bulunmayışı olabilir. Buna karşılık özellikle Müslüman nüfusun fazla olduğu yerlerde başörtülü öğretmen de varsa ve buna yönelik bir tartışma, itiraz ve tepki yoksa, demek ki oralardaki demokrasi anlayışı buna imkân veriyor.

Dolayısıyla, AİHM’in son kararıyla çok sevindikleri anlaşılan yasakçılardan Prof. Dr. Ülkü Azrak’ın “Avrupa’nın hiçbir yerinde öğretmenlerin derslere dinî simgeyle girmesine izin verilmiyor” iddiası gerçek dışı, asılsız ve desteksiz.

İlk-orta dereceli devlet okullarındaki öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklayan Fransa’dan bile bu istikamette bir haber duymadık.

Yakınlarda başörtülü bir milletvekiline Meclisini açan Danimarka’da ise, bırakın öğretmenleri, hakim, savcı ve avukatlara dahi başörtülü olarak çalışma özgürlüğü verilmiş durumda.

Evet, gerçi Almanya’nın bazı eyaletlerinde olduğu gibi, bizdeki yasakçıları teyid eden örnekler yok değil. Ancak bunların Avrupa geneli için geçerli olduğu iddiaları, tamamen çarpıtma.

Keza 28 Şubat’ta Ecevit hükümetinin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün söz konusu AİHM kararını, “Danıştay saldırısına neden olan” diye nitelediği o talihsiz Danıştay kararına benzetmesi de ayrı bir talihsizlik, skandal ve fecaat.

Danıştay’ın o kararında, görev yaptığı okullarda başını açan, ama dışarıda örten bir öğretmenin, okula gidip gelirken yolda örtünüyor olması, müdür olarak tayinine engel sayılmıştı.

Haliyle “Başörtüsü yasağı sokağa taşındı” biçiminde algılanıp öyle yorumlanan karar, toplumda büyük bir tepki ve infiale sebep olmuştu.

Ama bir mahkeme üyesinin ölümü, bazılarının da yaralanmasıyla sonuçlanan o meş’um saldırının bu karara duyulan tepkilerle irtibatlandırılması, perde gerisinde hazırlanan maksatlı ve karanlık senaryo ve mizansenin bir gereğiydi.

İşin gerçeği ise, talebeliğinde de “aşırı bir ulusalcı” olarak bilinen saldırganın, Ergenekon çetesiyle olan esrarengiz bağlantılarında gizliydi.

Hal böyle iken, Adalet Bakanlığı yapmış, prof. titrine sahip bir “hukukçu”nun, AİHM kararını talihsiz Danıştay kararına benzetmesinin izahı ne? Türk, bu karardan sonra AİHM’e de, Danıştay’a yapılan türden bir saldırı mı bekliyor?

Ve Hikmet Sami Bey, başörtüsünün memurlar için sokakta da yasaklanmasını mı istiyor?

AİHM’in öğretmenlerle ilgili kararına AKP cenahından gelen olumlu akisler ayrı bir fasıl.

Askıda duran yeni anayasa taslağının baş mimarı Prof. Ergun Özbudun ve AKP milletvekili Prof. Zafer Üskül’ün, kararı doğru bulduklarını, desteklediklerini ve öğretmenlerin başörtüsüyle derse giremeyeceğini belirten açıklamaları, kapatma dâvâsı sonrası bazı etkin parti yetkililerinin “İlk ve ortaokullarla kamuda yasağı pekiştirecek yeni düzenlemeler yapalım” fısıldamalarıyla örtüşürken, Babacan’ın “Çoğunluk da mağdur” söylemiyle ilginç bir paradoks oluşturuyor.

Ve yasağın doğurduğu ikilem derinleşiyor.

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Şaşırt bizi CHP!



Medyanın müstehcen yayınları o kadar sınır tanımaz hâle geldi ki CHP bile bu yayınlardan yana şikâyetçi oldu. Gazetelere yansıyan haberlere göre, CHP, medyadaki cinsiyetçi anlayışın araştırılması ve medyanın kadını “arka sayfa güzeli” ya da gündüz kuşağında “ağlayan, aldatılmış, çaresiz kadın” olarak görme anlayışından uzaklaştırılması için Meclis araştırması açılmasını istemiş.

TBMM Başkanlığı’na sunulan önergenin gerekçesinde, Medya İzleme Grubu’nun yaptığı araştırmaya yer verilmiş. Araştırma gerekçesinde, “basın meslek ilkeleri gereği, yayınlarda hiç kimsenin, ırkı, cinsiyeti, yaşı, sağlığı, bedensel özrü, sosyal düzeyi ve dinî inançları nedeniyle kınanamayacağı” belirtilerek medya kuruluşlarının, kadın ve çocuğa yönelik şiddetle mücadelede, kadın-erkek eşitliği konularında gerekli çabayı gösteremediği ifade edilmiş. (Hürriyet, 5 Haziran 2008)

Tabiî ki bu konular bir günün değil, her günün meselesi. Kadınların müstehcenliğe âlet edildiği ve medya tarafından açıksa istismar edildiği belli. Kimi gazeteler ‘3. sayfa’ kimileri de ‘arka sayfa güzeli’ adı altında müstehcen yayın yapıyor. Bazı ‘büyük’ gazeteler bu konuyu o kadar ciddiye alıyor ki, ‘güzel’ seçimini genel yayın müdürleri bizzat yapıyor!

Hangi siyasî görüşe mensup olursa olsun, herkesin bu istismara karşı çıkması beklenir. Ne yazık ki bu güne kadar ‘kadın haklarını savunma’ adı altında çalışan dernek ya da vakıflar bu istismara seyirci kaldılar. Bu bakımdan CHP’li bayan vekilin bu istismarı gündeme getirmesi hayırlı olmuştur.

Ancak sadece sözkonusu istismarı gündeme getirmekle iş bitmez. Müstehcen yayınların tümüne karşı mücadele edilmeli ki kalıcı çare bulunabilsin. Sadece ‘3. sayfa’ ya da ‘arka sayfa güzelleri’ni engellemekle kadın istismarı önlenmiş olamaz.

Bu konular dünyada da tartışılıyor. Romano Prodi başkanlığındaki Avrupa Komisyonu döneminde sosyal işlerden sorumlu komisyon üyesi olan Yunanlı Anna Diamantopulu, 2003 yılında, kadının medyada cinsel obje olarak kullanılmasına yasak getirecek bir çalışma başlatmıştı. Reklâm ve haberlerin yanı sıra üçüncü sayfa güzellerini de kapsayan bu çalışma, Diamantopulu’nun ofisinden ‘sızınca’ bulvar basınında karşı kampanya başlatılmış ve neticede hayırlı bir adım engellenmişti. Benzer şekilde, İngiliz İşçi Partisi üyesi eski bakan Clare Short da 1987 yılında, ‘üçüncü sayfa güzelleri’nin yasaklanması için meclise önerge vermiş, bu önerge de reddedilmişti.

Anlaşıldığı üzere bu tartışma bizden önce Avrupa’da başlamış. Bugün için ‘müstehcen yayın savunucuları’ galip gelmiş gibi görünse de, uzun dönemde ‘fıtrat’ın galip geleceğini söyleyebiliriz. Türkiye’de de ‘muhafazakâr’ bir milletvekilinin gündeme getirmesi beklenen çağrıyı CHP’li bir vekilin gündeme getirmesi de dikkat çekici. Bu teklifi CHP’li bir üye değil de başka partiye mensup bir vekil gündeme taşımış olsa belki de ‘mürteci’ ilân edilecekti!

Kim gündeme getirmiş olursa olsun, bu çaba hayırlı bir adım. İnşallah teklif çarpıtılmaz ve ‘güzellik’ adı altında yapılan müstehcen yayınlara son verilir. CHP’nin bu adımı, belki de ömründe attığı ilk hayırlı adımdır. Netice alınmasını temennî edelim...

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Ankara’da laikçi, Güneydoğu’da demokrat!



“Baykal Ankara’da adeta kuluçkaya oturmuş vaziyettedir. Sabah yürüyüşlerini yapıyor. Öğleye kadar keyfine bakıyor.” Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik bu sözleri söylediği gün Deniz Baykal Şanlıurfa’daydı.

Uzun bir aradan sonra ilk defa Güneydoğu’ya gelen Baykal, belki vatandaştan “Vay sen nerelerdesin” diye bir hoş geldin bekliyordu, ama tam tersiyle karşılaştı. Daha şehir merkezinin girişinde tarlada çalışan işçi kadın CHP’nin politikasını özetledi: “Sözle pilav pişmiyor.”

Peygamberimize hakaret eden Önder Sav’ı da Urfa’ya götüren Baykal, Balıklıgöl yanındaki Hz. İbrahim’im makamını ziyareti sırasında “Hazreti Muhammed’den korkunuz niye? Sizi istemiyoruz” protestosuyla karşılaştı. Tam polisler şahsı susturmaya çalışıyordu ki aynı anda bir kişi de “Doğudan oy alamazsınız” diye bağırdı. Bitmedi. Benzer bir protestoyla partisinin organize ettiği salon toplantısında yü zyüze geldi. Normal şartlarda linç edilme ihtimalinin bulunduğu parti programında alenen protesto edildi. Bir gün sonra Diyarbakır’a geçen Baykal aynı protestolarla orada da karşılaştı.

Baykal ve ekibi, protestoları hükümetin ayarladığı birkaç kişi olarak küçümseyecektir. Eğer hakikaten böyle düşünüyorlarsa siyasî körlüğü yaşadıklarına hükmedebiliriz.

Önder Sav’ın Peygamberimize yönelik çirkin sözleri için hiç kimsenin birilerini ayarlamasına gerek yok. Bu konuda CHP’den hâlâ en küçük bir özür ve pişmanlık emaresinin görünmemesi benzer protestoların farklı şehirlerde süreceğine işarettir.

Baykal ve ekibi keşke Urfa’da Gümrük Han’ı, Haşimiye meydanını, Eyübiye semtini da gezseydi. Karşılaşacağı tepkinin boyutunu daha yakından görürdü. Bu manzaralar Önder Sav’ın gidişini de hızlandıracak. Baykal artık Sav’ı daha fazla koruyamayacak. Sav yerinde durduğu müddetçe Baykal tepkilerle karşılaşacak.

***

Baykal Urfa’da puşuyla dolaştı. Kürt sorununa bir cümleyle girdi. “Her etnik kimlik kişinin şerefi ve devletin iftiharıdır” dedi.

Yakın bir zamanda Güneydoğu’nun bir çok ilinde dolaşmış biri olarak Baykal’ın inandırıcılık derecesinin sıfırın altında, epeyce eksilerde olduğunu söyleyebilirim. CHP, MHP’den daha milliyetçi, Sosyalist Parti’den daha sosyalist bir parti olarak değerlendiriliyor. Ankara’da laiklikten başka bir şey konuşmayan Baykal, Güneydoğu’da laikliği ağzına almadı. Belki de alamadı. Kısmen de olsa demokratlaştı.

Fakat Ankara’da başka Güneydoğu’da başka türlü konuşmaya kimse inanmıyor artık. Baykal ve ekibi o kadar izole ki eski siyasî söylemlerin hâlâ geçerli olduğunu zannediyor.

***

CHP kaybettiği desteği ve sempatiyi tekrar kazanabilir mi? Çok zor, ama imkânsız değil. Bunun için samimi adımlar atması gerekiyor.

Güneydoğuda söylediklerini Ankara’da da söylemesi gerekiyor.

Urfa’da boynuna doladığı puşuyu Ankara’da takması gerekiyor. Aksi halde tarlada çalışan kadının söylediği gibi “lâfla pilav pişmez.”

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Türkiye “düşman” tanımında da ABD’ye entegre…



Çoğu sun’î siyasî tartışmaların ortasında iç ve dış politikada vâhim hatalar oluyor. “Yargıtay bildirisi” ve “dinlenme” karmaşasıyla geçen hafta gözden kaçan ya da kaçırılan önemli bir husus da ABD’den satın alınan 30 adet yeni F-16’lara “Amerikan yazılımlı cihazlar”ın takılacak olması…

Aslında Savunma Sanayii Müsteşarlığı baştan beri Aselsan tarafından üretilen yerli elektronik harp cihazlarının takılmasını savunuyordu. Ancak ne olduysa oldu; Başbakan Erdoğan son anda ABD Hava Kuvvetleri Komutanlığının ITT firması tarafından üretilen cihazların takılmasına “onay” verdi. Hükûmetin bu oldukça kritik kararda “yabancı yazılımı” tercihi, ilk bakışta teknik bir ayrıntı gibi görünse de, aslında son altı yıldır AKP iktidarıyla ABD kulvarına giren dış politikayla “dost-düşman tanımı”nı tamamen Pentagon’un rotasına sokuyor.

Zira gizli haberleşmeden, dost uçağını düşmandan ayırmaya, düşman haberleşmesini köreltmeye kadar birçok işlevi olan bu cihazlar, Washington’un “dost” gördüğünü “dost”, “düşman” gördüğünü “düşman” göstermeye göre programlanmış. Meselâ bu uçaklar, ABD’nin İsrail gibi “dost” gördüğüne ateş edemiyor; pilotlar istemezse de İran gibi Amerika’nın “düşman” gördüğü ülkeler otomatikman hedefe giriyor...

Özetle Türkiye’yi savaşta ve barışta ABD’nin konseptine mahkûm ediyor. Bu bakımdan fevkalâde hayatî önem taşıyor…

ABD’NİN “DÜŞMAN”I

Türkiye zaten son altı yıldır bütünüyle Amerikan endeksine girmiş. Irak ve Afganistan’da “savaş ortağı ve tarafı” olmuş. Çıkmayan tezkereyi telâfî için birbuçuk milyon mâsum insanın katledildiği Müslüman komşu Irak’ta “ABD’ye destek hamûlesi”yle bir dizi “tebliğ” çıkarmış. İşgalcilere askerî personel, savaş malzemesi, mühimmat ve her türlü lojistik desteğin nakil ve dağıtımı için yedi havaalanını ve altı deniz limanını açmış. Üslerinden havalanan uçakların Irak şehir ve köylerini bombalaması için imkânlar sunmuş. Millî Savunma Bakanı’nın açıklamasıyla bir tek İncirlik’ten Amerikan savaş uçakları 3995 sorti yapmış...

Keza İsrail’le bir dizi savunma işbirliği anlaşmasına ilâveten “ekonomik mutâbakat zabıtları”yla tarımdan, turizmden, telekomünikasyona kadar bir dizi anlaşma imzalamış.

Yine yıllardır Afganistan’da NATO şemsiyesinde 750 kişilik askerî birlik, işgalci Amerikan çıkarlarına hizmet ediyor. Ankara ayrıca BOP çerçevesinde bölgede Amerikan çıkarlarını gözetiyor; Suriye ile İsrail arasında arabuluculuğa soyunuyor. İsrail’in yanı sıra yüzbinlerce Amerikan askerinin konuşlandığı Körfez ülkeleriyle sıkı bir işbirliğine giderken, ABD’nin bu “ihâle önerisi”ni kabulle İran’a yönelik operasyonda ABD’ye desteğe zorlanıyor.

Ve bu tablo, AKP döneminde ABD ve İsrail’le savunma işbirliklerine odaklanan savunma sanayiindeki savrulmayı gözler önüne seriyor. Peki böyle bir süreçte, “stratejik ortak” ABD’nin bu uçakları “satış şartı”nın “yazılım kodları”yla birlikte olmasının anlamı nedir? Ankara neden “şartlı” ihâleyi kabul etti; niçin satın aldığı uçakların elektronik harp cihazlarına en azından “yerli yazılım”ın yüklenmesi konusunda ısrar etmedi ve bunda başarılı olmadı?

“SUSKUNLUK” NEDEN?

Merak konusu; Aselsan’ın ürettiği elektronik harp cihazlarının üretim ve teslimatının zamanında yapılacağı hakkında yazılı garantiler verilmesine rağmen, yirmi yıllık emeği boşa harcatan bu “ihâle”nin ardındaki “etken” nedir? Türkiye’nin kendi tankını, helikopterini, uçağını, silâhını üretmemesi bir yana; dışarıdan satın aldığı uçak ve helikopterlere bile “yerli yazılımı”nı yükleyememesi neyin nesi?

Amerikan Hava Kuvvetleri envanterindeki uçaklara bile henüz takılı olmayan bu “Amerikan yazılım sistem”inin, tamamen ABD güdümündeki Katar, Umman, Şili ve Polonya’nın yanı sıra Türkiye’ye satılan son F-16 serisi için de kontrata bağlanması, Türkiye’nin bağımsızlığı iddiasıyla ne kadar uyuşuyor?

Millî Savunma Bakanı Gönül, bundan önce alınan F-16’ların da bu sistemle satın alındığını, bilâhere yerli yazılımın yüklendiğini söylemekle geçiştriyor. Bu durumda, Türk savaş uçaklarındaki elektronik harp cihazları kaç yıl Amerikan konseptinde kalacak? Onca döviz ödeyip aldığı uçaklarına hükmetmeyen Türkiye, ABD ve İsrail’in “düşman” gördüğünü “düşman” görüp onlar hesabına savaşmak için mi bu “Amerikan yazılımlı” uçakları aldı? Yarın ABD’nin İran’a saldırısında ya da İsrail’le, Suriye veya Lübnan arasında patlak verecek bir savaşta, bu savaş uçaklarının, Müslüman komşu ülkelerdeki “Amerikan ve İsrail hedefleri”ne kitlenmesinin maddî ve mânevî sorumluluğu ve vebâli düşünüldü mü?..

En ilginci, Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’nun ifâdesiyle asimetrik tahrip ve tahrik politikalarıyla kayıkçı kavgasını yapan, “dinlenme” hikâyeleriyle kamuoyunu oyalayan iktidar ve anamuhalefet partileri başta olmak üzere, siyaset ve medya niçin bu skandala karşı derin bir “suskunluk” içinde?

Yoksa halkı içi boş yapay gündemlerle gerçek gündemi görmezden gelme taktiği de oyunun bir parçası mı?

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Gönüllere köprüler kurulmalı



Geçtiğimiz üç günü Ankara’nın siyasî tartışmalarından uzak geçirdik. Ne kadar da uzak geçirdik desek de gazetecilik gereği bir kulağımız Ankara’da yapılan grup konuşmalarında ve Meclis Genel Kurulundaydı. Yılan hikâyesine dönen, ‘dinleme’ tartışması Ankara’da olmasak da takip ettiğimiz olaydı. AKP’nin verdiği CHP ve MHP’nin desteklediği önergenin kabul edildiğini öğreniyoruz. Ankara’ya döndüğümüzde de konu önümüzde olacak. 3 ayda tamamlanacak araştırmada daha ne skandallar çıkacak, nasıl sonuçlanacak göreceğiz.

***

Üç günü Ankara dışında geçirmemizin sebebine gelince… Bazı gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri ve eğitim muhabirler ile birlikte Millî Eğitim Bakanlığının iki örnek projesinin tanıtımı için Diyarbakır ve Van’daydık.

Öncelikle Diyarbakır’da startı verilen “Gönül köprüsü projesi”nden bahsedelim. Doğu ile Batı arasında gönül köprüsü kurmayı amaçlayan bu proje ile 100 bin öğrenci ve öğretmen Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya taşınarak öğrencilerin birbirleri ile kaynaşması hedef olarak belirlenmiş. Doğu ile Batı’nın kaynaşması açısından önemli bir proje. Anadolu’nun çocukları birbirleriyle kucaklaşacak, yıllarca sürecek dostluklar kuracaklar. Batı’daki çocuklarının kafasında “Terör var. Orada her an çatışma oluyor” imajı yıkılacak.

Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in gözlerinde bu projeye verdiği önem görülebiliyordu. Zihinlerimizdeki önyargıları yıkmak için bu projenin heyecanını yaşıyor. Sorunun çözümünde bu projenin önemine vurgu yapıyor. “Asıl tehlikeli olan gönüllerdeki bölünme” diyor Bakan. Bunun önüne geçmek için kalplere sevginin yerleştirilmesinin önemi üzerinde duruyor.

Birçoğu köyünden, kasabasından ilk defa başka ili görecek olan çocukların ve onları uğurlamaya gelen ailelerinde buruk bir mutluluk vardı. Diyarbakır’dan İstanbul, Çanakkale ve Antalya’ya yaklaşık 4 bin ilk ve ortaöğretim öğrencisi gidecek. Çocuklar Çanakkale Şehitliğini ve en çok da denizi merak ediyorlar. Bir de 5 günlük gezilerine yanlarında misafir olarak kalacakları aileleri… Batı’dan geleceklere bostanlarını göstereceklerini söylüyor Diyarbakırlı Şeyhmuz.

“Allah kaza belâ vermesin. Ayağınıza taş değmezsin” diyen Çelik, aileleri ile birlikte ilk kafileyi Diyarbakır’dan uğurladıktan sonra karayolu ile uzun sürecek bir yolculuğa çıktık. Yollar tam olarak tamamlanmamış, çok bozuk yerler var. Yaklaşık 7-8 saat süren yorucu bir yolculuktan sonra Van’a gittik. Terör olaylarının yaşandığı dönemde bu uzun yolculukta jandarmanın kontrol noktaları gözlerden kaçmıyordu. Ankara’dan gelen gazetecilerin gözünde terör tedirginliği gözleniyordu. Hele bir gün önce bu yolda çatışmalar olduğu söylenince hepten tedirginlik arttı. Ancak Van’a geldiğimizde “Batı’da buralar sanki Teksas gibi gösteriyor” serzenişleri ile karşılaştık.

Van’da da ertesi gün başka bir örnek projenin tanıtımına katıldık. “Temiz Sular Temiz Türkiye” projesi için Bakan Çelik, “Bütün zamanların en büyük etkinliği” diyor. Dünya Çevre Günü dolayısıyla bütün Türkiye’de öğrenciler, öğretmenler ve gönüllü ailelerin oluşturduğu 20 milyon insan çöp topladı. Bakan Çelik bunu “şov” olarak değerlendirenlere sitemde bulunuyor. Bu projeyi hayat biçimi haline getirilmesini istiyor. Çelik de örnek olması açısından Akdamar adasında düzenlenen törenin ardından öğrencilerle çöp topladı.

Bu iki proje insanların kalplerinde gönül köprülerinin kurulması için önemli projeler. Yeter ki sürekliliği olsun. Doğu ile Batı’nın kaynaşması, insanların kafalarındaki önyargıların son bulması için bunlar önemli.

***

Bu arada bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna gelindi. Bu haftasonu ilköğretim son sınıfların gireceği OKS, önümüzdeki hafta lisede okuyan ve mezun olanların gireceği ÖSS, ondan sonra da ilköğretim 6 ve 7. sınıfların gireceği SBS sınavları yapılacak. Öğrenciler çalışmalarının semeresini bu üç haftada alacaklar. Hem Anadolu liseleri, hem de üniversitelerdeki kontenjanlar sebebiyle bir çok öğrenci istediği okulda okuyamayacak. Üniversitesiz il kalmadığı söyleniyor, ama buraların mekân ve öğretim üyesi yeterli mi? Bunlar da çözüm bekleyen konular. Bu vesileyle sınavlara girecek bütün öğrencilere başarılar diliyoruz.

06.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Muhafazakârlığın dönüşümü



Belki de muhafazakâr kuruluş ve kalıpların dönüşümünü esas almalıydık. Dünya, teknolojinin yeni imkânlarıyla küçüldükçe, sosyal hadiselerin değişimi de sür'at kazanıyor. Sosyal hadiselerle birlikte siyasî hadiselerin hızlı dönmesi, birçok insanda yön kaymasını netice veriyor. Bugünün serî geçen zamanlarını ve o zamanlarda cereyan eden hadiseleri, on-yirmi yıl öncekilerle karıştıranların içine düştükleri fikrî tuzaklar o kadar çok ki…

Bu zamanın en ilginç yanı da düşünmeye, tahlile ve aklî neticelere gitmeye müsaade etmeyecek derecedeki hızlı seyri… Dünün en solcu geçineni ile muhafazakâr geçineni aynı karede görenlerin şaşkınlığı da neredeyse kaybolmak üzere… hatta dindarların bile dünkü din karşıtlarının bazı hayat tarzlarını ve ifadelerini benimsemeleri normalleştirilmek isteniyor. Fakat dönüşümün menfîce olduğunu, hadiselerin fıtratı tahribe doğru dönmeye başladığını da ifade etmek zorundayız. Fıtrattan koparak dejenerasyonu yaşayanlar bu dönüşümdeki asıl “rolün” semavî dinlerle mücadele eden “din ve mukaddesat karşıtı tahripkâr cereyanlar”da olduğunu bazen silüetlerinden, bazen de renk ve tonlarından anlıyoruz.

Her meselede olduğu gibi, bu kadar karışıklık, mübalâğa, suret-i haktan görünme ve mahiyetlerini gizlemelerin arasında bize yön gösterecek ve yol verecek yegâne kaynağımız Risâle-i Nur’dur. Bediüzzaman Hazretlerinin mahiyetlerini deşifre ettiği, misyon ve fonksiyonlarını anlattığı ve tahribat şekillerini izah ettiği cereyanlar; hangi kılık, kalıp ve role bürünseler de, inşallah onları tanımamız zor olmayacaktır. Zira mü’minler Allah’ın nuruyla bakarlar… Bir de Kur'ân’ın zamanımızı tercüme eden tefsirini okuyorlarsa…

Risâle-i Nur´da ahirzaman fitnesi tavsif edildiğinde; dinsizliği, her türlü otoriteye baş kaldırışı, firavuniyeti, hürmetsizliği, tahripkâr oluşu ve anarşiyi doğurması vasıfları öne çıkar. Günümüzde bu vasıflara sahip ve dünya barışını ayaklar altına alan fikir, cereyan, siyasî hareket ve düşünce ekollerini incelediğinizde, hiçbirisinin dünkü coğrafyasında sabit kadem olmadığını görürsünüz. Çoğunun eski kalıplarından çıkıp yeni kalıplarla toplumu şaşırttığına ve birçoğunun da önceki slogan, forma, sembol ve giysilerini terk edip, tamamen farklı formatlarda sosyal hayatta tezahür ettiğine şahit olursunuz.

Kim bilirdi; komünist Rusya’nın karşısında on yıllarca mücadele eden bugünkü Amerikan yönetiminin “modern bolşeviklerce” ele geçirileceğini… Dünkü sermaye düşmanları veya proleterya yandaşlarının zalim kapitalistlerden daha zalimce sahnede yer alacaklarını kim bilirdi ki… Troçki’cilerin Pentagonu, Freud’çuların sosyal enstitüleri işgal edeceğini çoğumuz bilmezdik. 1980´li yılların Varşova yanlı barış dernekçilerinin zamanımızda yeni liberal olarak ortaya çıkıp, karapara ile kurdukları ve dünyanın her tarafında “açık toplum enstitüleriyle” fitne ateşini tutuşturacağını, zayıf ülkelerde hükümetleri devireceğini kimse bilemezdi… Chirac’ın; Mitterrand'n da solunda, aslen modern bolşevik olan Sarkozy’e destek vererek, kendi eseri olan Fransa-Almanya ittifakını havaya uçuracağını ve Alman Hıristiyanlarının; Hıristiyanlığın değerlerine düşman bir ekibi, Angela Merkel'in başkanlığında iktidara taşıyacaklarını önceden bilmek hakikaten mümkün değildi. Peki ne oldu? Şeklen ve ismen muhafazakâr olan Amerika ve AB yönetimleri, hakikatte tahripkâr solun eline geçmiş görünüyor. Hümanist Sosyalistlerin de şaşkınlıkla bakındıkları bu yeni “kızıl sol”un muhafazakâr yumurtalar içinden çıkmaları, ahirzamanın en dehşetli alâmetlerinden olsa gerek. Amerika ve Avrupa’da, başta partiler olmak üzere tüzel kişiliğe sahip birçok oluşumun “kızıl ejderin” yeni dönüşümüyle içine düştükleri durum, Amerika ve Avrupa’nın Kur’ân Nur’una olan ihtiyaçlarını biraz daha açığa çıkarmış oldu. Yani geleneksel Hıristiyanlık Amerika ve Avrupa’da yeniden modern bolşevizmin baskınına uğramıştı…

İnançta, ahlâkta, dinî değerlerde, temel insanî ölçülerde başlayan dehşetli zelzeleyle sözkonusu Hıristiyan ve insaniyetperver çevreler de panik içinde koşuşturuyorlar. Amerika ve Avrupa’yı idare eden hükümetlerin icraatlarına ve müstakbel projelerine dikkat edenler, muhafazakârlığın buradaki dönüşümünü daha iyi anlayabilirler.

Sihirbazların yardımıyla evvelâ bankalara ve fonlara toplatılan para, daha sonra yine onların yardımıyla hak sahiplerinin elinden alındı. Çok yüksek meblâğlara varan bu paranın, dünyanın dörtbir yanından yükselen feryatlara, yangınlara, iç çatışmalara, açlık ve sefaletlere sebep teşkil ettiğini öğrenmek isteyenler, akıntıyı kaynaktan itibaren takip etseler küresel krizlerin sebebini de öğrenebilirler. Fakat hadiseler o kadar sür'atli cereyan ediyor ki; sebatkâr, takip edebilecek kadar bilgili ve tahlil edebilecek düzeyde techizli insanların sayısı pek fazla görünmüyor. Tam on seneden bu yana, Türkiye’de kâr eden biricik ticarî kuruluşların bankalar olduğunu ve bugün ise söz konusu bankaların yüzde sekseninin insanî değerlere karşı olanların denetiminde bulunduğunu bazı gazeteler yazdıkları halde, ehl-i hamiyetten çıt yok… Ve muhafazakârlarımız başta Türkiye olmak üzere dünyanın bu çete ve sihirbazlarca soyulmasına yardımcı oluyorlar… Vitrinlerdeki muhafazakâr görünümler, insanî ve dinî değerlere bağlı halkların dizlerindeki dermanı bitiriyor ve sorgulama mecali bırakmıyor. İzaha çalıştığımız dönüşümün menfî olduğunu, fıtratın bozularak asliyetine rücu imkânını kaybetmesi mânâsına geldiğini tekrarlamakta fayda görüyoruz.

Genleriyle oynanmış bitkilerin tohumlarından fıtrî hallerine dönemiyorsunuz. Dinsiz felsefenin laboratuvarında hazırlanmış psikolojik ve sosyolojik kalıplara mahkûm edilmiş insanların da bunca kimyasal değişimden sonra fıtratlarına dönüşü zor görünüyor. Düne kadar hem semavî, hem de arzî din ve inançların “ahlâksızlık” addederek cemiyetin dışında tutmaya çalıştıkları insanların hayvanî davranışlarının meşhur çevrelerce nasıl korunma altına alındığını ve dünyada yaygınlaştırılmaya çalıştığını da medyadan takip ediyoruz. Değerlerin tepetaklak olması olarak da değerlendirebileceğimiz bu “muhafazakârlık” dönüşümünün önünde; ancak ve ancak hayatı belli prensiplere bağlamış, insanî yaşayışı hayvanî yaşayıştan tamamen ayırmış ve beşer hayatında küçük bir boşluk kalmayacak şekilde nizam ve intizam altına almış Kur’ân'ın durabileceğini neocon ve neoliberaller de anlamış olacaklar ki; Kur’ân’a, Resulullah’a ve onların zamanımızdaki tefsiri Risâle-i Nur'a hücumu gündemlerinin birinci maddesine aldılar. Ümid ediyoruz ki, Hıristiyanlık âlemi de bunu anladı ve anlamaya başlıyor. Zira global anlamda bu tahripkâr çete ile mücadele edebilecek yalnızca İsevîlerle insaniyetperverler olacak. Bizim vazifemiz ise Risâle-i Nur’dan çıkardığımız düstur ve prensipleri çeşitli vesilelerle Hıristiyanlara aktarmaktır. Başörtüsü, cami, Peygamber sevgisi ve genel olarak Müslümanlığa düşmanlığın en büyük sebebi; Kur’ân’ın insanı ve dünyayı felâkete sürükleyecek bu dönüşüme mani olmasıdır.

06.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır