"Gerçekten" haber verir 20 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (14): Kadın ve erkekte roller değişince…



“Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış; yuvalarına dönmeli “Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler. (Üstadımızın Arabca bir ifadesi )” Hâşiye 1

“Mim”siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer’i İslâmonları Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;

Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı

Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.

Yatmış olan hevesât birdenbire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.

Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; Hem müthiştir tesiri. Hâşiye 2

Memnu’ heykel, sûretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habîs ervâhları.

Hâşiye 1: Tesettür Risâlesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcup eylemiş.

Hâşiye 2: Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetli alçaklığını gösterir; Öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür. (Sözler, s. 668)

Yukarıdaki ifadeler Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin ilk eserlerinden olan Lemeat’tan alınmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Birinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde alay komutanı olarak Ermeni ve Ruslara karşı çarpışırken, esir düştüğü Rusların elinden firar ederek Kasım 1918’de İstanbul’a ulaştığında Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın teklifiyle Darülhikmeti’l İslâmiyeye üye tayin edilir. Şeyhül İslâm Musa Kâzım Efendinin teklifi ile Sultan Vahdettin tarafından kendisine ilmiyede “Mahreç” payesi verilir. Bu paye Osmanlı ülkesindeki bütün resmî ulemanın reisi olan “Başmüderrislik”ten sonraki ilmî rütbe anlamına geliyordu.

Çamlıca’da Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde kalan Bediüzzaman Kur’ân’ın mû'cizeliğini çağın insanına göstermek için yazdıklarını neşretmeye başlar. (Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s.10, 2007) Lemeat da neşredilen bu eserlerden bir tanesiydi.

Zira o çok genç yaşta, yıllar önce daha Van’da iken hayatını Kur’ân’ın mû'cizeliğini ispata adamaya söz vermiştir. Vali konağında bir gazetede okuduğu haber hayatının gayesini de tayin etmiştir. Haberde, İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone “İslâm dünyasına hakim olmak için, ya Kur’ân Müslümanların elinden alınmalı, ya da Müslümanlar Kur’ân’dan soğutulmalı” demektedir. Bu dehşetli “sömürge planı”nı temelinden sarsacak eserler için hayatını vakfetmeye haberi okuduğunda karar vermiştir.

Hayatının bir devresinde verdiği bu karardan vazgeçmez. Darül Hikmeti’l İslâmiye üyesi iken de Kur’ân’ın mû'cizeliğini neşir hizmetine devam eder.

Avrupa medeniyetinin Kur’ânın hükümlerine hücumları esnasında kullandığı vasıtalardan bir tanesi de kadındır. “Kur’ân’ın tesettür hükmü kadınları esaret altına alıyor” fikri Tanzimat sonrası fikir dünyasında yer etmiş, pozitivist Osmanlı aydınlarının da savunduğu tezlerden birisi olmuştur. (Pozitivizm: Gerçeğin deney ve gözlemle elde edilebileceğini savunan felsefi görüş)

Mehmet Akif Ersoy’un, İsmail Hakkı İzmirli’nin, Mahmut Esat’ın, Ahmet Mithat Efendinin eserlerinde pozitivizmden kaynaklanan bu görüşlere karşı Kur’ân’ın hükümlerinin hak ve hakikat olduğunu müdafaa eden tesbitlerini sıklıkla okumak mümkündür.

Sözgelimi İsmail Hakkı, Eşref Edip’in çıkardığı Sebilürreşad’da 1914 Nisan’ında yayınlanan “Tesettür Meselesinin Turuk-i Halli (çözüm yolları) ” isimli makalesine “Bugün bizi en ziyade meşgul eden bir mesele-i ilmiye varsa o da tesettür meselesidir” cümleleriyle başlar. (Köprü dergisi, Güz-2003)

Mahmut Esat yine aynı gazetede 1914 Ocak ayında yayınlanan “Tesettür-ü Nisvan Meselesi Hakkında Son Söz” başlıklı makalesinde “İlân-ı meşrûtiyetten beri kadın meselesi güya tesettür meselesinden ibaretmiş gibi sürekli bu mesele ile iştigal edilmesinden herkese artık usanç geldiğini” ifade eder. “Şaşarım! Erkekleri bile henüz hür olmayan bir memlekette kadınlara hürriyet vermekten bahsediliyor… Siz erkek kadın herkesi Allah’ın emri ve Resulünün sünneti üzerine talim ve terbiye ediniz, onlar şeriatın kendilerine bahşettiği hukuku öğrenir ve kullanırlar” der. (Köprü dergisi, Güz-2003)

Bediüzzaman Hazretleri de Lemeat’te yer alan ve sonradan Tesettür Risâlesinin esası olacak bu tesbitlerle kadın konusundaki tartışmalara “muasır”larından çok daha farklı bir açıdan yaklaşır. Onun Lemeat’teki tesbitleri son derece orijinal ve aktüeldir.

Kadın erkekleşirse…

Günümüzde kadın konusuna duyarlı hemen herkesin söyleyegeldiği bir hakikattir bu. Üstelik yeni bir tesbit de değildir. Yaklaşık 100 yıl önce de mütefekkirler gidişatı böyle değerlendirmişlerdir.

Evet, kadının evinden çıkıp çalışma hayatına atılmasıyla birlikte kadınlığa has letafetini zamanla yitirdiği, iktidar ve para kazanma hırsıyla adeta erkekleştiği bir vakıadır.

Bütün dünyada kadınlardaki bu davranış değişikliğini çoğu araştırmacı sanayi devrimine bağlamaktadır. Yani kadınların fabrikalarda çalışmaya başlamasına…

Osmanlı toplumunda da kadınlardaki davranış değişiklikleri, çalışma hayatına başlamayla tetiklenmekte, akabinde yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde de bu değişim devam etmektedir.

Kadınlardaki bu davranış değişikliği edebiyat alanında da bir çok esere ilham kaynağı olmuştur.

Sözgelimi ünlü romancımız Hüseyin Rahmi Gürpınar, 1933’de “Kadın erkekleşince” isimli üç perdelik bir tiyatro eseri kaleme almıştır. Kadının erkekleşmesini, erkeğin bir nev'î kadınlaşmasını ele aldığı bu eserde her şey kadının çalışma hayatına atılıp ekonomik özgürlüğünü kazanmasıyla başlar. Aile hayatında birçok yeni problemler ortaya çıkar.

Eser edebiyatçılarca kadın erkek özgürlüğünün nerede bitip nerede başladığını belirlemek açısından da önemli görülmektedir.

Demir sebatlı kadınlar…

Bediüzzaman Hazretlerinin, kadındaki bu davranış değişikliğini tahlili ilginçtir: Kadınlardaki değişimin sebebi, sefih erkeklerdir.

“Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler” der Bediüzzaman.

Sefih medeniyet kadını yuvasından çıkarmış, ona gösterilmesi gereken hürmeti kırmıştır. Kadının rahatı evindedir, çocuklarıyla eğlenceli sohbetlerindedir. Kadını ifsad eden, yoldan çıkaran o kadar çok sebeb vardır ki, dayanabilmesi için kararında adeta demir gibi sebat göstermesi gerekir. Kadının dış dünyada erkeklerle karışık ortamlarda bulunması uyuyan nefsanî hisleri uyandırır. Riyayı, rekabeti, hasedi ve bencilliği canlandırır. “Kadın özgürlüğü” hareketleri insanoğlunda kötü ahlâkların birdenbire inkişaf etmesine sebeptir. Ayrıca medeniyetin getirdiği malzemesi kadın olan bir çok yenilik de insanoğlunun hırçın ruhunu kötü yönde etkilemekte, tahrip etmektedir. Fotoğraflar, posterler, filmler, klipler, afişler, heykeller gibi “küçük cenazeler” adeta birer “tılsım” gibi cazibedar bir fitne unsuru olmaktadır.

Doğrusu “Bu kadınlar yoldan çıktı” diyen çoğu sefih erkeğin Bediüzzaman tarafından “suçlu” olarak değerlendirilmesi gerçekten muazzam bir tesbittir. Şu an dahi son derece hayatın içinden, aktüel ve orijinal bir hakikattir!

Erkekler kadınlaşırsa…

Peki erkekler âleminde durum nasıl? Onlar nasıl değişti, değişiyor?

Kadınlar çalışma hayatının getirdiği ekonomik özgürlük konforuyla (!) tüketim ekonomisinin alış veriş çarkında hızla yol alırken, erkekler neler yapıyor?

Kanaat, iktisat konusundaki düşünceleri neler?

Zekât, yardımlaşma durumları ne âlemde?

Faize ne kadar bulaşmaktalar?

İş yerlerinde çalışma ahlâkına uygun davranıyorlar mı?

Dostluklar neye göre ayarlanıyor?

Hayat arkadaşlarını seçerken nelere dikkat ediyorlar? Yanlarındaki kadında aradıkları özellikler neler?

Bu soruların cevaplarını sağlıklı zeminlerde tartışmadan problemleri çözebilmek mümkün görünmüyor.

Evlilikle ilgili satırları yazarken, kimi zaman dostlarımla yaptığım sohbetleri hatırlıyorum. “Bu erkeklere bir haller oldu. Peygamber nasihatini unuttu çoğu. Önce güzellik, para ve asalet ardından dindarlık aranıyor. ‘Hepsi bir arada neden olmasın?’ diyen açgözler de mevcut!” yollu sohbetlere sadece biz değil, eminim birçok hanım aşina!

İşin ilginç yanı bu erkek modelini yetiştiren annelerin tercihinde. Onlar da kıymetli oğullarının istikbaldeki parlak kariyerlerinin etkilenmemesi için çoğu zaman “asrî gelin adayları” peşindeler.

Erkeklerin ekonomik güce göre sıklıkla değişen araba modelleri ya da cep telefonları, sahibi olduğu işyerinde çalışan işçilerin hukuklarındaki duyarsızlık, zekât vazifesindeki aksamaların da açıklaması aynı zamanda.

Ama kadın olsun erkek olsun hiçbir teknolojik donanım, hiçbir maddî güç ölüm hakikatini değiştiremiyor.

Ahiret günü hesap verme gerçeğini de…

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Asıl merak edilmesi gerekenler



”MERAK ilmin hocasıdır” denilmiştir. Bugüne kadar edindiklerimizin temelinde de hep bu duygu yok mudur?

Ama insan sıraya konulduğunda ilk merak edilmesi gereken konular yerine belki onuncu, yirminci derecede, hatta hiçbir faydası olmayan şeyleri merak eder.

İlk merak edilmesi gereken hususlardan birisi hiç şüphesiz kâinatın bir hülâsası, bir özeti, taklidi imkânsız bir san'at eseri, bir hücresinin dahi benzeri yapılamayan muazzam bir mû'cize olan kendi vücudumuz değil midir? İnceden inceye ilimlerin gözüyle araştırdığımızda hayretten hayrete düşüren bir kudret mû'cizesiyle karşılaşırız. Bu duyguyu yitirip, ünsiyet ve ülfet perdesiyle baktığımızda ise o şaşırtıcı san'at eseri sıradanlaşıverir, olağanüstülükleri görülmez olur. Böylesine akıl almaz sistemi kuran Yaratıcının ise bu vücudu niçin yarattığı düşünülmez bile.

Yine gariptir ki insan kendisi gibi milyarlarcası bulunan bu san'at eserlerine hayret etmez de iki başlı veya üç ayaklı bir insan gördüğünde merak ve hayretten kendini alamaz.

Aslında insanın yaratılışı, özellikleri gibi merak ve hayretle seyredilecek o kadar çok şey var ki saymakla bitmez. “Bu asırda nev-î beşerin muvakkat ve fânî, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev’î gibi çok hadisât-ı acîbeye [şaşırtıcı hadiselere] mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-î beşerdeki hâdisâtın yüz defa daha mûcib-i merak [merakı gerektirici] ve rûhânî, mânevî zevklere medar hadiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hadiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hadiseler daimî olmak ve herkese ve o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir.”

Evet, maalesef insanoğlu daha çok merak edilmesi gereken, hem de tefekkür sevabı kazandıran meseleleri sonlara atabiliyor, hatta bunlara dünyasında yer bile vermeyebiliyor. Ellinci derecede merak edilecek bir meseleyi ise birinci sıraya koyalabiliyor. “Senden sana daha yakın ve senin kalbin O'nun tasarrufunda ve senin cismin O'nun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin Rubûbiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.”

Sonra iman ve hakikat noktasında, bu tip geniş dairedeki olayları merak etmenin büyük zararları var. En geniş daire olan siyaset dairesi insanı gaflete atıp dünyaya boğdurur, insanın gerçek vazifesini ve âhireti unutturur, özellikle umumî ve mücadele suretindeki hadiseler kalbi boğar. Bu gerçeğe dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, “Güneş gibi bir îman lâzım ki, her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbaniyenin izini ve eserini görsün, tâ o zulm ü zulmette kalb boğulmasın, îman sönmesin; akıl tabiat ve tesadüfe saplanmasın” der.

Demek enfüsî, daha önemli ve lüzumlu, dünya ve ahiretimiz için faydalı meseleleri öne almak gerekirken talî ve afakî meselelerle zihni meşgul etmek akıl kârı değil.

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kader ameliyatlarının şifreleri (1)



Abdullah Bey: “Risâle-i Nur’da geçen ‘ameliyatı cerrahîye, ameliyatı dâhiliye ve ameliyatı insaniye’ kavramlarını açıklar mısınız?”

Risâle-i Nûr’da kalbin hastalıklardan arınmasını ifâde eden mecazi bir sıfat tamlaması olarak kullanılan ameliyatı cerrahiye; sözlükte, cerrâhî operasyon, tıbben yapılan ameliyat, bir hastalığın tedâvîsi için vücudun içinin bıçakla açılarak hastalığa müdâhale edilmesi ve hastaya yapılan cerrâhî müdâhale ve operasyon demektir.

Cenâb-ı Hakk’ın en sevdiği kullarına hastalıklar verdiğini ve böylece rahmet etmesi ve bağışlaması için hastalıkları birer vesile kıldığını beyan eden Bedîüzzaman, bundan dolayı hastalıkların dış görünüşlerine bakıp ah demek yerine, iç mânâlarına bakıp oh denilmesi gerektiğini tavsiye eder. Bedîüzzaman’a göre, eğer hastalıkların mânâları güzel olmasaydı Hâlıkı Rahîm en sevdiği kullarına hastalıklar vermezdi. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm), “İnsanların en çok belâ ve mûsibete maruz kalanları peygamberlerdir, sonra evliyalardır. Sonra da derecelerine göre diğer insanlardır.” buyurmuştur.1

Başta Eyyûb Aleyhisselâm olmak üzere sair peygamberler, evliyalar ve derecelerine göre salih kimseler çektikleri hastalıklara birer halis ibadet ve rahmet hediyesi nazarıyla bakmışlar, sabır içinde şükretmişler; hastalıkları Hâlıkı Rahîm’in rahmetinden gelen birer ameliyatı cerrahîye nev'înden görmüşlerdir.2

Bedîüzzaman’a göre, “O’nun yüzü dışında her şey helâk olacaktır”3 âyetinin mealini gösteren “Yâ Bâkî! Ente’lBaki!” cümlesi, dünya ve dünyadaki sevgililerin ayrılıklarından ve ölümlerinden gelen hadsiz manevî yaralar için bir ameliyatı cerrahîye hükmündedir. Çünkü “Ya Baki! Ente’lBaki!” cümlesi bütün hadsiz manevî yaralara hem merhem, hem ilâçtır. Yani, “Sen bakisin. Giden gitsin. Sen yetersin. Madem Sen bakisin; giden her şeye bedel Senin bir rahmet cilven kâfidir. Madem Sen varsın; Senin varlığına iman ile intisabını bilen ve İslâmiyet sırrıyla o intisaba göre hareket eden insana her şey var. Fenâ ve zevâl, mevt ve adem bir perdedir, bir tâzelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir.” demektir. Böylece o yüreği yandıran, kalbe ayrılık acısı veren, hüzünlü, elemli, karanlıklı, dehşetli ruh hâli; sevinçli, neşeli, lezzetli, nurlu, sevimli ve hoş bir ruh hâline döner. Dil ve kalp, hatta vücudun bütün zerreleri hal dili ile “Elhamdülillah” derler.4

“Ya Baki! Ente’lBaki!” cümlesinin, kalpte âdeta cerrahî bir ameliyat yaparak kalbin ilgisini Allah’tan başka her şeyden çekip aldığını söyleyen Saîd Nursî, muhabbetin, yaratılışta insana verilen bir köklü duygu olduğunu, fakat bu duygunun Cenâb-ı Hak için kullanılması gerekirken, varlıklar için kullanıldığını; hâlbuki muhabbet edilen varlıkların durmayıp gidiyor oluşları, insana daima dayanılmaz ayrılık acısı verdiğini; insanın hadsiz muhabbetinin, böylece hadsiz azaplara dönüştüğünü, bunun ise insan kalbine dayanılmaz yaralar açtığını kaydeder.

Oysa Bedîüzzaman’a göre, ayrılık azabını çekmekte kabahat ve kusur insanın kendisine aittir. Çünkü kalbindeki hadsiz muhabbet duygusu hadsiz ve baki bir güzel olan Cenâb-ı Allah’a yönlendirilmek üzere verilmiş iken o insan bu duyguyu kötüye kullanarak yüzünü fani varlıklara çeviriyor. Böylece kusur ediyor; kusurunun cezasını ise ayrılık azabıyla çekiyor.

İşte insanın bu kusurdan uzaklaşıp, fani sevgililerden alâkasını keserek, sevgililer onu terk etmeden evvel, o fani sevgilileri terk ederek muhabbetini yalnız Baki olan Cenâb-ı Allah’a çevirmesini ifade eden “Ya Baki! Ente’lBaki!” cümlesi; “Hakikî Baki yalnız sensin. Senden başka her şey fanidir. Fani olan elbette baki bir sevgiye değmez. Madem o hadsiz sevgililer fanidirler. Beni bırakıp gidiyorlar. Onlar beni bırakmadan evvel ben onları “Ya Baki! Ente’lBaki!” diyerek bırakıyorum. Yalnız Sen bakisin. Ve Senin baki kılman ile varlıklar bekaya mazhar olmaktadırlar. Öyle ise her şey ancak Senin muhabbetin ile sevilir. Yoksa kalbin alâkasına lâyık değildirler.” mânâsını kalplerde perçinliyor.

İşte bu halde bir kalp, hadsiz sevgililerinden vazgeçiyor. Fani sevgililerin güzellikleri üstünde fanilik damgasını görüyor ve kalbî alâkasını koparıyor. Eğer koparmazsa sevgilileri adedince manevî yaraları olacaktır.

İkinci defa “Ya Baki! Ente’lBaki!” cümlesini söylediğimizde ise, bu beka cümlesinde, hadsiz yaralarımıza hem merhem, hem de hadsiz ilâç bulmaktayız. Yani demek istemekteyiz ki: “Madem Sen bakisin; yeter, her şeye bedelsin. Madem Sen varsın; her şey var.”5

Yarın inşallah devam edelim.

DİPNOTLAR:

1. Kenzu’lUmmâl, 3/326/6780

2. Lem’alar, s. 215

3. Kasas Sûresi, 28/88

4. Lem’alar, s. 245

5. Lem’alar, s. 21

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Rusya’da inkişaf eden hizmetler



Kasım 2007 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilen 8. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumuna katılan Rus ilim adamları, yaptıkları ortak açıklamada, Risâlei Nur’un aynı zamanda radikalizme karşı da bir panzehir olduğunu ve kısıtlamaların kaldırılması gerektiği çağrısında bulundu.

***

Rusya’nın Volga boyundaki Gorki şehrinde de 6 ay evvel dershane açıldığı ve bütün Rusya’da olduğu gibi, burada da çok sür’atli bir şekilde hizmetlerin sürdürüldüğü, Nurların yayıldığı, okunduğuna dair yayınlanan lâhikadan bazı pasajlar: Nur derslerine katılan Tatar, Rus, Dağıstanlı, Azeri vs. şöyle diyorlar: Burada ders- hane açıldıktan sonra, hayatımızda inkılâp oldu. Sanki sahile vuran balığın yeniden denize atılması gibi olduk… Rus asıllı Yura kardeş diyor ki, ben dershaneye girende sanki bir kaleye giriyorum.”

İşte bunlara mümasil dış ülkelerde Risâle-i Nur hizmetleri hem akademik seviyede, hem de halk arasında bütün hızıyla sürdürülüyor. Zira, Nur’un hizmet tarzı budur.

Belçika ve Filipinler’de katlanan hizmetler

Belçika Merkez Hümanist Parti (CDH) Genel Başkanı Joelle Milquet, başörtülü Mahinur Özdemir’i sağ kolu yaparak özel kalem müdürlüğüne getirdi. Yabancı düşmanlığına karşı olan Milquet, “Müslümanların, başörtülü bir bayanın normal olduğunu göstermem lâzım. Bunlar toplumun parçası” dedi.

***

Filipinler: Filipinler Mindanau Otonom Bölgesi Yüksek Öğretim Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif, Risâle-i Nur’un Filipinler eğitim sisteminde ders kitabı olarak okutulacağını, bunun entelektüel düzeyi oldukça olumlu bir şekilde etkileyeceğine ve seviyeyi yükselteceğini müjdeler.

Filipinler Hükümeti Müslümanlara verdiği bazı yetkilere göre kendi eğitim sistemlerini kedileri oluşturuyor. Filipinlerde biz böyle bir problemi hiç yaşamadık. Kızlar da gayet rahat ve özgür bir şekilde yüksek öğrenimden faydalanmaktadır.

*

Bediüzzaman, Rusya ve Avrupa

Avrupa’daki İslâmî gelişmeler sadece bizim değil, dünyanın, özellikle AB’in dikkatini çeker ve gündemlerinin ilk sıralarında yer alır.

Materyalizm, ateizm, Darvinizm, Marksizm, sosyalizm, feminizm, Freudizm, komünizm gibi bütün seküler “izm”lerin ve felsefelerin birleşmesinden hasıl olan dehşetli deccalizmle mücadele eden Bediüzzaman Said Nursî, İlâhî hikmetin sevkiyle onun çıkış yeri olan Rusya’ya esir olarak gitmiş gözlemlerde bulunmuş.

1910 yılının sonlarında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu dolaşarak, istibdadı / diktatörlüğü kötüleyen, buna mukabil Meşrûtiyet’i / hürriyeti güzelliklerini anlatan Bediüzzaman Said Nursî; 1911 yılında Şam’a giderek Emeviye Camii’nde İslâm dünyasının meselelerine değinen ünlü hutbesini okur.

20.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

BİR NUR TALEBESİ PORTRESİ



Fenâ…

Kullanılış şekline göre mânâsı değişen bir kelime bu.

Fena kelimesi, tek başına söylendiği zaman insan zihninde kötülüğü tedai ettiren bazı menfi mânâlar hatıra getirse de mânevî mânâ derinliği taşıyan bir tabirle birlikte kullanıldığında tasavvufî ıstılah hâline gelir ve ulvî hakikatleri ifade etmek maksadıyla kullanılır.

Istılah hâliyle, ‘fâni olma, kendi varlığından geçme, varlığını feda etme’ gibi mânâlar ifade ettiğinden, kendisinden sonra gelen kelimeye ‘uğrunda fâni olunacak kadar yüce değer taşıdığı’ mânâsı kazandırır.

Böylece hem o kelimeyi, hem de kendisini yüceltir.

Yani mânâ itibariyle o bâki isimde fâni olarak bekâ bulur.

Meselâ Allah, resul gibi mukaddes kelimelerin önüne gelerek ‘fenâ-fillah, fenâ-firresul’ gibi ıstılahların teşekkülünü sağlar ve lügât mânâsının aksine, bekayı ifade eden ebedî bir mânâ derinliği kazanır.

Nur kelimesi de onlardan biridir. Fenâ tabiri nur kelimesinin başına getirildiği zaman ‘Nur’da fâni olmak, nuranîleşmek’ mânâlarına gelen fenâ-finnur kelimesini teşekkül ettirir.

Bu kelime, Nur Talebelerini tedai ettiren bir Risâle-i Nur ıstılahıdır. Mânâ itibariyle bütün Nur Talebelerini hatıra getirse de söylendiği zaman onlara emsal olan bir kişiyi hatırlatır.

Mustafa Sungur’u.

Zîra Said Nursî, “Sungur fenâ-finnur olmaya mecburdur” buyurmuştur.

Sungur da Nur’da fâni olmuştur.

***

Mustafa Sungur…

1929 yılında Eflâni ilçesinin Çalışlar Mahallesi’nde dünyaya geldi. Soyu, Seyyid sıfatı taşıyan Mekke’li Abdüssamedoğulları ailesine mensup Mehmed Efendi ile geçmişi Buhara’ya dayanan Cemile Hanımın oğludur.

Mustafa; çocukluk yıllarında annesinin, babasının yanı sıra dedelerinin, ninelerinin, dayılarının ve diğer yakın akraba çevresinin de itinası sayesinde oldukça sağlam bir aile terbiyesi gördü.

Hepsi muttaki insanlar olan aile büyüklerinin teşvikiyle küçük yaşta temel dinî bilgileri ve Kur’ân’ı okumayı öğrendi. İlk zamanlar takliden de olsa hayatına tatbik etmeye çalıştığı dinî hakikatleri, büyüdükçe tahkikî hâle getirme ihtiyacı hissetmeye başladı.

İlkokulu bitirdikten sonra 1942 yılında Kastamonu’daki Gölköy Köy Enstitüsüne girdi. Kendisinin, Afyon Mahkemesine yazdığı temyiz lâyihasında “Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsünde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti” diyerek de ifade ettiği gibi okulda şiddetli dinsizlik telkinlerine maruz kaldı.

O yıllarda, bütün okullarla ‘Biz dini toprağa gömdük’ diyerek kast-ı mahsusla yapılan ve milyonlarca vatan evlâdının iğfal edilmesine sebep olan dinsizlik propagandasına, Mustafa ailesinden aldığı o dinî bilgilerle mukavemet etti.

Said Nursî’nin adını ilk defa aile büyüklerinin kendi aralarında yaptıkları sohbetler sırasında duydu. Anlatılanlardan çok etkilendiği için okula gittiğinde “Kastamonu’da bir hoca varmış, cenneti ve cehennemi görerek kitap yazarmış” diyerek sınıf arkadaşlarına sık sık ondan bahsetti.

Enstitüyü bitirip kendi köyünde stajyer öğretmen olarak çalışmaya başladığında, muallim Şevket Bey de sık sık senakâr ifadelerle Bediüzzaman’dan bahsedince, ona ve eserlerine duyduğu merak arttı.

1945 yılında, Mehmed Güngör’le Huriye Hanımın kızları olan Emine Hanımla evlenip aile reisi oldu. İlk çocukları dünyaya geldiği zaman da çocuk denecek yaşta baba mesuliyeti taşımaya başladı.

Belki de bu hissin tesiriyle artan imanını tahkiki hâle getirme gayretinin neticesinde, Ahmed Fuad, Mustafa Osman ve Hıfzı Efendi gibi Nur Talebeleri ile tanıştı. Onlardan aldığı Yirmi Üçüncü Söz’ü ve Âyetü’l-Kübrâ’yı okuyunca büyük bir heyecan duydu.

“Fâniden bâkiye ulaşmanın mânâsıdır” diye tarif ettiği bu yeni hayat hâlinin sâikiyle, Risâle-i Nurları ‘Hava gibi teneffüs edip su gibi içercesine’ okuyup yazmaya başladı.

Risâle-i Nur’larla meşgul oldukça Said Nursî’ye hayranlığı arttı. Hayatında meydana gelen değişikliği, ona ‘Ben eski sefahat ve dalâletimden kurtuldum” gibi ifadelerin yer aldığı mektuplar yazarak anlattı.

Ondan gelen cevabî mektuplar ve umuma hitap eden lâhikalar da ruhunu saran heyecanı teskin etmeye yetmeyince 1947 yılının Eylül ayında onu ziyaret etmek maksadıyla Emirdağ’a gitti.

Bir ikindi vakti, Ceylan’ın refakatinde huzuruna çıktığında onu ‘manevî baba şefkatiyle’ karşılayan Said Nursi, “Ceylân bir Sungur, Sungur bir Ceylândır” diyerek onu da mânevî evlâtlığa kabul etti.

Ona mânevî evlât olmayı büyük bir mazhariyet sayan Mustafa Sungur, bir Nur Talebesi hâlet-i ruhiyesi içinde memleketine döndüğü zaman sürurunu, önce kendisine Risâle-i Nur’u tanıtan insanlarla paylaştı.

Ardından Kastamonu’ya gidip Mehmed Feyzi Efendiyi Çaycı Emin Beyi ve mahallin diğer Nur Talebelerini ziyaret ederek hizmet kadrosuna dahil oldu ve şevkle çalışmaya başladı.

Bir süre sonra Afyon hadisesi vuku bulunca, bir mektupta adı geçtiği için onun evi de arandı, adliyede sorguya çekilip hapse atıldı. Kendisini götürecek jandarmaların yol parasını vermediği için otuz beş gün Safranbolu Hapishanesi’nde bekletildikten sonra devletin görevlendirdiği askerlerin nezaretinde Afyon’a sevk edildi.

Safranbolu savcısının yaptığı gibi Afyon adliyesinde ifadesini alan sorgu hakimi de ona Said Nursî’yi nasıl tanıdığını sordu. Sungur da orada verdiği cevabı tekrarladı.

“Kemalât-ı insaniyenin zirve-i balâsındadır.”

Ondan böyle bir cevap beklemeyen sorgu hakimi kızarak Bediüzzaman hakkında asılsız iddialarda, mesnetsiz iftiralarda bulunmaya başlayınca, Sungur onun sözünü bitirmesini beklemedi.

“O baştanbaşa bir nurdur” diye haykırdı.

“Çııııkk!..” diye bağırdı sorgu hakimi de.

Bir tek soru ve cevaptan ibaret olan bu sorgu safhasından sonra tevkif edilen Sungur Afyon Hapishanesi’ne hapsedildi. Üstadının orada bulunması hasebiyle zaten o da hep hapishaneye girmek için duâ ettiğinden, duâlarının kabul olduğunu görmenin sürurunu yaşadı.

Diğer Nur Talebeleri gibi o da çıkarıldığı mahkemede “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risâle-i Nur, hiç şüphe yok ki onun bütün Sözleri ve Lem’aları ve Şuâları Kur’ân-ı Mu’cizü’l-beyan’ın birer nuranî tefsiridir; mânevî hastalıkları ve mânevî karanlıkları izale eden gayet parlak bir güneştir” diyerek şahsından ziyade Risâle-i Nur’u müdafaa etti.

Mahkeme tarafından altı ay hapse mahkûm edilen Mustafa Sungur, hüküm giydiği tarihte yirmi bir yaşını doldurmadığı için cezası beş aya indirildi. Bir ay kadar da Safranbolu Hapishanesi’nde kaldığından Afyon Hapishanesi’nde dört ay yattı.

Kendi teşbihiyle ‘İnkişafa müheyya çekirdeklerin yer altında çatlayıp filiz vermesi’ misâli, orada Üstadını ziyaret ettikçe falakaya yatırıldığı için zahiren acılı, ıztıraplı, sıkıntılı gibi görünen ‘çok şahane günler’ yaşadı.

Tahliye edilince hemen Eflâni’ye döndü. Lâkin tarih derslerinde Resulullahtan (asm) bahsettiği, İstiklâl Savaşı’nın Allah’ın inayetiyle kazanıldığını söylediği, Said Nursî’nin yanına gittiği, Risâle-i Nurları okuduğu ve Afyon Mahkemesi’nden beş ay ceza aldığı için vazifesine son verildiğinden öğretmenliğe başlayamadı.

Bunun üzerine yaz mevsimini o havalide geçirmeye karar verdi ve hem evde kendisine tekabül eden işleri gördü, hem bol bol Risâle okuyup yazdı, hem de sâir Nur hizmetlerine devam etti.

Afyon Mahkemesi’nin, Said Nursî hakkında verdiği mahkûmiyet kararının temyizde esastan bozulduğunu öğrenince çok sevindi. Onun tahliye edileceği tarih yaklaştıkça yanına gitme iştiyakı arttı.

Kendisini Bediüzzaman’a vakfettikleri için onun taltifine, senâsına, duâsına mazhar olan annesinin ve eşinin muvafakatlarını alarak ‘on beş sene kadar Üstadının yanında kalma niyetiyle’ Afyon’a döndü.

Zübeyir, Sungur, Ziya…

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Felâkete, nasıl karşı koyalım?



Günübirlik olarak gündemin değiştiği Türkiye’de ‘gerçek gündem’in ne olduğu konusunda da ihtilâf yaşanıyor. Bazıları, birinci gündemin ekonomi olması noktasında ısrar ediyor. Elbette ekonomi, önemli konular arasında yer almalıdır, ama ilk ve tek gündem bu mu olmalı?

Ekonomi piyasasında yaşanan krizler aslında birer neticedir. En basitinden, insanlar ‘israf’ tuzağına düşmeyip ‘lüks’ düşkünü olmasa ve ‘söz’ler senet yerine geçebilse işler bu kadar ‘kötü’ olabilir miydi?

Unutulan ya da unutturulan bir gündemimiz daha var: Bilhassa gençleri mahveden, kamuoyunda ‘uyuşturucu’ olarak adlandırılan ama aslında ‘öldürücü’ olarak adlandırılmayı hak eden bir kötü alışkanlık.

Bu konu zaman zaman gündeme geliyor, ama ‘magazin’ yönüyle. ‘Filan san'atçı uyuşturucu bulundurmaktan göz altına alındı’ gibi haberler, kapımıza dayanan tehlikenin, tehdidin kavranmasına fayda sağlamıyor. Aksine, bu haberler tehlikeyi ‘masum’ görmeye, göstermeye bile sebep oluyor. Gençler şöyle düşünmez mi: “Meşhur san'atçılar da bunu deniyorsa, demek ki ben de deneyebilirim!”

Çok tehlikeli olan bu düşünceyi önleminin yolu, ‘gerçek tehlike’nin farkına varabilmektir. Bu noktada en büyük görev, medyaya düşüyor. Ama ne yazık ki medya, bu ciddî tehlikeye bile magazin haber gözüyle bakıyor.

Öldürücü / uyuşturucu konusu TBMM’nin de gündemine gelince, bazı gazeteler bir günlük de olsa bu önemli konuyu manşetlerine taşıdılar. “Gerçek gündem” manşeti buna bir örnek. (Hürriyet, 19 Temmuz 2008)

Haberde şöyle denilmiş: “Gaziantep’teki eroin tablosu, AMATEM’deki bağımlıları dinleyen Meclis Uyuşturucuyla Mücadele Komisyonu üyelerini ürpertti. İki hasta, kentte eroinin dozunun 5 lira olduğunu ve her okulun önünde rahatlıkla satıcı bulabildiklerini söyledi. Gaziantepli milletvekilleri, ‘Bu bir felâket’ dediler.”

Operasyonlarda yakalanan ‘öldürücü’lerle ilgili bilgi de ürkütücü: “Son 1 yıl içinde kurumların yaptığı 10 bin 588 ayrı operasyonda; 31 ton 483 kilogram esrar, 13 ton 228 kilo eroin, 169 kilo bazmorfin, 765 kilo afyon, 13 bin 313 litre asetik anhidrit, 7 milyon 609 bin 720 adet captogon, 1 milyon 47 bin 567 ecstasy hap ele geçirildi.”

Tamam, hastalığı teşhis etmek iyi bir adım. Peki, bu hastalığı ne ile tedavi edeceğiz? Sadece, ‘etme, yapma’ demekle bunu temin edebilir miyiz? Ya da sadece operasyonların sayısını arttırarak ‘öldürücü zehir’in kökünü kurutabilir miyiz?

İş dönüp dolaşıp gençlere ‘manevî değerler’in kazandırılmasına geliyor. Bu yolu seçip, gençlere gerçekleri anlatabilirsek bu tuzağa düşmelerine engel olabiliriz. Ama ‘din eğitimi’nin sözünün geçtiği yerde hemen itiraz edenlerin bu tuzaklara bulacakları bir çare yoktur.

Başka bir çelişkiye de dikkat çekmek lâzım: Medya, bir yandan “gerçek gündem” diyerek, bu felâketi manşete taşıyor, öte yandan da ‘alkollü içki’ reklâmlarını sürdürüyor. Dünya alem bilir ki, ‘alkollü içki’lerle yolan çıkan gençler, ‘öldürücü / uyuşturucu’ya kayabilir.

O halde, ‘kötülükler’in bütününe, hep beraber karşı çıkmak ve onlarla mücadeleyi ‘gerçek gündem’ olarak görmek lâzım...

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bir bilirkişi raporu (2)



Özek’in raporuna devam ediyoruz.

***

Herkesin komutan gibi düşünmek mecburiyeti olmadığı için, komutanın “kişiye özel” yazısında yer alan düşünce biçimine karşı çıkmak, eleştirmek birey açısından haktır. Yazar da bu hakkını kullanmış bulunmaktadır.

Komutanın yazısının eleştirisinde objektif olarak sınır da aşılmış değildir. Diğer bir deyişle, ‘yazıklar olsun’ şeklindeki kınama sözcüğü ile yazının konusu arasında “düşünsel nedensellik bağı,” “ölçülü uygunluk” vardır. Yazıda ne askerî resmî heyetlere, ne de komutanın şahsına hakaret oluşturan bir husus yoktur.

C- Yazıda eleştiri sınırının aşıldığı varsayılsa dahi TCK’nın 272. maddesi uygulanabilir. 272. maddeye göre, memurun “keyfî, hukuka aykırı” davranışları nedeniyle işlenen suçlarda ceza indirilir veya tümden kaldırılır. Bu madde 268 açısından da uygulanabilir (Erman-Özek, 431-2).

Komutanın, muhatabın eşinin “Atatürk’ü anma toplantısına katılmamasını” bu kişinin “cumhuriyetin temel niteliklerine karşıtlığı” olarak nitelendirmesi ve bu nedenle kocasını da suçlaması hukuka uygun bir davranış olarak nitelendirilemez.

Gerçekten,

a) Emir-komuta ilişkisi komutan ile ast arasındadır. Bu açıdan, komutanın toplantıya eşlerin de katılmasına ilişkin emrinin, astın eşi açısından bağlayıcı niteliği yoktur. Bu nedenle, eşin toplantıya katılmaması nedeniyle, eş ve koca açısından sonuç çıkarılmasına hak vermez.

b) Bu nedenle astın eşine ilişkin emrin yerine getirilmemesi, ast açısından Askerî Ceza Kanununun 82. ve sonraki maddesinde yer alan “askerî itaat ve inkıyadı bozan suçlar” kapsamında dahi değildir.

c) Atatürk devrimleri kapsamında kabul edilmesi gereken Medenî Kanun hükümleri arasında, eşin kocanın isteklerine mutlaka uyması gerekliliğini öngören ve kocayı mesleği nedeniyle verilen talimatları eşine uygulatmak zorunda bırakan bir norm yoktur. Bu açıdan, komutanın asta verdiği emrin eş tarafından yerine getirilememesi nedeniyle ast hakkında ihmal sorumluluğu öngörmenin yasal dayanağı yoktur.

d) Komutan, emre rağmen eşin anma toplantısına katılmaması olgusuna dayanarak, gerek muhatap, gerek eş açısından isnatlarda bulunmaktadır. Yapılan isnatlar, suç veya disiplin suçu oluşturabilecek niteliktedir ve muhatabın askerlik mesleğinden çıkartılması sonucuna yöneliktir.

Komutanın suçlamaları, anayasada yer alan, “suçtan doğan sorumluluk” kurallarına aykırıdır. Gerçekten, anayasanın açık hükümlerine ve bu hükümlere dayanan, öğretide ve katıldığımız uluslararası sözleşmelerde benimsenen sorumluluk kurallarına aykırı suçlamalar yapılmıştır.

aa) Varsayıma dayalı sorumluluk olamaz. Komutan, eşin toplantıya katılmaması nedeniyle varsayıma dayanan sorumluluk yaratmaktadır.

bb) Suçsuzluk karinesi, sorumluluğun saptanmasında, insan haklarının temelini oluşturan bir kuraldır. Anayasanın 38. maddesinde, “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz” denilmektedir. Komutan ise varsayıma dayanarak, suçluluk karinesi kurarak muhatabı suçlamaktadır.

cc) Sorumluluk şahsîdir. Komutan eşin davranışı nedeniyle muhatabı sorumlu tutarak astı üçüncü şahsın fiilinden sorumlu tutmaktadır.

Komutanın kişiye özel yazısındaki düşünce biçimi ve yaptığı suçlamalar hukuka aykırı, keyfî bir davranıştır. Yazıda hakaret unsurları varsayılsa dahi 272’ye göre cezanın kaldırılması gerekir.

Sonuç: Kâzım Güleçyüz’ün “Yazıklar olsun” başlıklı yazısında suç unsuru olmadığı kanaatine varmış bulunuyorum. Saygılarımla. 27.5.1996

* Prof. Dr. Çetin Özek’in bu raporu üzerine, —bir süre sonra emekliye ayrılıp ardından rahmetli olan—Bakırköy Cumhuriyet Savcısı Metin Çelenligil, yazımıza takipsizlik kararı verdi.

20.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Siyasi stand-up



Erdoğan ile Baykal arasındaki Ergenekon atışması geçtiğimiz haftada da devam etti. Erdoğan; “dâvânın savcıyım” Baykal da “o savcıyla ben de avukatıyım” demeyi sürdürüyor. Ancak burada bu polemikle ilgisi olmayan ‘siyasî standup’tan bahsedeceğiz. Genelde standupçılar söyler, dinleyenler güler. Ancak anlatacağım olayda standupçı güldü, dinleyenler alkışladı.

Baykal partisinin bu haftaki grup toplantısında adeta bir standupçı gibi Ergenekon soruşturması ile ilgili espriler yaptı.

Gülerek, “Bu özel bir terörmüş. Bu teröre de Öcalan maddesi uygulanmıştır... Teröristbaşı da baş terörist ya da eş teröristler ortaya çıksın” dedi, partililer alkışladı. Yine gülerek, “Bunları da bir adaya koyalım isterseniz... En iyisi biz bunları Yassıada’ya koyalım, anlamlı olur. Eğer o zamana kadar Öcalan tahliye olursa İmralı’ya koyarız” dedi partiler tekrar alkışladı. Peşinden, Sinan Aygün’e destek veren TOBB Başkanını tebrik ederken, “Aklıma da gelmiyor değil, Sayın TOBB Başkanı diğer sanıklarla da ilgilense acaba, oralarda da bazı yanlışlıklar çıkar mı?” diye sorarken yine gülücükler saçtı.

Bu diyaloglar artık ‘standup’a dönüştü. Sormak lâzım, bu olay espri yapılacak kadar komik bir konu mu?

***

AYRIŞMA…

Toplumda son günlerde bir ayrışma ve kutuplaşma yaşandığı söylenip duruyor.

Son günlerin konusu olan “Ergenekon” meselesine bakışta da bir ayrışma yaşanıyor. Dâvâya genelde “Ergenekon soruşturması” diye bakılırken, daha çok ulusalcı diyebileceğim kesim ise “Ergenekon tertibi” diye bakıyor. “Ergenekon soruşturması” diyenler, meselenin sonuna kadar gidilip, çözülmesini isteyenlerden oluşuyor. “tertip” diyenler ise, meselenin “fos” ya da “fasa fiso” olduğunu düşünüyor.

Mahkeme sonucunda kimlerin haklı çıktığını da görmüş olacağız…

* * *

GÜZEL OLMAZ MIYDI?

Siyasette bir ilk yaşanıyor. Bir parti genel başkanı başka bir partinin kongresine katıldı. Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan, dün AKP’nin kongresine katıldı. Ama bu AKP şu an iktidarda olan AKP değil. (Zaten AKP’nin bir kongresi de yok.)

Bu AKP, Fas’ta, genel başkanlığını Sadettin Osmanî’nin yaptığı ve şu anda anamuhalefet konumunda olan bir parti. İşin başka bir ilginç tarafı da Fas’taki AKP’nin amblemi gaz lambasıymış. Bizdeki Türkiye’nin gelişmişliğine göre değişmiş, ampul olmuş. Yani iki partinin isminin yanında amblemleri de benzeşiyor.

Bizde de ‘kongreye katılma’ gerçekleşse güzel olmaz mıydı? Hem de şimdiki AKP’lilerin birçoğu millî görüşçü gömleklerini değiştiren eski arkadaşları…

* * *

ROZETTEKİ MESAJ?

1 Temmuz’da tatile girmesi gereken ancak bir kararla çalışmaya devam eden Meclis’te parti grupları bu hafta da (MHP hariç) yapıldı.

AKP grubundaki bir eylem dikkatimizi çekti. Bazı AKP’lilerin yakalarında, trafik levhalarında bulunan çalışan bir işçi ve “Bırakın da çalışalım” yazısı yer alan rozetler vardı. Anlaşıldı ki, AKP Genel Başkan Yardımcısı Reha Denemeç’in organize ettiği bu eylem, Anayasa Mahkemesinde devam eden ‘kapatma davası’na milletvekillerinin mesajını anlatıyordu.

Gazeteciler milletvekilleriyle yakından ilgilendikten sonra şu yorumu yaptılar: Kapatma dâvâsı ve Ergenekon soruşturmasından bunalan milletvekilleri tepkilerini böyle dile getirdiler.

* * *

CİCİ PARTİ

AKP Genel Başkan Yardımcısı Dergin Mir Mehmet Fırat, giyimi ve konuşması ile farklı bir siyasetçidir. Geçtiğimiz hafta AKP’nin kapatılması davasıyla ilgili soru soran gazeteciler öyle bir söz söyledi ki... “AK Parti kapatılmayacak. Bunu manşet yapabilirsiniz… Bana göre kapatılmaması lâzım. Niye kapatılsın? Yazık değil mi? Cici bir parti…”

Önümüzdeki günlerde Anayasa Mahkemesinde “cici parti”nin dâvâsı görüşülecek. Bakalım “cici parti” kapatılacak mı, kapatılmayacak mı? Kararı da yargı verecek…

20.07.2008

E-Posta: [email protected]





Mustafa ÖZCAN

İran’ın bu acelesi ne?



‘Durdu durdu turnayı gözünden vurdu’ diye bir deyim var. Buna tam zıt olarak da, “Samata dehren ve nataka küfren’ diye ‘Durdu durdu küfür kustu’ mealinde bir başka deyim daha vardır. İran’ı acep hangi kategoriye koymalı? Hilâfsız 30 yıldan beri ‘Büyük Şeytan’ nağmeleriyle yeri göğü inletti. ‘Geberesice Amerika!’ anlamında ‘Merk ber Amerika’ deyip durdu... Peki 30 yıl bekleyen İran’ın bu acelesi ne? Zira, Bush’un günleri sayılı ve görev süresinin dolmasına 5 aydan daha az bir süre kalmış vaziyette. Bu durumda Suriye ve Türkiye’nin izlediği politikayı izleyebilirdi.

Bilindiği gibi, Suriye-İsrail barışı ABD’nin, yapıcı ve garantör olarak devreye girmeden tamamlanamaz. Buna rağmen Beşar, ABD’nin devreye girmesi için Bush’un gitmesini bekliyor. Aynı şey Türkiye için de geçerli. Akşam gazetesinden Nagehan Alçı bunun ipuçlarını veren bir makale yazdı. ‘Bush’un danışmanı neden geldi?’ başlıklı makalesinde ez cümle şunları kaydediyor: “ABD yaz uykusunda olduğundan dolayı bu yüzden Erdoğan son zamanlarda ABD ile masaya oturmamaya özen gösteriyor. Hatta öyle ki bir dönem çok aktif olan ‘Back-channel’ (arka kanal)ların artık devrede olmaları pek istenmiyor. Bu kanalların başında Egemen Bağış ve Cüneyt Zapsu geliyordu. Geçtiğimiz hafta National Endowment for Democracy adlı düşünce kuruluşunda bir Türkiye toplantısı yapılacak, Türkiye’den de Egemen Bağış ve Onur Öymen bu toplantıya katılacaktı. Ancak Erdoğan son dakikada Bağış’ın gitmesini istemedi. Nedeni basit: Bush yönetimi ile şu anda oturup konuşmak istemiyor. Washington, bir geçiş döneminde. Türkiye’nin iç meselelerinde taraf tutacak bir tutarlılığından bahsetmek imkânsız. Şu günlerde Rıce’ın ofisine giden başka, Cheney’in ofisine giden bambaşka mesajlar alıyor Türkiye ile ilgili...”

***

Evet, şimdi işte burada, neden, Suriye ve Türkiye bekliyor da Ahmedinejad Bush’un süresinin dolmasını bekleyemedi sorusunu sormanın tam vakti. Bu ne taaccül ve bu ne tehalük? İşin sırrı şurada: Aslında Suriye ve Türkiye gibi ülkeler Amerikan tehlikesini savuşturdu. Ama İran için belki de en tehlikeli dönem Bush’un topal ördek olduğu şu 5 aylık bakiye süre. İran’ı da vurarak son misyonunu tamamlamak isteyebilir. Bundan dolayı İran bu devreyi en azından sükûnetle geçiştirmek istemiş olabilir. Rice ve Cheney tezadı İran ilişkilerinde de geçerli. Bilindiği gibi, Rice, realist kanattan geliyor ve Scowcroft’ın ekolünü temsil ediyor. Bu ekol neoconların maceralarına karşı mesafeli duruyordu. Neocon siyasetin çıkmaza girmesinden sonra Gates ve Rice ile birlikte bu ekolün ağırlığı artmıştır. Esasında, bu zoraki diplomasinin gerisinde, ABD’nin üçüncü cephe açmaya mecali kalmaması ile İran’ın da bir darbeye tahammülünün olmaması yatmaktadır. Bu zorunluluk zoraki diplomasiyi beraberinde getirmiştir. ABD politikasının değişmesinin temelinde de bu vardır. Artık ABD’nin birleşik kaplar teorisinde olduğu gibi maliyeden askeriye kadar bütün alanlarda batmakta olduğu bir zaman diliminde yeni bir maceraya veya kumara atılması kaldırılamayacak bir çılgınlık olurdu.

***

İki ülke 30 yıldan beri ilk kez aleni olarak karşı karşıya geliyorlar. Zaman zaman Bağdat’ta ve Şermü’l Şeyh’te benzeri münasebetler yaşasalar da ilk kez Cenevre’de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Williams Burns ile Said Celili yanyana geliyor. Bilindiği gibi, Burns İran’la yumuşama yanlısı olan siyasetçiler arasında yeralıyordu. Bu ilk aleni buluşma sayılabilir. Aleni olmayan buluşmayların ise haddi hesabını sadece Allah bilir. Stephen Hadley’in tahsisen İran meselesi üzerine Ankara’ya gelmesi ve akabinde Burns’ün Cenevre’de AB ile İran arasındaki müzakerelere katılması ABD’nin İran politikasında temelli bir değişikliğe işaret ediyor. ABD başta Türkiye’nin Suriye-İsrail cephesinde Avrupalıların da İran cephesinde pazarlığa girmelerine mesafeli yaklaşıyordu. Şimdi o da bu süreçlere iltihak etmiştir. Ve iki ülke neredeyse 30 yıl sonra diplomatik münasebetlerin eşiğine geldiler ama temel bir pürüz devam ediyor. İran tarafı gelişmeleri pozitif olarak nitelendirse de İran’ın uranyum zenginleşme hakkından vazgeçmemesi ile ABD’nin bunu kabul etmemesi müzakereleri tıkıyor ve ufkunu daraltıyor. İşte bütün çabalar ve mesai bu pürüz ve düğümü çözmek için sarfediliyor. Bu düğüm çözülürse ikili ilişkiler rayına oturabilir.

Aksi halde, diğer seçenekler yine masada.

20.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır