"Gerçekten" haber verir 30 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Bir bilsen ne kadar özledik seni



Bir bilsen ne kadar özlediğimizi seni? O beyaz gecelerini. Ve ne kadar hasret kaldığımızı sana, bir bilsen ey mübarek ay. Ey mübarek Ramazan. Bir bir saydık her bir ayı. On bir ayı. Tesbih gibi çektik haftaları, günleri birer birer. Bize seni getirsin ve sen çıkıp gelesin diye. Gözümüz ufuklarda bekleştik.

Nice korkuyla karışık yaşadık. Ya ömür biter, ecel erişir de yetişemezsek. Ya son bir defa olsun, bir daha kavuşamazsak diye. Ne endişeler yaşadık. Son haftanın, son Cumasını da geçtik. Heyecanımız dorukta. Bir duygu seli kapladı dört bir yanımızı.

Yaşlarımız her yıl biraz daha ilerledikçe, gelişine ayrı ağlar olduk sevinçle... Gidişine ayrı ağlar olduk hüzünle... Mübarek ihtiyarlar hatırlarım, dizlerini dövüp, “Ah Ramazan, ah canım ay yine gitti, gitti” diye samimî yakınır, feryat edip ağlarlardı. Biz de öyle olduk. Ardından “ah” eder olduk. Ömrümüzün bu deminde, yufka yürek, gözü yaşlı olduk. Bir “elveda yâ şehr-i Ramazan” denilmesine, biz de o ihtiyarlar gibi dayanamaz olduk.

Sana hasret, sana iştiyak ne güzel bir duygu. Getirdiğin hediyeleri tanıdıkça ve onları tek tek tattıkça kıymetini daha çok anlıyoruz. Geç kalışımıza yanıyoruz. 21. yüzyılın akşamlarına sönmeyen güneşler, batmayan aylar, yıldızlar getir. Ne olur!.. Ezanlar getir, sadece sana has, sadece sana mahsus tekbirler, duâlar getir. Ne büyük bir aysın, sen ki ayların sultanısın. Hoş geldin sefalar getirdin...

Altın kulelerden yeniden gelişini ilân etsin, müjdelesin ipincecik hilâller... Ve başlasın ruhlarımızın şöleni.

Gel ey mübarek ay!.. Yaramıza şifalar, derdimize devalar sende. İçinde taşıdığın o incide. Vahyin gözbebeğinde. Oruç sende, Kadir sende ve son kitap Kur’ân sende. Binbir güzellikler saklı sende...

Nasıl beklenmez ki yolun ey sevgili ay, nasıl özlenmez ki gündüzlerin, gecelerin ve içinde saklı hediyelerin. İftarlar, sahurlar nasıl özlenmez? Her ibadetin sevabı belli, ancak orucun sevabını yalnız Rabbimiz biliyor ve kimseye de bildirmiyor. O kadar değerli bir inci sende gizli, onunla geliyorsun. Rahman’dan sayısız armağanlar getiriyorsun.

Kur’ân o gece nazil olduğu için “Bin aydan daha hayırlı” olan Kadir Gecesi de senin içinde. Belki de kader gecesi... Ve daha nicesi... Sayısız iyilikler, rahmetler hep sende gizli. Merakla ve iştiyakla beklenmeye değer bir mübarek aysın.

Uykularımız bile ruhanîleşecek, gündüz yemek içmekten uzaklaşıp melekleşecek, hakikî bir kul, gerçek bir mü’min olup, içimizdeki o enerjiyi bir nefes gibi salacağız kâinata. Bir iman soluğu nice cansızlara can olacak.

Senin için dâvetlerde bulunacağız. Dâvetlere uyacağız. Zengin, fakir ayırmayacağız. Senin için aç kalacağız Allahım. Emrinle aç kalmak, emrinle tok olmak kadar lezzetlidir bileceğiz. Nefsimizin oyununa gelmeyeceğiz. Dilimize de kötü söz, dedikodu ve gıybet ettirmeyeceğiz. Ona da bir nev'î oruç tutturacağız İnşaallah.

Senin için Allahım, zor da olsa uykularımızı bölüp, sahurlara kalkacağız. Birkaç yudum su da olsa içip, diğer dinlerin mensuplarına muhalefet edeceğiz. Hz. Peygamber (asm) yaptı diye, Onun sünneti diye, üç lokma da, üç yudum da olsa sahurda nasibimizi arayacağız İnşaallah.

Perdelerimizi aralayıp, ışık yanan, sahura kalkan evlere bakıp şükredeceğiz, bütün kardeşlerimiz için duâlar edeceğiz. Ve imsakla beraber huşu ile sabah namazını bekleyeceğiz.

Ey mübarek ay, sana hürmet, sana saygımız Kur’ân’adır. Kur’ân’a saygımız ise Allah’adır. Sana ey mübarek ay, sana hürmet ise, seni oruçla geçirmektir.

Şeytanlarımızın içimizdeki yollarını daraltacağız. Hz. Peygamber (asm) “Şeytan, insanın içine kan damarları yoluyla girer” buyuruyor. Biz de şeytanın, şehvet ve maddî arzular yoluyla saldırdığını görüp, onun içimizdeki yardımcıları olan kuvvetlerin oruçla yollarını keseceğiz.

Sevgili Peygamberimizin (asm) tavsiyesine uyarak, şeytanın yollarını oruç tutarak daraltacağız. Nefsanî duyguları tamamen ortadan kaldırmayacağız ama terbiyesine çalışacağız. Çünkü nefsimiz de bizim bineğimiz olduğundan, üzerimizdeki hakkını gözeteceğiz. Gaye aç kalmak değil, gaye insanın terbiyesi, tedavisidir. Orucu bunun bir vasıtası bileceğiz.

Kontrolsüz bir buhar basıncı nasıl kazanı patlatırsa, kontrol altına alındığı zaman da vagonlar dolusu treni çekebilir. Aynı şekilde oruçla, nefs-i emmaremizi de en faydalı bir şekilde kontrol altına alacağız. Allah (cc), Kur’ân’da bize bunu da bildiriyor: “Oruç tutunuz, tâ ki korunasınız,” buyuruyor.

Saymakla bitmez ki güzelliklerin. Evimizi ev, ruhumuzu ruh yapar, daha ötesi, yabancılaşan sokağımızı, şehrimizi, kendi sokağımız, kendi şehrimiz yaparsın. Göklere mührünü vurup, ruhlarımızı nefsin esaret ve köleliğinden azat edersin. Oruç ile özgürleşir, nefsin ve şeytanın esiri olmaktan kurtuluruz.

Hem her insanın yapabileceği istekler ve kaldırabileceği tekliflerle gelirsin. Maksat, toplumda birkaç tane çok iyi insan bulunsun da diğerleri ne olursa olsun demezsin. Kimseyi dışlamaz, toplumun bütün fertlerini bu şölene, bu sofraya buyur edersin. O zaman aynı terbiyeden geçmiş insanların oluşturduğu bir toplum ahlâkî açıdan yükselmeye başlar. Senin gelişinle beraber sayısız suçların önü alınır. İnsan gibi, toplumlar da melek gibi bir hayata girer.

Namaz gibi, orucun da bütün topluluklara farz kılınmasının hikmetini bir derece anlarız. Kur’ân, “Sizden önceki insanlara farz kılındığı gibi, oruç, size de farz kılındı” der. Oruç bütün insanlık için açılmış İlâhî bir kredidir. Bu yüzden, oruç tutan bir insan sadece bir emri, bir farzı yerine getirmekle kalmaz, aynı zamanda insanlıkla yaşıt bir ibadet kervanına da katılmış olur.

Hele de çocuklar iftar vaktinde, sofradaki nimetlere, anne ve babası dahil hiç kimsenin top atılmadan, ezan okunmadan el süremediğini görerek, o nimetlerin gerçek sahibinin Allah (cc) olduğunu kalbine yazar. Uygulamalı bir ders alır. Besmeleyi, ikramı, itaati öğrenip, yeryüzünü rızıklarla, nimetlerle dolduran Allah (cc) ne kadar cömerttir ve ne kadar büyük ve merhametlidir diye hisseder.

Evet sen her yıl bir mû'cize gibi geliyorsun. Kur’ân’la geliyorsun. Bütün insanlığa rehber olan, hakkı bâtıldan ayıran Furkan’la, vahiyle geliyorsun.

Gel de ruhlarımızı doyur. Önce bizi açlığa çağır; açlığın da bir nimet olduğunu göster. Sonra kutlu bir vakitte, aynı anda milyonlarca insanla beraber iftara çağır. Dillerimizde o güzel duâyla: “Allahım, Senin rızan için oruç tuttuk, Senin adınla orucumuzu açıyoruz.”

Ne varsa bir yıl boyunca biriken bütün kirlerimizi yıkıyorsun, bizi arındırıp öyle gidiyorsun.

Fakiri, fukarayı kollamayı öğretiyorsun. Ne kaybettiysek bize ait olan o güzel şeyleri tekrar kazandırıp öyle gidiyorsun.

Ey mübarek ay, rahmet sana, selâm sana... Ruhumuzu kendine çağıran, kendine getiren mübarek ay binler selâm sana.

Hastaları ziyareti, fakire yardımı, zekâtımızı inceden inceye hesaplayıp vermeyi, Kur’ân’ı hatmetmeyi, bol bol salâvatlar getirmeyi ihmal etmeyeceğiz, söz veriyoruz. Belki bu son gelişindir; belki bu son buluşmamızdır. Kadrini, kıymetini, ne varsa Rabbimizden bize getirdiğin her hediyenin hakkını vereceğiz İnşaallah. Kalbimizin kıymetşinaslığı ile takdir edeceğiz. Yeniden bir insan olarak doğacağız. Tövbelerle arınıp, yaratıldığımız o ilk günün safiyetini bulmaya çalışacağız söz veriyoruz. Ey mübarek ay, beyaz gecelerin, kandillerin ve vahyin ışığı altında yıka bizi; rahmeti bol padişahın, rahmeti bol, mübarek ayı.

Bizi günahlarımızdan arındır... Allahım, bu aya yetişen bütün inananlara ve insanlara hakkıyla bu ayın kıymetini bilmeyi ve Senin o sonsuz rahmetinden kana kana yudumlamayı nasip et... Âmin...

NOT: Sevgili okuyucularımız, Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun. Birbirimizi duâlarda unutmamak dileğiyle...

Ramazan-ı şerifle beraber, Bizim Radyo’da hafta içi her gün saat 11:30’da sohbet programımız olacak İnşaallah...

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Feraset



Tutarlı ve basiretli hareket etme, istikamet ve hakta isabet etme ve bir şeyin mahiyetini görebilme özelliğine feraset denmektedir. Bir mü’min önceden bir işin mahiyetini ve içyüzünü görebilecek seviyeye gelmişse ona ferasetli denir.

Ferasetin kalpte bulunan iman nuru ile alâkası vardır. İnsanın feraset sahibi olabilmesi için kalbini art niyet ve peşin hükümlerden arındırması şarttır. Bununla beraber feraset delil, tecrübe, akıl ve fıtrata uygun geleceği okuyabilme özelliğidir. Bu özelliğe sahip olan bir “Mü’min bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhari, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63) “Mü’min akıllı, zekî ve uyanıktır.” (Suyutî, Câmiu’s-Sağir, 2:571)

Geleceği kesin olarak elbette Allah bilir; ama akıllı bir insan geçmişin tecrübeleri ve kişilerle olaylar konusundaki bilgileri ile geleceği görebilir. Bu ise akıl, ilim ve kalbin müşterek faaliyetinin sonucudur.

İslâm bilginleri aklın tarifini yaparlarken “Geçmişten geleceği, olmuştan olacağı bilmek” demişlerdir. Geçmişin tecrübeleri, eşya ve olayların mahiyet ve özellikleri insan aklının önüne geniş bir kapı açarak gelecekle ilgili fikir verir. İnsanla ilgili bilgisi sayesinde şeytan meleklere “Yeryüzünde fitne çıkaracak ve kan dökecek olan insanı neden yaratıyor. Biz Allah’a ibadet için yeterli değil miyiz?” (Bakara, 2:30) diyerek vesvese vermişti. Bu şeytanın, insanın nefsini ve mahiyetini bilmesinden kaynaklanan geleceğe ait bilgisinden kaynaklanmaktaydı.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Ey İman endeler! Allah’tan korkarak hareket eder de takva dairesinde bulunursanız Allah size hakkı batıldan ve doğruyu eğriden ayıracak bir kabiliyet, bir nur verir” (Enfal, 8:29) buyurur. Peygamberimiz (asm) de “Mü’minin ferasetinden korkun, o Allah’ın nuru ile görür” (Tirmizî, Tefsir, 6) buyurarak, mü’minin Allah’ın kendisine verdiği kabiliyet ile geleceği göreceğini ve girift işlerin hakikatine erebileceğini ifade etmişlerdir.

Feraset iman nuru ile kâinata ve olaylara bakmak demektir. Yüce Allah, kâinattaki vahdaniyet delillerini sayarak bizlerin nazarına ve tefekkürümüze sunarken “Feraset sahipleri için elbette bunlarda ibretler ve deliller vardır” (Hicr, 15:75) buyurarak buna işaret eder. Feraset imandaki derinlik ve yakîn bilgisidir. Mutasavvıflar “İnsan haramlara gözünü, haram gıdaya ağzını ve midesini kapatır, şehevânî duygulardan uzaklaşır, içini iman ve marifetle, dışını sünnet-i seniyyeye uymakla terbiye ederse feraseten asla yanılmaz” demişlerdir.

Kur’ân-ı Kerim’de feraset sahiplerinden örnekler veren yüce Allah, temiz fıtratları, akılları ve bilgileri ile nasıl gerçeklere ulaştıkları konusunda firavunun karısı Hz. Âsiye’yi, Şuayb’ın kızını örnek gösterir. Firavunun karısı ve Hz. Şuayb’ın kızı her ikisi de Hz. Musa’yı keşfetmişlerdi. Aynı şekilde Hz. Hatice (ra), Peygamberimizin geleceğini keşfederek onunla evlenmişti.

Bediüzzman Said Nursî Hazretlerinin gelecek ile ilgili keşifleri ve keşfiyâtları, ferâsetin en güzel örnekleridir. Risâle-i Nurlarda bu konuda pek çok örnekler bulmak mümkündür. Bunların en meşhuru Şeyh Bahid Hazretlerinin de dikkatini çeken ve “Bediüzzaman” denmesine sebep olan geleceğe ait “Avrupa İslâm’a hamiledir, bir gün gelecek doğuracaktır. Osmanlı da Avrupa’ya hamiledir. Günü gelince doğuracaktır” ifadeleri Bediüzzaman’ın ferasetine en güzel örnektir.

Sonuç olarak “ehl-i iman ne kadar âmî ve cahil de olsa, aklı derk etmediği halde kalben ve ruhen” ferâset sahibidirler. (Mektubat, 2004, s.702) Kalben ve ruhen bazı şeyleri hissederler. Bu, mü’minlerin umumunda bulunan ferasetin gereğidir.

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ramazan orucunun hikmetleri (1)



Her zaman ibadet yapmanın en önemli hikmeti emirdir. Yani Allah’ın emretmiş olmasıdır. Gayesi de Allah’ın rızâsını kazanmaktır. Bundan başka elbette ibâdetlerin kendi yapısına, özelliğine, türüne ve niteliğine göre kendisine mahsus hikmetleri de vardır.

Risâle-i Nur’da Ramazanda oruç tutmanın hikmetlerine, “O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık deliller taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir”1 âyetinin tefsîri sadedinde özel bir risâle tahsis edilerek yer verilmiştir.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri Ramazan-ı Şerifteki orucun, İslâmiyet’in beş şartının birincilerinden ve İslâm şeâirinin en büyüklerinden biri olduğunu bildirmiş; bu ayda oruç tutmanın çok hikmetlerinden başlıcalarını şöyle zikretmiştir:

1) Ramazanda oruç tutmakla insan Cenâb-ı Hakk’ın terbiye edicilik sıfatını tanır ve bizi Allah’ın büyük bir disiplinle terbiye altına aldığını bilir.

2) Ramazandaki oruçla tok açın halini, zengin fakirin halini, üst sınıf alt sınıfın halini anlar. Toplumda her bir sınıf birbirine yardımcı olmaya ve el uzatmaya hazır bir mâneviyât kazanır. Büyüklerin küçüklere, zenginlerin fakirlere, yüksek sınıfların alt sınıflara eğilmesi ve el uzatması neticesinde ise, sosyal hayatta maddî-mânevî düzen ve âhenk sağlanır, toplum barışı temin edilir, toplum fertleri arasındaki uçurumlar ortadan kalkar.

3) Ramazandaki oruçla insan kendi dünyasında iç huzur ve saadete kavuşur. Günahlardan arınır ve ruh terbiyesine ulaşır.

4) Ramazandaki oruçla insan, baş düşmanı olan nefsini terbiye eder, ıslah eder ve iyi ahlâka yönlendirir.

5) Ramazandaki oruçla Allah’ın nimetlerine umûmî, anlamlı, kapsamlı ve farklı bir üslûpla fiilî bir şekilde şükür yapılmış olur.

6) Ramazandaki oruçla her zaman faydalanılan günübirlik lezzetler terk edilerek, Kur’ân’ın indirildiği ay olan Ramazanda Kur’ân’ı indiren yüksek irâdeye, Kur’ân’ın indiriliş sürecine ve bizzat Kur’ân’a, mânevî bir bayram hüviyeti ve sevinci içerisinde saygı duyulur. Kur’ân’a mukabele edilir ve Kur’ân baş tacı yapılır. Kalpler Kur’ân’ı anlamaya hazır şekilde motive edilir.

7) İnsan dünyaya, âhirete dönük ticâret yapmak ve âhiret hesabına azık toplamak için gelmiştir. Ramazandaki oruçla, geliş amacına ve kâbiliyetlerine uygun olarak çok yüksek kârlâr kazanır, çok kazançlı ticâretler yapar, çok gıdâlı azıklar elde eder ve çok verimli ekimler ve hazırlıklar yapar.

8) Ramazandaki oruçla insan günübirlik sağlık ve sıhhatine yönelik adımlar atmış olur. İnsan midesi istirahata çekilir, hazım kolaylaşır ve insan sabra alışır.

9) Ramazandaki oruçla nefis Rab değil, kul olduğunu hatırlar, firavunluğu bırakır. Kulluğa ikna olur, kulluktan râzı olur. Rab olarak sadece Rabb’ini bilir. Kendisinin âciz bir kuldan ibâret olduğunu kavrar.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri bu hikmetleri dokuz nükte içinde ele alır ve muhatap dimağlara işler.

Birinci Nükte’de ele alır ki: Cenâb-ı Hak yeryüzünü büyük bir nimet sofrası şeklinde yaratmış ve bütün nimet türlerini hiç kimsenin ummadığı şekilde o sofraya dizmiştir. Canlıları merhametle, şefkatle, eksiksiz biçimde ve bizzat terbiye ettiğini her ihtiyaç sahibine sayısız nimetleriyle göstermiştir. Oysa insan genelde nimetlerin bu eşsiz dizilişini görmemekte, her saniye vazgeçemediği nimetler için bile gaflet içinde sebeplere takılıp kalmakta ve Allah’ın eşsiz bir şefkatle nimetlendirmesi hakîkatini takdir etmekten geri kalmakta, hattâ bazen Allah’ın kadir ve kıymetini unutmaktadır.

Ramazan-ı Şerifte ise mü’minler, Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî’ye göre, birdenbire emir dinlemeye hazır muntazam bir ordu hükmüne geçmektedir. Öyle ki, bütün insanlar, Kâinât Sultanının sofrasına ve ziyâfetine dâvetlidirler.

Düşünün ki: Bu dâvete icâbet eden mü’minler akşama yakın saatlerde, dâvete icâbetin bir gereği olarak sofra başlarına geçmişlerdir. Önlerine mükellef bir sofra açılmıştır. İçinde yok yoktur. Her şey itina ile bir bir dizilmiştir. Fakat ilginçtir ki, hiç kimse elini sofraya uzatmıyor. Herkeste sessiz bir itaat, sessiz bir boyun eğiş, sessiz bir emir bekleyişi vardır! Herkes Kâinât Sultanının “Buyurunuz!” emrini bekliyor gibi bir ibâdet tavrı içindedir. Böylece, Allah’ın görkemli, haşmetli, şefkatli, çok geniş ve çok kapsamlı merhamet yaklaşımına karşı mü’min, kapsamlı, geniş ve muntazam bir ibâdet disiplini içinde cevap veriyor, mukabele ediyor. Allah’ın yüksek şefkat ve sonsuz merhamet sahibi olduğunun farkına varıyor.2

İnsan bu yüksek şerefe ancak oruçla nail oluyor.

Yarın İnşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 185

2- Mektûbât, s. 387, 388

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Bir darbe, ülkemizi 48 yıl geriye götürdü



27 MAYIS 1960 Darbesi tam bir yıkım olmuştur. Sosyal, kültürel ve ekonomik bakımdan geri kalmamızın en önemli sebeplerinden bir tanesi işte bu kanlı darbedir.

Bu konuda sayısız kitaplar makaleler yazıldı, eleştiriler yapıldı. Fakat ne yazık ki hâlâ bu darbenin etkileri birçok alanda devam ediyor. Bariz ve güncel bir örnek olması bakımından Genelkurmay Başkanlığı’nın Savunma Bakanlığına bağlanması konusunu ele almak istiyorum.

1960 yılına kadar Genelkurmay, Savunma Bakanlığına bağlı olarak çalışıyordu. Darbeciler ülkenin kilit noktalarına asker kökenlileri getirdiği yetmiyormuş gibi Genelkurmay Başkanlığı’nı Başbakanlığa bağlamışlardı. Aslında bu da sadece bir görüntüydü. Silahlı Kuvvetler, adeta devlet içinde bir devlet haline gelmişti. Genelkurmay Başkanları çoğu zaman Başbakan’ı takmıyorlardı bile… Sadece kâğıt üstünde Başbakanlığa bağlı görünüyordu o kadar.

Bu durum 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbe ve darbeciklerine ortam hazırladı.

Seçilmişlerin iradesi yani halkın seçtiği milletvekili ve hükûmetler askeriye üzerinde bir türlü egemen olamıyordu. Askerler başta irtica, ilke ve devrimler bahanesiyle halkın iradesine daima karşı çıkıyordu. Öyle ki hükûmeti dinleyen Genelkurmay Başkanları sırf bu yüzden “hain” damgası yiyebiliyordu.

Halktan uzaklaşmış, Amerikan ve Batı dünyasına kendisini daha yakın gören bir zümre egemen konumunu rahatlıkla devam ettirebiliyordu. Bu maksatla binlerce subay ve astsubay irtica yaygarası ile ordudan uzaklaştırıldı. Fakat sonradan anlaşıldı ki bu operasyon Silahlı Kuvvetler içinde yapılan bir kadrolaşma hareketiymiş. Başarıları ve madalyaları ile ortaya çıkan bu vefakâr askerler sırf eşleri başörtülü diye ordudan atılmamıştı. İleride terfi hakkı ellerine geçmesin diye sadece bir bahane üretilmişti. Kaldı ki eşlerin örtüsü bir suç olmadığı gibi Müslüman Türk Milletinin gurur ve övünç kaynağı olarak bin yıldır devam etmişti.

Terfi ve yükselmelerde liyakat ve başarı yerine cunta ve yakınlık derecesi önem kazanması Ergenekon soruşturması esnasında kısmen ortaya çıkmıştır. Bu acı ve üzüntü verici terör hareketi umarım hükümetin ve aydınlarımızın gözünü açmıştır. Aksi takdirde “geçen 49 yıl kimseye bir şey öğretmemiş” anlamı çıkacaktır.

Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi ile yapmaya başladığı reformlar halkın sıkıntılarına rağmen halinden memnun bazı çıkar gruplarını oldukça rahatsız etmişti. Hatta yıllardır acımasızca birbirini öldürmüş olan komünist-faşist gruplar “Kızılelma koalisyonu” adı altında bir araya gelerek AB’ye katılmaya karşı çıkmaya başlamıştı. Zira demokrasi ve insan haklarının gelişimi, altlarındaki baskıcı zeminin kaymasına sebep olmuştu. Bu sebeple yeni darbe teşebbüslerinde bulundular. Bir kısmı günlüklerden ortaya çıktı, fakat inkâr etmeye çalıştılar. Fakat mızrak çuvala sığmıyordu, planları birer birer deşifre oldu.

Şimdi hükümetin önünde önemli bir görev var. AB sürecinde bir nev'î yol haritası işlevi görecek Ulusal Programların üçüncüsü açıklandı. Bu programda daha öncekilerinde yer almayan bir başlık hemen göze çarpıyor, “Sivil-Asker İlişkileri”.

Bu başlıkta görülen dört önemli vaat arasında ne yazık ki Genelkurmayın Savunma Bakanlığına bağlanması yer almıyor. Askerî harcamaların Sayıştay denetimine alınması, askerî mahkemelerin görev ve yetkileri, iç güvenlik ve Millî Güvenlik Kurulu ile ilgili reformlar var. Fakat hepsinden önemli olan “atanmışların seçilmişlerin emri altına girmesi” konusu, üzülerek söyleyeyim ki yer almıyor.

NATO toplantılarında göze batan ve bizi alaycı bir şekilde eleştiren insanların dillerinden düşürmediği, Savunma Bakanının acınası pozisyonu hâlâ devam ediyor. İşin kötüsü AB, NATO değil ve bu birliğin “nev'î şahsına münhasır” ülkelere tahammülü hiç yok. Eğer tam üye olmak istiyorsan belirli kriterleri yerine getirmek zorundasın.

Tayyip Erdoğan partisini kapatılmaktan kurtardı. Fakat ülkemizin kurtarılması gereken çok maddesi var. Öncelikli olan maddelerden bir tanesi “Genelkurmayın Savunma Bakanlığına bağlanması” konusudur. Bu gelişme sağlandıktan sonra ülkemizdeki militer yapı kolaylıkla demokratik bir şekle dönüşebilecektir. Bunun için ise güçlü bir hükümet iradesi gereklidir.

Hükümetimizden ve Başbakanımızdan “lâf yerine iş” üretmesini bekliyoruz. Merhum Ziya Paşa ne güzel söylemiş: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz…”

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

İşte bu yazın en güzel haberi



Tehlikeli bir yabancılaşma

Akdeniz kıyı bölgemizde, yaz ve kış yaşantısı birbirinden tamamen farklıdır. Yerliler yazın yaylalara, turistler de kıyılara yerleşiyor. Böylece kıyı illerimizin, yaz ve kış sakinleri de farklılaşıyor. Sakinler farklılaşınca da, hayat tarzı farklılaşıyor.

Yazları Akdeniz’de, bir yabancılaşma tablosu hakim oluyor. Turistler ülke, ırk ve kültür farklılıklarını, yaşıyor oldukları yerleşim yerlerine -eğer bir tedbir durumu yoksa- olduğu gibi taşıyorlar. Böylece gittikleri yerleri kendilerine benzetiyorlar.

Pek çok ülke, değer yargılarını turizm gelirlerinden daha öncelikli tutarak, onları çiğnetmeme konusunda daha duyarlı davranıyor. Bu da, toplumsal kimlik ve kişilik açısından normaldir.

Tabiî toplumsal refleks oluşturacak ‘değer yargısı’ kavramları da ülkeden ülkeye değişiklik arz ediyor. Ama ne olursa olsun hiçbir millet kimlik örselenmesini netice verecek adımlar atmamalıdır.

Yürüyüşünü terk edenin, yürüyüşü bozuluyor.

Uğrunda canlar verilen

değerler içerisindeyiz

Ülkemizde durum çok daha farklıdır. Yani başka bir ülkenin, uğrunda canlarını feda edecek değeri bulunmayabilir. Ama bizde, ‘Değer’ kavramı yani, ‘vatan’, ‘millet’, ‘din’, din ile bağlantılı; ‘mukaddesat’, ‘namus’, ‘ahlâk’ gibi kavramlar oldukça diridir ve uğrunda canlar verilebilecek kadar etkindir.

Aramızdaki bir kısım değersizlerin, “Gelsin de, nereden gelirse gelsin, nasıl gelirse gelsin, kim getirirse getirsin, gelirken neyi yıkarsa yıksın...’ vurdumduymazlığı, ‘değer yargılarımızı’n zihinlerdeki tesirini azaltmaktadır. Ama bu geneli yansıtmamaktadır.

Oysa bu yıkılırsa, yıkılmadık bir şey kalmaz. Birileri kendilerini ateşe attıklarının farkında bile değil.

Türbelerimizi, camilerimizi, başı örtülü ziyaret eden turistler, ülkemizdeki başörtüsüne saygısız tavır sergileyenlere en güzel cevabı veriyorlar. Bazıları da, ‘Değerlerinizi önce siz değerli tutmazsanız, başkası hiç tutmaz.’ tavrı içindeler.

Ama şurası unutulmamalı ki, Müslüman olarak bizim değer algımız, başka bir ülkedeki gibi değildir. Ve hayat tarzları, mukayese edilemeyecek derecede farklıdır.

Bu fark, olması ve korunması gerekli bir farktır. Yoksa bir farkımız kalmaz.

Sadece para için yaşayanlar,

para için her şeyi yaparlar

Müslüman kimlikli bazı safdillerin, kendi ülkelerinde, kendi şehirlerinde, kendi değer yargıları içerisinde, ‘değerlerinden habersiz’ bir hayat hali içerisine çekilmesi, zındıka komitelerinin bir tezgâhıdır. Her türlü, maddî ve manevî değerlerini bir kenara bırakarak ‘yabancılara hizmet etmek’, ‘para uğruna verilemeyecek taviz yok’ anlayışı taşımak, Müslüman bir kimliğe hiç yakışmayacak bir düşüklük halidir.

Böyle bir işleyişe müsaade etmek de, yıkıma seyirci olmaktır.

Acı ki, para kazanma hırsı, bazı insanları kendi değer yargılarından ve kendi gibi olmaktan uzaklaştırıyor. Oysaki değer kaybı, parasal kazançların çok ötesinde ciddî boyutlarda tehlike içeren bir kayıptır.

Böyle insanlar, sadece günü birlik menfaatleri peşinde olduklarından, ‘yarın’ gibi, ‘değer’ gibi bir dertleri de yoktur. Onlar, hazır bir dirhem lezzeti, ilerideki bir batman lezzetlere tercih ediyorlar.

Haliyle bu yabancılaşma, bireysel ve sosyal sorunları da beraberinde getiriyor. Sadece para için yaşayan insanlar, para için yapamayacakları hiçbir şeyi olmayan insanlar haline geliyor. Zaten terör örgütleri, şer odakları, zındıka komiteleri bu felsefeyle yaşayanları kendilerine av olarak seçiyorlar.

Öyleyse, kendisi olamayan insan, yıkıcı her şey olabilir ve her şey yapabilir.

Asıl tehlike de budur.

Olumsuzluğun olumlu

sonuçları da yok değil

Paylaşacağımız örnek dikkat çekici.

Emine Hanım, Alanya’da, Danimarkalı vatandaşların çoğunlukta olduğu bir apartmanda oturuyor. Anlattıklarına göre, yaz mevsiminde Türkiye’de mi Danimarka’da mı yaşadıkları tam olarak anlaşılmıyormuş. Şehir ciddî bir yabancılaşma iklimine giriyormuş.

Gelin görün ki, şehirdeki bu yabancılaşma ve yaşananlar Emine Hanımı, kendi değer yargılarına daha sıkı tutunmaya itmiş. Şehrin yabancılaşması arttıkça, onların kendi değerlerine olan yakınlıkları artmış.

Bu yaz, liseli kızı ve küçük oğluyla birlikte akraba ziyaretleri çerçevesinde, dört, beş aile birlikte olduk. Yaklaşık bir haftamız aynı ortamlarda geçti. Kızı İpek, büyük kızımla; kendileri, akrabalık bağı vesilesiyle eşimle, biz de erkekler ve gençler olarak, hemen her akşam bol bol sohbetler ettik.

Burada hemen genç grubumuzdan Mustafa İşeri, Sayım Palta ve Cenk’i; orta gruptan da Yalçın’ı, Yavuz’u, Cem’i ifade etmeden geçemeyeceğim.

Böyle ortamlarda biraz dinî bilginiz varsa, onların gözünde, ‘bilen’ oluyorsunuz. Onun için de sormadıkları soru bırakmıyorlar.

Şükür ki, gittiğimiz yerde de Risâle-i Nurlar vardı da, elimizden tuttu. Biz de kendi kendimize, ‘Risâle varsa, problem yok.’ dedik ve bolca dersler yaptık.

İlgilere, inançlar yön vermeli

Lise öğrencisi İpek’in bir cins köpeği varmış. İpek bize, ‘Evde köpek beslemenin sakıncaları var mı?’ diye sormaz mı! İlmihali açtık ve birlikte okuduk. Çok da iyi oldu, uygulayacağı hususları kendi gözleriyle gördü.

Köpeğini çok seven ve ona çok alışmış olan İpek, yapılan sohbetlerin de etkisiyle, onu –düşüncede de olsa- bir şekilde terk etmeyi kabul etti.

İlgilerin gayr-i İslâmî oluşunun, terk etmeyi zorlaştırdığını anlıyoruz. Çünkü İpek, “Keşke bu ilgi oluşmasaydı.” diyordu.

Böyle liseli, modern ve inançlı

gençler, ancak alkışlanır

Alanya’da yaşayan aile, sahil yaşantısına uygun bir giyim kuşam içerisinde iken, ailece yapılan sohbetler arttıkça, davranışlarda, giyim-kuşamda, konuşma konularında değişmeler görülüyordu.

İnsanlar konuşulan konuya veya okunan mevzuya duyarsız değiller.

Nitekim bu duyarsız kalmama hali, namazla taçlandı.

Sohbetler meyvelerini veriyordu. Düğün için biraraya gelen akrabalar, namaz vakitlerinde cemaatle namaz kılmaya başlamışlardı.

Özellikle Ankara’da yaşayan liseli Cenk, sadece anneannenin özel ilgisiyle yetişmiş. Ama sağlam bir dinî temel almış. Öyle ki cemaatle namazları ve sohbetleri Cenk koordine ediyordu.

Siz gündemli olunca, Cenâb-ı Hak

dinleyecek kulakları halk ediyor

Akraba da olsa, başlangıçtaki soğuk bakışlar, gün geçtikçe kardeşâne bir tutuma dönüşüyordu. Hatta Kandil orucunun teklifi onlardan geliyordu.

Konuşulan konuya, kişilere göre tavırlar da değişiyordu. Çoğu zaman, “Şu televizyonu kapatın da sohbet edelim…” teklifleri, konulara olan iştiyakın ve ihtiyacın derecesini gösteriyordu.

Yapılan Nur derslerimiz, zaman zaman 25-30 akrabayı bir araya getiriyordu.

Anladık ki, “Gideceğin yere dersini de götür…” sözü, tam yerindeydi.

Hizmet içi eğitim gibi,

akrabalar arası eğitim

Akrabalık, insanların birbirleri üzerine etkili oldukları bir bağdır. Bu da, sıla-i rahimle güç kazanıyor. Yani sıla-i rahimin emredilişinin bir hikmeti de, akrabalar arasındaki bağın kopmaması ve bu bağ vesilesiyle kişiler üzerindeki tamir edici rolün kaybolmamasıdır. Akraba sohbetleri, dertleşmeleri adeta ‘akrabalar arası eğitim’i sonuç veriyor.

Nitekim her yerde, yıpranmış aile içi ilişkiler, ihmale uğramış çocuklar, günaha düşmüş bireyler bulunuyor. Belki böyle amaçlı sohbetler tamir yapıyor.

Ama tamir edicilerin, tahrip edicilerden daha çok çalışmaları gerektiği aşikâr.

“Biz de Müslüman gibi yaşamalıyız”

Akraba aileye, Alanya’ya döndüklerinde, yine çevresinin etkin olacağından, sürekli bir beslenmenin ve çevre ihtiyacının kaçınılmazlığından bahsediyoruz.

Bize şu cümleleri kurdular: “Müslüman olup, Müslüman gibi yaşayamamak bir çelişki. Denize girişimiz, güneşlenmemiz; konuşmalarımız, giyim kuşamımız, davranışlarımız kendimize benzemeli. Ama kimse de dini böyle anlatmıyor. Bu sohbetler ve okuduğunuz bu kitaplar güzel, insanı ikna ediyor. Bize adresini verin bu eserleri biz de alıp, okuyalım.”

Tebrikler Emine Hanım,

İpek ve Cenk!

Tatilden döndük. Alanya’dan çok güzel haberler geldi. Cenk Ankara’dan, İpek de Alanya’dan arayıp, kandilimizi kutladılar. İpek ve annesi, namazlara devam ediyorlarmış. Yurt dışındaki babalarına da müjde vermişler. Artık denize de eskisi gibi girmiyorlarmış. Yazın, bizi sevindiren en güzel haberlerinden birisi bu oldu.

Şunu söyleyebiliriz ki, ‘Gideceğiniz yere dersinizi de götürün…’ Gerisine karışmayın. Kur’ân aydınlığı olan Nur dersleri, asrı nurlandırıyor.

Ramazan aydınlığınız, hayatınızı aydınlatsın çocuklar, tebrikler!

Bir şükür daha...

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

GÜLDEN KÜLE DÖNEN MEDENİYET



Oldum olası dost meclislerinde oluşturulan sohbet halkasını sevmişimdir. Hele bu sohbetler, karşılıklı fikir teatileriyle farklı düşüncelere kapı araladığı zaman, daha da mutlu olurum. Çünkü bu tarz sohbetler, “müsademe-i efkârdan (fikirlerin çarpışmasından) Barika-i hakikat (Hakikat parıltıları) doğar (Said Nursî)” düşüncesinin somutlaştığı sohbetlerdir. Ben de bu mânâda yaşadığım sohbetleri anlatmaktan ve paylaşmaktan kendimi alamıyorum. Geçenlerde dertli bir arkadaşla sohbet ettim. Adamın birisi söz verdiği hâlde borcunu ödememiş. Üstelik kayıplara da karışması cabası… “Vallahi, Peygamberimizin ve dahi dinimizin en çok önem verdiği emanet ve borç konusunda da gayr-i Müslimlerden geride kaldık ya, yazıklar olsun bize. Baksana kardeşim, üstelik adamın adı Satılmış… Bilerek mi vermişler bu adı, ne?” diye sinirlenen arkadaşımı gayet iyi anlıyordum. Ama “Satılmış” ismine yüklediği anlam dolayısıyla, açıklamam gereken bazı noktaları hissettim.

Evet bu, tamamen değişen kültür ve medeniyetimizin temel dayanaklarından fedakârlık, Allah’a adanmışlık ve hayatı istikamet üzere yürütme düşüncesinden sapmışlığın bariz örneklerinden birisiydi. Dolayısıyla arkadaşıma, “satılmış” isminin “Allah’a bahşedilmiş, sunulmuş ve ruhunu şeytan ele geçirmesin” temennisiyle erkek evlâda verilen bir isim olduğunu söyleyince, “Baksana, bu adamın üzerinde duran bu güzelim isme yazık” demekten kendini alamadı. Evet, doğrusu da buydu. Üzülmek ve ismiyle ters orantılı bir hâl üzere yaşayanlara acımak olmalıydı aslolan.

Bu olay bir yana, “satılmış” isminin yaşadığı trajik imajı düşünmekten kendimi alamadım. Sahi, öylesi saf düşüncelerle Anadolu insanının benimsediği çoğu kavramlar neden başkalaşım geçirerek ucubeleşmişti? Söz gelimi, “Güzel bakmak sevaptır” sözü, “Her şey ne güzel yaratılmıştır. Hak’tan gelen her şey güzeldir” düşüncesinden uzaklaşıp, “Güzele bakmak sevaptır” gibisinden, şehevî bir anlama neden büründürülmüştü? Dahası, neden “Ramazan, Şaban, Mennan, Recep, Gafur” gibi maneviyatımızda önemli anlamlara sahip olan isimler, büyük bir çoğunlukla “salak, aptal, hilekâr, düşüncesiz, zorba, komik” ve benzeri imajlar sergileyen kişiliklere verilir oldu?

Meselâ eski bir Türk filminde tamamen örf ve âdetlere aykırı olarak yaşayan ve hiç de İslâmî olmayan davranışlarıyla boy gösteren bir kabadayının arkasından dolaplar çevrilir, dedikodular ayyuka çıkar. Peki bunu yapan kimler? Tabiî ki ak sakallı ve camiden çıkmayan ihtiyarlar… Ülkemizde buna benzer bol senaryolar üreten senaristlerin ne düşündüğünü bilemem. Ama İslâmî hayat ve düşünceye Tanzimat’tan beri süregelen ve giderek şiddetlenen bir reaksiyonun varlığını bilirim. O yüzden o “sakal, ihtiyar ve cami” kavramlarının büyük bir çoğunlukla kasıtlı olarak kötü imajlarla gösterildiğini de bilirim.

Bu bağlamda bilumum edebî eserlerde ve dahi san'at dallarında oluşturulan bilgi kirliliğinin de hep “her istediğini yapma hürriyetinden” dem vuran modernist (!) rindmeşrep güruhtan kaynaklandığı âşikârdır. “Hacı hoca takımı işte, ne gelirse onlardan gelir” gibi kalıp ifadeler ve söz gelimi, Turgut Özakman’ın Paydos adlı tiyatro oyununda dürüst öğretmenin karşısına cahil ve “düzenbaz muhtar” ile “hilekâr tüccar hacının” çıkarılıp bir çatışma ortamının oluşturulması da hep “halk cahil ve hocalar da hilekâr” düşüncesinin kabarcıklarıdır. Eh, ikisinin birleşiminden ortaya çıkan “yobaz”la eşdeğer tutulan “dindarlık” kavramı şimdi revaçta artık (!)

Arkadaşım bilmiyordu belki; ama el birliğiyle maneviyatımızın kavram haritasına çamur atılmıştı. Çamur düşmüştü belki; ama izi kalmıştı. Oysa, o haritanın imbiğinden sadece gül dökülmüştü. Şimdilerdeyse, timsali yekpare gül olan medeniyetten geriye, Yahya Kemal’in, “Minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!” tesbitinin ağırlığı altında sayıklayan ve timsali kül olan bir medeniyet geziniyor ortalıkta.

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Siyasî kilitlenme



Türkiye’deki devlet yapılanmasının seçilmiş siyasetçilere tanıdığı alanın yol, su, elektrik tesisatı işleriyle sınırlı olduğu yönündeki tesbit, zaman zaman başbakanlık konumuna yükselmiş isimlerce de defaatle dile getirildi.

Devletin dayandırıldığı ideolojiyi, bu eksende oluşturulan temel çerçeveyi, kurumların konum ve işleyişiyle ilgili kural ve düzenlemeleri belirleme ve değiştirme yetkisi, başından beri kendisini “kurucu irade”nin sahibi ve temsilcisi olarak gören seçkinci bir zümrenin tekelinde tutuldu.

Mecliste görev yapacak milletvekillerinin dahi tepeden tayin edildiği tek parti döneminde bu sistem problemsiz işledi. Ama ne zaman ki, halkın reyinin devreye girdiği çok partili sisteme geçildi, ondan sonra irade çatışmaları başladı.

Seçilmişlerin, “kurucu irade” ile tayin edilen istikamet ve çerçeveyi zorlar hale gelmesi, devletin silâhlı gücünü kullanarak gerçekleştirilen darbe ve müdahaleleri beraberinde getirdi. Ve her müdahaleden sonra sistem, kendisini onun sahibi olarak görenler tarafından revize edildi.

Bu revize etme işlemi, ya 27 Mayıs ve 12 Eylül’de olduğu gibi anayasayı tamamen yenilemek ya da 12 Mart’tan sonra yapıldığı gibi büyük ölçüde değiştirmek suretiyle gerçekleştirildi.

Seçilmiş sivillerin bu anayasalarda, esasa dokunmayan detaylarla ilgili küçük rötuşlar yapmalarına göz yumuldu, ama tamamen yeni bir anayasa hazırlamalarına şiddetle karşı çıkıldı.

22 Temmuz seçimi sonrasında iktidarın yeni bir anayasa hazırlama girişimi gündeme geldiği zaman sistem ve statüko temsilcilerinin derhal sahneye çıkıp “Anayasaları ancak harp kazanmış veya olağanüstü durumların ardından teşkil edilmiş kurucu meclisler yapabilir” diyerek isyan bayrağı açmaları bunun bir tezahürüydü.

Ve gelinen noktada görünen o ki, bu direniş aşılabilmiş değil. Tam tersine, halktan aldıkları çok büyük oy desteğine rağmen, seçilmişler, yeni anayasa projesini rafa kaldırmış durumdalar.

Çünkü altı yıl önceki ilk seçim başarılarının hemen akabinde sonuçlandırmaları gerekirken sürekli erteledikleri “anayasayı yenileme” projesini gerçekleştiremeyişlerinin kurbanı oldular.

Değiştiremedikleri anayasa altı yıl boyunca hep onların ayak bağı oldu ve son dönemde ise ölüp ölüp dirildikleri bir kâbus sürecini yaşattı.

Sürecin bundan sonraki safahatı da, yine aynı anayasa sebebiyle, demokles’in kılıcını hep tepelerinde sallanıyor hissedecekleri, alabildiğine boğucu, kasvetli ve sıkıntılı bir tablo arz ediyor.

İşin garip taraflarından biri, Mecliste yine büyük çoğunluğu ellerinde bulundurmalarına ve buna ilâveten parlamentodaki muhalefetin en azından bir bölümünün de desteğine rağmen, bu tabloyu değiştirmeye yönelik bir adım atabileceklerine dair bir işaretin ufukta görünmeyişi.

İşte bu, tam bir kilitlenme hali. Ve siyasetin tümünü kapsayan bir kilitlenme. 3 Kasım 2002 seçimiyle başlayıp 22 Temmuz 2007 seçimiyle devam eden yeni dönemin, son seçimden bir sene sonra gelip dayandığı nokta maalesef bu.

Yargı vesayetinde yürüyen bir çeşit ara rejim niteliğindeki bu sıkıntılı tünelden nasıl çıkılır?

AKP bunu, yaklaşık dört yıldır ara verdiği AB sürecini tekrar canlandırıp, ulusal program çerçevesindeki reformları gerçekleştirmeye koyularak denemeye karar vermiş gibi görünüyor.

Ancak bunca olup bitenlerden sonra, özellikle tıkanıklığın birinci derecedeki sebebi ve sorumlusu haline gelen yüksek yargıyı bu durumdan çıkaracak köklü ve yapısal reformları gerçekleştirmek suretiyle siyaset ve demokrasi üzerindeki yargı vesayetini kaldırmak son derece zorlaştı.

Hal böyle olunca, reform adı altında yapılabileceklerin, esasa taallûk etmeyen detaylarla sınırlı kalması sürpriz olmaz ve kimseyi şaşırtmaz.

Ama bu tablo da ilânihaye sürdürülemez. Kaçınılmaz şekilde gündeme gelecek bir seçimin çare olması ise siyasetin reel gerçeklerine dayalı demokratik alternatiflerin ortaya çıkmasına bağlı.

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yalpalama… (1)



Gürcistan’ın Güney Osteya’ya girmesi ve Rusya’nın karşı müdahâlesiyle baş gösterip ABD’nin Karadeniz’e savaş gemilerini sokma emr-i vakisiyle tırmanan Kafkasya krizi karmaşasında, içte bir dizi kırılma gözden kaçmakta.

Zira ekonomideki kritik süreç devam ediyor. Ekonomiden sorumlu bakan bile önümüzdeki dönemde açık açık kriz uyarısında bulunuyor. Otomatiğe geçilen elektrik ve doğal gaz zammından sonra Ramazan ayı öncesi gıdada da zam furyası devam ediyor.

Diğer yandan, geçtiğimiz yıl Ankara Anafartalar çarşısındaki dehşet verici bombalamayla başlayan, “küçük ve kopya bir hücre”ye verilmekle âdeta kapatılan Amerikan İstanbul Başkonsolosluğu önündeki saldırıyla yeniden sahneye konulan ve Güngören’deki kanlı katliâmdan sonra Mersin ve İzmir’deki patlamaların yalnız “tetikçileri” açıklanıyor.

Olayların arkasındaki azmettirici yabancı gizli servislerden, ifsat şebekelerden söz edilmiyor. Bunun gibi kısa bir aradan sonra her biri ayrı bir “felâket” ve “fâciâya” dönüşen orman yangınlarının sebebi araştırılmıyor, resmî demeçlerle, görünürdeki bazı “nedenler”le geçiştiriliyor.

Özetle Türkiye, dalgaların ortasındaki yelkensiz gemi gibi iç ve dış mihrakların dayattığı gündemin ortasında yalpalıyor; kendi gerçek gündemine bir türlü odaklanmıyor, odaklanmasına fırsat verilmiyor.

Siyasî iktidarın günübirlik politik atraksiyonlarla günü gün etme ve kamuoyunu oyalama oyunu da “yalpalama”yı etkiliyor...

İNANÇ VE EĞİTİM HAKKINDA GERİYE GİDİLDİ…

Ve bu “yalpalama” içinde Türkiye temel hak ve hürriyetlerde ne yazık ki geriye gidiyor. İnanç ve ibâdet hürriyetinde, din eğitimi ve öğretiminde elde edilen haklar kaybediliyor.

Yalpalama, şüphesiz daha önce başlamıştı. Bilindiği gibi daha 2002 seçimleri öncesi “Millî Görüş”ten kopan “yenilikçiler”, başörtülü milletvekili adayı kabul etmeyeceklerini açıklamışlar; üstelik buna “yasal engel” olduğunu söyleyerek Anayasa’nın açık hükmüne aykırı olarak Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”nin yasadışı yasağa dayanak edilmesine âdeta meşrûiyet kazandırmışlardı.

Bir yıl sonra gelen mahallî seçimlerde de AKP yönetimi “mayınlı arazi”den uzak durma hesabına yine başörtülü belediye başkanı adayı kabul etmedi. Ancak bununla da kalmadı; bizzat belediye başkanları, listenin sonlarından seçilen başörtülü belediye meclisi üyelerini de “yasal engel” diye toplantılara almadılar.

Yalpalama devam etti. Denizli Belediye Başkanının eşinin 23 Nisan törenlerine katılmak için “yasa gereği” deyip başını açmasının ardından, bir başbakan yardımcısı mâlûm mahfillere şirin gözükmek adına “şarabın kalitesini anladığı”ndan dem vurdu. Bir diğeri, binlerce öğrenciyi eğitim hakkından başörtüsü yasağının “Türkiye’nin yüzde bir buçuğunun meselesi” olduğunu söyledi.

Keza “başvurumu geri çekmekle kadınlara hakaret etmem” diyen dönemin Dışişleri Bakanının eşi, “eşinin konumundan dolayı” AİHM’deki dâvâsını geri çekti. Hükümet’in Strasbuorg’a gönderdiği “savunma”da tıpkı “yasakçılar” gibi, başörtüsü, “laikliğe aykırı”, “gerginlik sebebi” ve “siyasî simge” olarak tanımlanarak “üniversitelerde yasaklanması”nın mevzuata uygun olduğu ileri sürüldü.

Bu arada başörtüsü yasağını üniversitelerde kaldırmak amacıyla anayasanın iki maddesini değiştirmekle “düzeltme” yanlışı, yasağı daha da azdırıp yaygınlaştırdı. Medya ve mâlûm mihrakların serriştesiyle daha önce yasakta katı davranmayan bazı vakıf ve özel üniversiteler de yasağı dayatmaya başladılar. Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu değişiklikleri “laikliğe aykırılık”la iptali, tamamen keyfî, kanunsuz başörtüsü yasağını âdeta “yasallaştırdı.” Ve bir başka bakan, “Başbakan hiçbir zaman başörtüsü yasağını kaldırma sözü vermedi” diye “nokta” koydu…

SİYASETTE FAY HATTI KIRILMASI…

Kırılmalar bununla da bitmedi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin şortla denize girmeyi yasaklayıp mayo şartını koşması ve kaldırılan bazı müstehcen âfişlerin mâlûm medyanın gürültüsü üzerine yeniden asılması benzerî “yaranmalar”ın ardı arkası kesilmedi.

Kısacası, bilhassa iktidar partisini “kapatma dâvâsı” sürecinde ve sonrasında; siyasî iktidar âdeta teslim alındı. Tâbirlerince “ehlileştirildi.” “Sistemle entegre” adı altında “neo AKP”, yeni anayasa, başta inanç ve eğitim hakkı olmak üzere hak ve özgürlükleri rafa kaldırdı. AKP Genel Başkan Vekili, “Gelinen noktada artık yeni anayasa mümkün değil” açıklamasını yaparak, bir nev'î “teslim tutanağı”nı açıkladı. İktidar partisine mensup bir belediye başkanının, yine bazı odaklara “sevimli” görünmek ve partinin “laikliğin odağı” olmadığını göstermek hesabına “İlmihal yerine on binlerce Nutuk dağıtımı kampanyası” bunlardan biri.

Yine iktidar partisi Genel Başkan Yardımcısının, gençliğin müstehcenlik, uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığından kurtarılması için AB ülkelerini emsal alan bazı tedbirleri ihtiva eden tasarı teklifinin daha Meclis’e verilmeden bizzat Başbakan’ın “azarı” ve “uyarısı”yla geri çekilmesi ve “bu teklifin partinin program ve tüzüğüne aykırı olduğu”nun resmen açıklanması, bunun bir diğer örneği…

Şimdi de “lütfen bir kadeh sayın Başbakan”la başlayan “kampanya”yla yalpalama ve siyasette fay hattı kırılması sürüyor. Bakalım nerede duracak?

30.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hafiyelik



Malûm bir gazetede bu hafta içinde bir haber yayınlandı. Okulların açılmasına az bir zaman kala ve yaz Kur’ân kurslarının kapanmasına rağmen böyle bir haberin niye yapıldığını anlamak zor değil.

Gazetede CHP’nin “kaçak Kur’ân kursu hafiyeliği” haberleştirilmiş. CHP Gaziosmanpaşa teşkilâtı ilçede tesbit ettiği 22 kaçak Kur’ân kursuyla ilgili olarak savcılığa suç duyurusunda bulunmuş. Gazete de bu haberi büyük bir haber edasıyla büyütmüş.

Şimdi bu haberi yazanlara şunu sormak lâzım. Millî Eğitim yasasında 12, Diyanet’te 15 yaşından önce öğrenmesi yasaklanan Kur’ân meselesini niye gündeme getirmiyorsunuz da böyle bir haber olduğunda hemen üzerine atlıyorsunuz? Gerçi böyle bir haberi onlardan beklemek de doğru değil.

* * *

Biliyorsunuz, 1999 yılında üçlü koalisyon (DSP, ANAP ve MHP) hükümeti döneminde (22.07.1999 tarih ve 4415/1 md ile 633 sayılı) Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilât Kanununa eklenen bir madde ile Kur’ân Kursunda okumak için ilköğretimi bitirme şartı, bunun dışındaki Kur’ân eğitimi için de 5. sınıfı bitirme şartı getirilmişti. 9 yıldır bu maddede maalesef bir değişiklik yapılmadı.

* * *

Başbakan Tayyip Erdoğan 2005 yılında o zamanda gündemde olan bu “engel” konusunda Lübnan seyahati dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, “Bir çocuğun Kur’ân’ı öğrenmesinin ona getireceği olumsuz ne olabilir! Kur’ân öğrenimi belli bir yaştan sonra zorlaşır. Burada bir yaş alt sınırı getirilmesinin sebebi, öğrenme kolay olsun diye değil; tersine, ‘bunun önünü nasıl keseriz’ düşüncesiyle getirildi… Diyor ki bu yaşlardan önce öğretemezsin... Bırakalım rahat rahat öğrensin. Tommiks, Teksas okumaya kimse mani koymuyor… Yaş sınırı ve yaz Kur’ân kursları gibi konular üzerinde geniş bir çalışma yapılıyor. Ben de ilkokulla birlikte Kur’ân eğitimine başladım” dedikten sonra, Kur’ân öğretiminin önündeki engelleri kaldırmak için çalışmalar yaptıklarını açıklamıştı. (Yeni Şafak 18.6.2005)

Görüleceği gibi bu konuşmanın üzerinden 3 yıldan daha fazla bir süre geçti. Ne bu çalışmadan bir sonuç çıktı, ne de “engeller” kaldırılabilirdi.

* * *

Dokuz yaşındaki kızımın okulların kapanmasından sonra mahallemizdeki camideki kız Kur’ân kursundan geri çevrilmesinde yaşandığı üzüntüyü görmek gerekirdi. “Baba niye yasakmış? Ben Kur’ân öğrenmek istiyorum, ama ‘12 yaşına girince gel’ dediler. Okuma yazma biliyorum, kolaylıkla Kur’ân’ı öğrenebilirim. Niye böyle yapıyorlar?” diye sordu. Anlatmaya çalıştım, ama anlamadı tabiî. “Kur’ân öğrenmek nasıl yasak olabilir baba” dedi sadece…

Gerçekten 28 Şubat ürünü olan bu yasağın hiçbir mantığı yok. Bunu ülkeyi yöneten cumhurbaşkanından, başbakanına, bakanından milletvekiline herkes kabul ediyor. Ama ellerini kıpırdatmıyorlar.

* * *

Kendi hizmet kolunda yetkili sendika olan Türkiye Diyanet ve Vakıf Görevlileri Sendikası (Diyanet-Sen) geçen yıllarda olduğu gibi bu yılda Kur’ân eğitimine getirilen yaş engelinin kaldırılması için taleplerini dile getirdi. Talepte, anayasada ve Türkiye’nin altına imza attığı uluslar arası sözleşmelerle tanınan din ve vicdan özgürlüğünün önüne yasal engeller konulursa vatandaşın yasadışı yollardan bu ihtiyacı karşılamak durumunda kalacağı belirtilirken, bu “anlamsız yasağın” bir an önce kaldırılmasını istendi.

Bu talep dikkate alınıp üç yıl önce başbakanın kaldıracaklarını söylediği bu yasağı kaldırma noktasında adım atabilir mi? Kurullar arası mutabakatı dikkate alanların buna çözüm bulmaları çok, ama çok zor.

Şurası bir gerçek ki, bu anlamsız yasak bir an önce kaldırılmalı ve Kur’ân öğrenmek isteyen herkes serbestçe öğrenebilmeli…

30.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır