"Gerçekten" haber verir 12 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Rahmete dûçar olmak, onunla yaşayabilmek



Ne mutlu inananlara ki, “rahmetin” daimî gölgesinin coştuğu ve taştığı anları, zamanları yaşıyorlar.

Sultan ay geldi, rahmetiyle, bereketiyle, hidayetiyle, coşkusuyla geldi.

İnkâr edemeyeceğimiz, onsuz yapamayacağımız fakat maalesef esirliğinden kurtulamadığımız “nefislerimizin” bütün namert isteklerine “dur” diyecek anları yaşıyoruz. Onun çekim alanındayız. Manyetik atmosferindeyiz. Cenâb-ı Hak farkındalığımızı arttırsın İnşallah. (Âmin.)

Hiddetimizi, öfkemizi, nefretimizi, gıybetimizi, hasedimizi, hırsımızı, hakaretimizi, miskinliğimizi, tembelliğimizi, ülfetimizi biraz olsun gemleyecek, durduracak saatlerin içerisindeyiz. Bunun farkında olmak ne büyük nimet. Bunları bize tam olarak idrak ettir Allah’ım! (Âmin)

Alışkanlıklarını, tiryakiliklerini, vazgeçilmez sandıklarını “hakkın hatırı” için biraz olsun sınırlandıran, öteleyen, hele de sonlandıran için ne kadar büyük kazanç var içerisinde!

Hayaller, tasavvurlar, plânlar, projeler O’na inkıyad etmenin saadet ve zevkinde olursa eğer...

Gözler O’nun rahmet, hidayet ve haşmet hakikatlerini bizzat temâşâ ve seyrinde olursa eğer...

Kulaklar, O’nun Kelâmullahını ve Resûlünün (asm) ezanını dinlemekte devam ederse eğer...

Ayaklar, O’nun yolunda hak dâvâ için yürümekte devam ederse eğer...

Eller, O’nun için her dem semaya yönelmekte devam ederse eğer...

Gönüller O’nun sevdasını terennüm etmekten bıkmadan devam ederse eğer...

Sinelerde taşınan “nefs-i emmâre”, O’nun emirlerine uymayı–istemese de–kabullenmekte devam ederse eğer...

O zaman hem fert, hem de toplum ve insanlık için bayramdır, rahmettir, saadettir, huzurdur.

Asırları kucaklayıp ışıklandıran, nurlandıran İslâmiyet hakikatini ve “Şeriat-ı Muhammediye” gerçeğini yaşamakla görevli ve sorumlu “ben” ve “sen”, aziz Müslüman kardeşim; “İslâmiyetin o engin ve zengin nurunu, hidayetini, rahmetini, bereketini, sıdkını, metanetini, istikametini, adaletini, nezaketini gösterebilmenin, yaşamanın, elde etmenin tam yeni bir mevsimindeyiz.

“Nefs-i emmarenin” rezaletlerinden kurtulma arayışlarımız, yakarışlarımız, tatbikatlarımız ilk önce en dar çerçeveden başlamalı. Yani, ilk önce “benden” başlamalı. “Ötekilere” sonra sıra gelmeli. “Ben”, hangi güzelliği nasıl ve nelerden sonra yakaladığımı bilmem, bulmam, keşfetmem ve kabullenmem lâzım. İşte o mevsimin, anların, zamanın harmanındayız. Yeni seneye, gelecek aya, yarına hiç mi hiç senedimizin olmadığını kendimize kabullendirmemiz lâzım.

Duâyla, yakarışla, tövbeyle, sabırla, zora talip olmayla, affetmeyle, affedilmeyle, hoşgörüyü kabullenmeyle olacak işler bunlar.

Rahmet yağmuruyla, birlerin binlere, yüz binlere, milyonlara, milyarlara çıktığı ânın içindeyiz. Hesap figürlerini zorlayan bir rahmet deryasının ortasındayız. Ama imtihandayız!

Bu inananların imtihanı! Büyük bir imtihan ve deneme bu!

Nefisle, benlikle, enaniyetle ilgili dev bir imtihan meselesi bu! Çetin mi, çetin. Büyük mü, büyük bir imtihan bu!

İdraki, algılanması, kabullenmesi oldukça zor, fakat oldukça da derin ve ufuklu devâsâ bir hadise bu!

Ramazanı doya doya yaşamak... Rahmetten istifade edebilmek... Bütün azalara oruç tutturmak. Perhiz, diyet, yasaklama, sınırlama, hatta cezalandırma! Neyi mi sadece ve sadece “kendi nefsimizi”, benliğimizi, enaniyetimizi. Ama asla başkalarını değil.

Hesaba çekilmeden önce, kendisini hesaba çekmek, çekebilmek... Kolay mı? Hayır! Kat’a ve asla! Çok zor bir iş bu!

Gözü, zinadan ve haramdan, kulağı yasaktan ve müskirattan, dili gıybetten, iftiradan, zandan ve hakaretten uzak tutabilmek...

Büyüklüğün, gündemde devamlı kalmanın, önemli kişi olmanın, doğruları yaşayarak hayata geçirmenin ve örnek olabilmenin bütün sırları burada yatıyor.

Sahabeler bunun için büyüdüler ve büyük kaldılar. Evlâd-ı Resûl’ün o nurânî silsilesi bunun için tarih sahnesinde büyük ve önemli kaldılar ve kalmaya devam ediyorlar.

Aktaplar, asfiyalar, veliler bunun için silinmediler tarihin şerefli levhalarından ve hâlâ perişan Müslümanlara ışık tutuyorlar. Allah onların bu nurlu kervanının rahmetinden bizlere ders alıp nasiplenmeyi bahşetsin. (Âmin)

Böyle bir mevsim sadece inananların, mü’min olanların harem ve ismet dairesinde. Yani onlar bu bahtiyarlığa ve şansa sahip ve yakın. Tam mevsimindeyiz. Vakitlerimizi ve enerjimizi bu yönde sarf etmeyi Cenâb-ı Erhamerrâhimîn’den bütün kalbimizle ve zerrâtımızla niyaz edip O'nun yardımını talep edelim.

Allah’ım, bu günleri boşa geçiren, rahmetinden mahrum ve uzak olanlardan eyleme bizi! (Âmin.)

Ya Rabbi, Ramazanımızı, Kadir Gecemizi ve bayramımızı Senin rızana uygun yaşayan, idrak eden ve sonuna erdirenlerden eyle. Âmin.

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Dünya nimetlerinin anlattıkları...



"DE Kİ: Allah’ın kulları için yarattığı giyecekler ile hoş ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: Bu nimetler dünya hayatında iman edenler içindir; kâfirler de o arada istifade ederler. Kıyamet gününde ise onlar sadece mü’minlere mahsustur. Bilgi sahibi bir topluluk için âyetlerimizi işte böyle açıklarız.”

A’raf Sûresinin 32. âyetinde Rabbimiz böyle buyuruyor. Bu demektir ki Cenâb-ı Hak mü’min kulunu yeryüzüne Kendi adına tasarruf etmek için bir vekil olarak tayin ettiği gibi dünya nimetlerini de onun emrine sunmuştur. Öyleyse bu nimetlerden yararlanmasını engelleyecek hiçbir sebep yoktur. Âhirette de zaten onlar için olacaktır.

Peki, bu nimetlerden yararlanmanın şartı nedir?

Onları meşrû dairede, salih amel işlemede kullanmak ve şükrünü îfâ etmek…

Buna en güzel örneklerden biri Hz. Süleyman’dır (ra). Hayvanların dilini bilecek, araçsız rüzgâra binip uçabilecek kadar harika nimetlere sahip olduğunda bütün bunları Allah’tan biliyor, “Ey Rabbim, bana, anne ve babama ihsan buyurduğun nimetlere şükretmeyi ve rızana kavuşturacak işler yapmayı bana ilham et. Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat”1 diyordu.

Demek mü’min bütün bu nimetlerden yararlanacak, fakat şükretmeyi ihmâl etmeyecek. Şükür ise nimeti Allah’tan bilmek ve O'nun istediği dairede kullanmaktır. Bu aynı zamanda Allah’ın rızasını aramak demektir.

Demek Allah’ın hoşnut olacağı şeyleri yapma gayreti içinde olacak mü’min. O nimetlerle O'nun gazabını celbedecek davranışlar işlemekten uzak kalacak.

Bir de Abdülkadir Geylanî Hazretlerinin kızartılmış tavuk yeme olayını düşünelim. Evlâdı kuru ekmeğe tâlim eden yaşlı kadın, hocası Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin kızartılmış tavuk yediğini görünce, “Olur mu hocam, bizim çocuk kuru ekmekle kendini avutuyor. Siz ise kızartılmış tavuk yiyorsunuz” demekten kendini alamamış. “Allah’ın izniyle kalk!” demiş tavuğa Abdülkadir Geylânî Hazretleri ve tavuk dirilmiş. “Ne zamanki senin evlâdın da bu makama gelirse o da tavuk yesin” diye karşılık vermiş.

Bu kerâmete Lem’alar (19. Lem’a) isimli eserinde yer veren Bediüzzaman Hazretleri bunun ne anlama geldiğini şöyle açıklıyor: “İnsanın ne zaman ruhu bedenine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olur ve lezzeti de şükür için isterse leziz şeyleri yiyebilir.”

Demek bu şartlarda dünya nimetlerinden istifade etmek için hiçbir engel yok.

İslâm bazı dinler gibi dünyayı terk etmeyi istemiyor. Tam tersi dünya nimetlerinin de mü’minler için hazırlandığını, meşrû şartlarda onlardan âzamî derece faydalanabileceğimizi öğütlüyor.

Dipnotlar:

1- Neml Sûresi: 19.

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

İslâmiyetin her şeyi müjdedir



7 milyarlık dünya ailesinin 2 milyarı Müslüman. Bu 2 milyar, şimdi bir tek hakikat ile meşgul. O da Ramazan ayı içindeki müjdeler. Aslında ayın adı “Ayların Sultanı”. Fakat ayın içinde bin bir güzellikler var. Yani müjdelerle dolu. Oruçlu insan eğer kendini dikkatle dinler ve okursa müjdeyi görecektir ve vücut denilen bu muhteşem İlâhî şehirde bambaşka rahatlıklarla karşılaşacaktır. Yaz günü ağzı kurusa da, bedenin diğer uzuvları mânevî bir rektefe ile tazeleniyor ve yeniden vücuda kuvvet ve zindelik veriyor, şuur idrak tefekkür veriyor..

Namazdaki inşirah ve âhenk oruçta da vardır. Oruçlu insanlar, İlâhî perhiz ile hareket ettiklerinden, bir ay sonunda bir yıllık döküntüden ve bir çok hastalıktan kurtuluyorlar. Âlem çarşısında çok perhizciler var, çokları netice alamadı. Yazılı ve görsel basından takip ediyoruz, çok elim ve korkunç ölümlerle karşı karşıya gelinmiştir. İlâhî perhiz, mûsikinin nağmeleri gibidir. İmsak, sahur ve iftar... Bu kelimeler bile ısırıcı değil, bilâkis tatlı ve münevver…

Ramazan ayı müjdelerle dolu. Müjdenin çok mânâları var. Sabır, güzellik, sıhhat, bereket, hoşgörü, yardımseverlik, zekât, sadaka, teravih namazları, Kur’ân hatimleri, bilebildiğin duâlar, küfürden kaçmak, boş lâkırdıdan kaçmak, gıybetten, sarhoşlardan uzaklaşmak, sigara dumanından kurtulmak, “ben oruçluyum” demek, oruçla kalkmak ve oruçla yatmak... yüzlerce müjdelerden birkaç tanesidir.

2 milyar Müslümanın evleri Ramazanda Hz. Bediüzzaman’ın tabiriyle bir muntazam ordu harekâtı gibidir. Lütfen kafamızı kaldıralım ve bütün dünyaya birlikte bakalım, görünen manzaranın tek cevabı “Allahuekberdir”. Yani “Allah büyüktür” ve hem de çok büyüktür. Dünya ailesinde var mı böyle bir muhteşem ordu? Oturup Bismillah diye başlıyor, Elhamdülillah diye kalkıyorlar. Sahur böyle, iftar böyle. Allahu ekber...

Esasında hediye getirenlere neler yapmayız ki; ikramlar, tebrikler, teşekkürler vesâireler. Peki; Ramazan ayı bir ikram müjdesi... Ya onun içindekiler? Bunun için ne kadar şükretsek azdır. Başta insan olduğumuza şükretmek lâzım. Hem insanız, hem Müslüman. Hem sahura kalkacağız, hem de oruç tutacağız. Ne kadar büyük güzellik. Bunları bize veren kim? Bahşeden kim? Gönderen kim?

Efendim ben şu kadar okudum? Filan feşmekan... TV’lere çıkıyoruz veya çıkıyorlar. Soruyorlar, anlat bakalım öz geçmişini? Hiçbiri sormuyor: Beyefendi veya kardeşim; kendinizi okunuduz mu? İnsan kendisinin câhili olur mu? Maalesef 21. yüzyılın takur tukurları ve müthiş meşguliyetleri kendimizi okumadan ve okutmaktan uzaklaştırmıştır. İşte oruç, işte insan, okulun ilk basamağı...

Türkiye ezansız, Kur’ânsız dönemler geçirdi. 2008 itibarıyla Cenâb-ı Allah’a şükürler olsun. Bugün Türkiye’de devletin en üst kademelerinden aşağıya doğru insanlar Bayram ve Cuma namazlarına halk ile beraber gidiyor ve beraber kılıyorlar. Bir cenaze namazında bütün erkân ve kurmaylar bulunuyor. Bir şehit töreni, Fatihalar, duâlar ve açılan eller ufak bir mesele değildir. Ne güzel mânevî bir manzara ve ne güzel bir tablo... Geçmiş tarihlerde hassaten 1950’ler öncesi, bunlara rastlamak mümkün değildi.

Bir iftar yemeği, bir iftar çadırı ve binlerce dâvet az bir şey mi? Nereden nereye geldik? Bunlar müjde ayı Ramazanda görülen şeffaf emareler, pencereler ve müjdelerdir. Ne olur? Bu ayda hep güzelleri ve müjdeleri arayalım ve görelim. Kendini okuyabilen ve kendini dinleyen, bunları görecektir. İftarınız mübarek olsun, sahurunuz mübarek olsun, kalbiniz nurlarla dolsun, müjdeler arkadaşımız olsun.

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Darbe tasarrufu devam ediyor



Garip bir rastlantı ki, 12 Eylül Darbesi, yine böyle bir Cuma günü yapılmıştı. Asıl garip ve hatta tuhaf olanı ise, Kenan Evren komutasındaki bir askerî cunta tarafından 12 Eylül 1980'de yapılan bu darbenin birçok alandaki tasarrufunun 28 yıldır devam ediyor olmasıdır.

İşte, size birkaç misâl...

Üniversitelerde mazlumlara halen de kan kusturmaya devam eden "başörtüsü yasağı", 12 Eylül Darbecilerinin bir tasarrufudur. Darbeden hemen sonra değil de, gayet münafıkane bir tarzda "Darbe Anayasası"nın oylanmasının (1982) hemen ardından başlatılan bu keyfî yasak sebebiyle, yüz binlerce vatandaşın ilim tahsil etmesi engellendi, istikbâlleri karartılmaya çalışıldı.

* * *

Mevcut anayasanın hâlâ 12 Eylül damgasını taşıyor olması, Türkiye'nin hukuk ve demokrasi yolunda vermiş olduğu mücadelenin en ciddî handikaplarından biridir.

Şimdiye kadar tek başına iktidara gelen partilerden hiçbiri, sivil anayasaya geçme hususunda ciddî ve dirayetli bir adım atmadı, atamadı.

* * *

Özellikle Millî Eğitim Bakanlığı ile TRT bünyesine çöreklenen darbeci zihniyet, kilit noktaları hâlâ elinde bulunduruyor.

TRT'de hiç olmadık programlar, hiç umulmadık zamanlarda devreye sokulabiliyor, MEB'de ise, daha yeni hazırlanan okul kitaplarına "darbe övgüsü" metinler yerleştirilebiliyor.

* * *

Darbe cuntasının en büyük tasarruflarından biri ise, siyaset aleminde gayet sinsice ve ustalıklı bir şekilde devam edip gidiyor.

12 Eylülcüler, siyasette en büyük darbeyi "Demokrat misyon"a vurdu. Bu misyonu siyaset sahnesinin dışına itmeye çalıştı. Misyonun asıl sahiplerini 6 Kasım 1983'te yapılan genel seçimlere sokturmadı. Hatta, partilerini kapatarak onlara siyasî yasak koydurdu.

Darbeciler, Demokratlardan boşalan siyaset sahnesini, kendilerine daha yakın (veya dişine daha yakın) gördükleri "Milletçiler"e peşkeş etti. Demokratlar gelmesin diye, dolaylı şekilde onları destekledi.

Aynı zihniyet, 1948'de DP'yi bölmek için Millet Partisinin kurulması, 1970'lerde Millî Selametin oyları bölen çıkışlar yapması, 1983'ten itibaren ANAP'ın kurulması ve dengeleri alt üst etmesi, son olarak da siyaset zemininde AKP'nin rakipsiz şekilde boy göstermesi hususunda, âzami derecede dikkat ve gayret sarf etmiştir.

CHP'nin demokratik yollardan asla iktidar yüzü göremeyeceğini anlayan bu cuntacı cereyan, kendisi için daha az tehlike arz eden ve hatta istediği zaman onunla rahatça oynayabileceği köksüz, misyonsuz, pazarlıkçı ve daha çok lider sultasının dizayn ettiği değişken hüviyetli siyasetçi tipini tercih etmiştir.

Hasılı, darbeci zihniyetin tasarruflarına son verilmediği müddetçe, Türkiye'de demokrasinin ruhuna yaraşır bir sistemi işletmek mümkün görünüyor. Dahası, mevcut anayasa ile AB'ye üye olmak, adeta imkânsız görünüyor.

Zerre ve Parçacık

Dünyanın ve kâinatın ilk yaratılış anı (Big Bang) hakkında bazı bilgiler elde etmek için Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi CERN'de "atom altı parçacıklar" üzerinde yapılacak olan müthiş ve muazzam deneyin startı verildi.

Bu deneyin neticeleri hakkındaki bilgiler, ancak iki–üç ay kadar sonra tesbit edilebicek. Deney, şimdiye kadar gerçekleştirilen "en büyük parçacık hızlandırıcısı" ile yapılıyor. "Büyük Hadron Çarpıştırıcısı" ismi verilen bu işlem esnasında, atom çekirdeğindeki protonlar çok yüksek enerjiyle çarpıştırılacak. Çarpışma, ışık hızına yakın bir hızlandırma anında gerçekleştirilecek.

Ardından, ortaya çıkan neticelere bakılarak, yeni birtakım fizik bilgileri elde edilmeye çalışılacak. İlim adamlarının en fazla merak ettikleri nokta ise, bu deney neticesinde "X parçacığı"nın mahiyetini öğrenip öğrenemeyecekleridir.

Bu parçacığın mahiyetinin anlaşılmasıyla, maddenin ezelî mi, yoksa bir ezelî olan Yaratıcı tarafından mı var edildiği ve ilk patlamaya maddeye aktivite kazandırıldığı hususu ilmen aydınlatılmış olacak.

* * *

Çoğunuz bilirsiniz, milyar dolarlar harcanarak inşa edien CERN'de çalışan on bin civarındaki ilim adamının merakla beklediği atom altı parçacıkların mahiyeti hakkında, Bediüzzaman Said Nursî bundan yıllar önce "Hüve Nüktesi" diye bir risâle yazmış ve ilim dünyasının istifadesine sunmuştur.

İşte, bu harikulâde nükteden sadece birtek nokta: "...Aynelyakin gördüm ki, HÜVE’nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda, her bir parçası, hatta her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını; hem, ayrı ayrı pekçok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını; ve o parçaya ve zerreye pekçok ağır yükler yüklendiği halde, hiç zaaf göstermeyerek, geri kalmayarak, intizam ile taşıdığını; hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, mânada o küçücük kulak ve lisanlara kemal–i intizamla gelip, çıkıp, hiç karışmayarak, bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı; ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber, kemal–i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatin şehadeti ve lisaniyle ve deyip gezer; ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gökgürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde, intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor; ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor. Ben aynelyakin müşahede ettim... Demek, ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hakim–i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki, bu işlere medar olabilsin." (Sözler, Sayfa 147)

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da yeryüzü bitkileri



Ayşe Hanım: “Kur’ân’ın kimi bitkilerden bahsedişi o bitkilerin kutsal olduğunu gösterir mi?”

Kur’ân varlıklardan, varlıkların zatları ve maharetleri için bahsetmez, yani varlıkların mânâ-yı isimleri için bahsetmez. Yani Kur’ân’ın bahsettiği varlıklara kutsal varlıklar demek bizi doğru bir sonuca götürmez. Kur’ân varlıkların tevhid inancına olan delâletleri için, Allah’ın azametini, kudretini, ilmini, iradesini, merhametini, şefkatini göstermek ve ispat etmek için bahseder. Kur’ân bu gayeye matuf olarak kâinatta var olan belli başlı hemen bütün varlıklardan bahseder ve bunları inkârcı insanın gözüne sokar. Ardından sorar: “Yedi göğü birbiriyle ahenk içinde O yarattı. Rahman’ın yarattığında nizamsızlıktan eser göremezsin. Haydi! Çevir gözünü, en küçük bir kusur görüyor musun? Sonra tekrar tekrar gözünü çevir. Göz kusur bulamaz, hor ve hakir olarak sana döner; o göz bitkindir artık. And olsun ki dünya semasını Biz kandillerle süsledik.” 1

Üstad Bedîüzzaman Hazretlerine göre Kur’ân, kâinat sayfalarında ve zamanların yapraklarında kudret kalemiyle yazılan yaratılış âyetlerini cinlere ve insanlara ders veriyor. Her biri birer manidar harf olan varlıklara mânâ-yı harfî nazarıyla, yani onlara yaratıcıları hesabına bakıyor; “Ne güzel yapılmış! Ve ne kadar güzel bir sûrette Yaratıcının cemalini gösteriyor!” diyor. Kur’ân böylece kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.2

Meselâ üzüm ve hurma tanecikleri birer şifâ deposudur, birer şefkat tomurcuğudur, birer merhamet tebessümüdür, birer cisimleşmiş rahmet incisidir! Bu incilerde insanın sağlığına ve sıhhatine yarayan ne kadar ince zerrecikler yerleştirilmişse, hepsi de Allah’ın Rahman, Rahîm, Müşfik, Şâfî, Rezzak, Vedûd, Cemîl gibi cemâlî isimlerinin birer işâretçisi ve göstericisi hüviyetindedir.

Bununla beraber, diğer ağaçlar, bitkiler, bağlar, bostanlar ve bahçeler de birer âyet değeri taşıması açısından üzümden ve hurmadan geri kalmaz. Ve Kur’ân onları da ihmal etmez.

Âyetleri inceleyelim:

“İnsan yediklerine bir baksın! Biz suyu bol bol indirdik. Toprağı yardıkça yardık. Ondan taneler, üzümler, sebzeler, zeytinlikler, hurmalıklar, bol ağaçlı bahçeler, çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik. Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye.” 3

“Gökyüzüne parıl parıl parlayan bir kandil astık! Yağışa hazır bulutlardan bol bol su indirdik. Onunla yerden taneler, bitkiler ve gür ağaçlı bahçeler çıkardık.” 4

“Bitkiler ve ağaçlar O’na secde eder. O’nun emrini dinler. O, gökyüzünü yükseltip âleme nizam ve ölçü verdi. Tâ ki adaletten ve dinin emirlerinden ayrılarak ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin. Yeryüzünü canlılar için O hazırladı. Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır. Ey insanlar ve cinler! Rabb’inizin nimetlerinden hangisini inkâr edersiniz?” 5

“Üstlerindeki göğe bakmazlar mı? Onu nasıl bina edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. Hakka yönelen her bir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik. Ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, taneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır.” 6

“Yeryüzünü enine boyuna yayıp döşeyen, onda oturaklı dağlar ve ırmaklar meydana getiren ve yeryüzünde meyvelerin hepsinden iki çift yapan O’dur. Sürekli olarak gece ile gündüzü birbirine dolamaktadır. Düşünecek olan bir kavim için bunda muhakkak ki, ibretler vardır. Yeryüzünde birbirine komşu kıt'alar vardır. Üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir tek su ile sulanır. Hâlbuki meyvelerinde birini öbürüne üstün kılıyoruz. Aklı eren bir kavim için bunda muhakkak ibretler vardır. Eğer şaşıyorsan, asıl şaşılacak şey onların şu sözleridir: ‘Biz toprak olup gittikten sonra mı, yani biz gerçekten yeniden mi yaratılacağız?’ İşte bunlar Rablerini inkâr etmişlerdir. Bunlar boyunlarında demir halkalar bulunanlardır. Ve işte bunlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır.” 7

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi: 3,4,5

2- Sözler, s. 121

3- Abese Sûresi: 24-32

4- Nebe’ Sûresi: 13-16

5- Rahman Sûresi: 6-13

6- Kaf Sûresi: 6-11

7- Ra’d Sûresi: 3-5

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Hoş geldin yâ Şehr-i Gufran



Sen mi sessizce geldin, yoksa diyarlarımızdaki gaflet gürültülerinden ötürü seni duyamadık mı? Ey şaşaa, haşmet ve rahmet tarrakalarıyla mazi kıt'alarını ziyaret etmiş şehr-i rahmet, gafletimizle garipliğin arasındaki hüzün tepeleri hazana döndü…

Hazan, gelişini kulaklarımıza fısıldamasaydı günahlar içinde daha da perişan yakalanacaktık, vüruduna ey Sultan-ı şuhur… Hem, her sene, sana olan hasretimizi söylenir durur ve gidişine olan hüznümüzü yana – yakıla satırlara dökeriz, hem de; kalbimizi, ruhumuzu, duygu ve hayâllerimizi sana hazırlamaz, adeta ecnebîlerce yakalanırız gelişine…

Bu defa da başaramadık. Sultanlara yaraşır kudümünü kutlayamadık. İçimizi, etrafımızı, dünyamızı süprüntülerden temizleyerek yollarını güllerle donatamadık. Halbuki sen yine bir bahar mevsiminde teşrif ediyorsun… Bahar olduktan sonra ne fark eder, ilk ile son arasındaki mesafe ne ki… Ey Kur´ân´ın hakikî diyarından Cibril tazeliğiyle gelen sevgili… Bizler, kucağında taşıdığın ne vahye ve ne de vahy elçisine lâyık hazırlıklar yapamadan geldin. O şefkatli duruşun ve ümit dolu bakışın da olmasa, ümitsizlik fırtınalarına kapılıp – mahvolacağız. Yeisin sam yellerini, muhabbet ve hararetinle kesmeseydin; çoktan çölde kavrulmuş nihallere dönmüştük. İşte rahmetin; çölleri bağistana, haşin beyebanları yeşil sahralara çevirdi, ey sevgili… Ey şehr-i Rahmet, hal-i pür melâlimizden ve harabeye dönmüş diyarlarımızdan bizi anlayacağını umuyoruz. Yakalandığımız hipnotik aletlerle düştüğümüz faciayı sen daha iyi tahlil edersin. Tebessümsüz simalarımız, donuk bakışlarımız, müstağni hareketlerimiz ve daha doğrusu sana koşamayışımız sakın seni üzmesin. Dedik ya, ahirzaman fitnesinin müfsid aletlerine yakalandık. Bize zamanın musibetzede ve hastaları nazarıyla bak ve öyle muamelede bulun!… Ayılanlarımızın; peşin sıra eteklerine yüzlerini süre – süre nasıl koşuşturduklarını görüyorsun ya… Biz seni çok seviyoruz. Sevgi ve muhabbetin babalarımızın ninnisiymiş, beşiklerinde… Esintisini biz de duymuştuk. Sen coğrafyalarımızın daimi sevgilisiydin… Ecdadımızın senin aşkına yazdıkları kasidelerin, her sene gözyaşlarıyla nasıl okunduğunu bizden daha iyi biliyorsun… Sen yalnızca rahmet ayı değil, kimliğimizsin. Ebem, amcamı senin isminle çağırır. O tatlı isimler Balkan'da Ramadan, Ege´de iramazan ve doğuda remzan´a dönüşür… Hepsi seni yâdederler… Yalnız biz mi? İsevî âlem seni dünyasına hüsn-ü misal gösterirken, kâfirlerin cehennemî dünyasında seninle ılık bir meltem eser. Birçok münafığın senin gelişinle ihlâs tepesine tırmandığına şahit olduk… Sultanım, biz seni sultanlara yakışırcasına karşılayamasak da, Sen Sultansın… Gelişinle dünya mutad halini değiştiriyor ve sana lâyık hürmetle dönüyor, sakinlerinin dünyasında…

Anlıyoruz… Habercilerin olan Receb-i Şerif´ten ve Şaban-ı muazzamadan gafletimizi sorguluyorsun… Leyâl-i Aşereye olan ecnebiliğimizi… Ve de ebedî beraatlere olan ilgisizliğimizi… Efendim gafletimizi kat – kat ördüler… Sana açılan kapılara “Yasak!” yazıp – ayak seslerini ve kokunu işittirecek bütün pencerelerimizi kapattılar… Dünyayı öyle süsleyip – sarmaladılar ki, itirazımıza, evvelâ bizden karşı koyanlarla ellerimizi ve ağızlarımızı bağlattırdılar. Süslü – bezekli dünya gelinine aldananlarımız, işaret parmaklarını ağızlarının üzerine koyarak susmamızı telkin ettiler. Evet, doğrudur… Buna rağmen susmamalıydık… En azından derin bir çığlık atabilirdik, fakat onu da başaramadık. N´olur perişanız… Bakışların ruhumuzu kırbaçlaya dursun. Şefkatli duruşunu bizden esirgeme… Sen sultansın. Sen şehr-i gufransın… Yeryüzünü rahmetiyle kuşatanın ismiyle geldin… Seninle sekerata girmiş dünyalarımız tekrar dirilecek. Sen İsevî bir nefhasın… Ölmüş olsak bile diriltir, nefeslerin, ey sevgili!…

Melbourne´dan Toronto´ya; zulümlü, kirli, iktisatsız ve bedbaht insanların karıştırmasıyla kokuşmaya başlayan dünyamız, rahmetinle yıkansın… Kulaklarımızı kalblerimizle, ruhlarımızı kalb, göz ve gönüllerimizle gürültü ve süprüntülerle perişan olan âlemimiz sendeki lâhuti seslerle durulsun. Açılsın yine maveranın kapıları, Kur'ânlar sarsın derunî diyarlarımızı ve cevşenler okşasın ruhlarımızı, sultanım… Sen sultanların sultanından bize rahmet, mağfiret ve kurtuluşsun, efendim…

Ey takdis edilmiş kutlu mevsim!… Hiçbir zaman senin kadar mutlu olmamalı… Zira rahmet kapılarının sonsuza dek açıldığı demler sende gizli. Çekirdeğin ormanlara dönüştüğü anlar sende saklı. Bir demin, seksen küsûr sene tuttuğu zamanlar da… Seni şu küçücük aklımızla ölçmeye kalkışmamızı da nadanlığımıza ver. Yerlerin – göklerin ihata edemediği bu kutsî visal anını ateş böceklerine yetişmeyen akıllarımız mı kucaklayacak… Haşa ve kella… Ama biliyoruz ki; sen şehr-i gufransın… Sen şehr-i Kur´ân´sın… Sen leb´a leb rahmet ve biz günahkârlara mağfiretsin, sultanım… Hoş geldin! Hoş geldin! Ey! şehr-i gufran hoş geldin!

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Bir kapı gördüğümüzde...



Aralanmış, biraz açıklık ve yol görünen pencerelerden, kapılardan geçmek, gitmek mahall-i maksuda varmak için acele etmeliyiz. Heyecanla, ümitle, aşkla ve gayretle iman, Kur’ân ve İslâmiyet hizmetinde az-çok, kısa-uzun, zor-kolay demeden koşmalıyız ve coşmalıyız.

Bizi bu yoldan alıkoyacak meşgaleden, işten, aştan ve arkadaştan uzak durmalıyız… Bu mânâda bizi yolumuza sevk eden, çağıran, yardımcı olan ve gayret edenlerle birlikte ve beraber olmalıyız. Yol çetin, yolcular ise yetim-ül yetimdir.

Önemli değil, işin başlangıcında en nurlu el sadece yetim değil, aynı zaman da öksüzdür…Ama Rahman-ı Rahim-i Vedûd onu imanı, ahlâkı ve görevindeki hizmetinden dolayı öyle kucakladı, sardı sarmaladı ki, onu medenî milletlere hoca, kâinata miftah ve bütün beşeriyete üstad eyledi..

Yeter ki halis bir niyet ve özlü, hakkaniyetli bir hareketle biz hizmeti isteyelim, hizmete talip olalım ve hizmet etmeye başlayalım… Ahir zaman devir ve devranı içinde yalnız olmadığımızı bilmeliyiz. Cemaatin aynı maksatla kıraatı, okunması yapılan imanî ve İslâmî, Kur’ânî meselelerin, konuların bir şahs-ı manevî şemsiyesi, havuzu ve bereketi, muhafaza zırhı oluşturduğu unutmamalıyız… Bulunduğumuz konumda devam ederken, hamd, şükür ve teşekkürde bulunma devam etmek gayreti içinde bulunabilmeliyiz…

Yukarıdan aşağıya doğru nazil olan, bizi seven, sevdiğini bildiren Rabbimizin sunduğu fevkalâde kolaylıklar, rahmet ve bereket dolu muhabbeti imanî ve İslâmî, Kur’ânî hizmete nankörlük etmeden, sahip çıkarak devam etmeliyiz ve devamda mütemerridâne kararlı ve ısrarlı olmalıyız.

Siyaset ve dünya cereyanlarına, şahsî ve dünyevî menfaatlere gösterdiğimiz merak ve arzuyu zamanı ve imkânları Kur’ânı anlamak, Risâle-i Nurları okumak, İslâmiyet’e hizmet noktalarından göstermeliyiz ve inat etmeliyiz gayret ve çalışmalarda bulunmalıyız.

Elimizde bir senet ve istikbalde belli bir zaman hedefimiz olmadığı için, şu tarz fikir, düşünce ve sohbetlere devam etmek zorunda kalıyoruz. Çünkü şu millete, şu ihtiyarlara, şu gençlere, şu ailelere yazık olur, bu kısım insanlara gelecek her türlü afet, belâ ve ceza insaniyet ve İslâmiyet noktasından hepimizi üzer ve vaesefa ki elden, dilden ve gönülden gittikten sonra elden bir şey gelmez…

Ahmak sevda-yı heves olarak kendimizi görmemeliyiz. Cenâb-ı Kahhar-ı Zülcelâlinde sabır ve verdiği mühletleri ahmakcasına denemeye çalışmamalıyız.

Bize düşen, bize ihsan ve ikram edilen halât ve vücudî varlıklara sahip çıkarak Sahib-i Hakikî’ye hem hamd, hem de şükür noktalarından cevap vermektedir.

Demek ki aralık, açık ve arkasına kadar dayanmış bir kapı gördüğümüzde beklemek ve düşünmek iman, Kur’ân ve İslâmiyet hizmeti açısından girmemizi, hizmete ve çalışmaya devam etmemizi gerektiriyor.

Durmak, tembellik yapmak başka işlerle ve onunla bununla uğraşmak eblehliktir...

Vesselâm...

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

11 Eylül ve Yeşil’i



10 EYLÜL 2008 akşamı (saat 20:00 suları) El Cezire’nin yayınladığı 11 Eylül belgeselini seyrettim. Bu belgesele göre, 11 Eylül saldırısı A’dan Z’ye tam bir kurmaca. Hatta programın ilerleyen dakikalarında karşımıza birden fazla Bin Ladin birden fazla Muhammed Atta portresi çıktı ve şaştık kaldık. Bunlar çifter veya birden fazla kişilikler mi yoksa bir kişinin farklı görüntüleri mi? Programı sonuna kadar izledikten ve takip ettikten sonra zihnimde şöyle bir Bin Ladin portresi canlandı. Bizim Mahmut Yıldırım’ı alın küresel vizyona koyun. İşte Bin Ladin budur. Küresel Yeşil veya 11 Eylül Yeşil’i. Yani Bin Ladin kasıtlı olarak markalaştırılmış ve efsaneleştirilmiş bir kişilik. Adeta Nasreddin Hoca’nın eylemci versiyonu. Tarihin bütün nüktelerinin üzerine boca edildiği adam gibi tam bir anonim. Türkiye’de Yeşil’lerden birisi Mahmut Yıldırım idi ve daha sonra geç de olsa onun Yeşil’lerden sadece biri olduğunu öğrenecektik. Veya yapılan bir çok fail-i meçhulün; gıyabında onun üzerine yıkıldığını anlayacaktık. Bin Ladin de böyle biri. Program boyunca aslında sadece Bin Ladin’in binbir surat olmadığını bunun yanında El Kaide’nin de toptan kurmaca bir hareket olduğunu ve isim babasının da bizzat CIA olduğunu öğreniyoruz. CIA eğittiği Arap Afganlılara sonradan El Kaide demişti. El Kaide denmesinin elbetteki dayanağı var. Afgan Arapların isimlerinin tutulduğu database/veritabanına Arapça olarak El Kaide denmektedir. Dolayısıyla Database/Kaide bu suretle Hasan Sabbah’dan sonra tarihin en büyük terör örgütü ve şebekesi hâline getirilmiştir. Avrupalı bazı şahsiyetler 2005 yılında brifing için bir Amerikan tesisine (CSIS olabilir) veya doğrudan NATO merkezine davet ediliyorlar. Orada bizzat Bin Ladin’in sesinden (kasete alınmış) NATO merkezine saldıracağını dinliyorlar. Apışıp kalıyorlar. Zira oradaki Bin Ladin’in sureti, sireti fotoğraflarından ve kasetlerinden tanıdıkları Bin Ladin’inkine pek uymuyor. Bunun sonucu olarak Avrupalı yetkililer, teknik olarak Bin Ladin’in benzer sesinin ve silüetinin üretilebileceği kanaatine varıyorlar. Ve bu kopyalama veya teknik klonlama vasıtasıyla binlerce çeşit Bin Ladin görüntüsü oluşturulabileceğini düşünmeye başlıyorlar. Bu elbetteki fiziki bir klonlama değil; görüntü ve ses klonlaması. El Cezire’deki belgesele konuşanlar, 11 Eylül’ün ardından Bin Ladin’in olayı sahiplendiği kasetin de aynı şekilde fabrikasyon ve düzmece olduğuna işaret ediyorlar. Zaten namuslu İngiliz dışişleri bakanlarından Robin Cook, The Guardian gazetesindeki bir makalesinde Kaide’yi bizzat ABD’nin uydurduğunu kabul ediyor. Bu marka altında Bush, İslâm dünyasına yönelik olarak bir Haçlı saldırısı başlatmıştı.

***

ABD’nin kirli işlerini Black Water tipi paralı örgütlere yaptırdığı da ifade ediliyor. Bu anlamda, El Kaide hem fabrikasyon hem anonim hem de sahte. Sahicilik süsü verilmesi için gerçek mânâda ABD ile mücadele edenler de bu marka içine alınıyorlar. Afganistan’da Gül Ahmed’in feryat ettiği gibi çoluk çocuk demeden sivilleri katlediyorlar ardından da, ‘90 Taliban mensubunu öldürdük’ diye yaygara koparıyorlar.

Cezire’nin takdim ettiği alternatif 11 Eylül rivayetine göre, Muhammed Atta ve benzerleri gerçekte pırpır uçak kullanabilecek kapasitede bile değiller. Uyuyan hücre olarak nitelendirilen 19 kişiden 5 veya 6’sı el’an hayatta bulunuyor. Ve yine 19 kişiden bazıları bizzat Amerikan ordusu tarafından eğitilmiş ve bunlardan bazıları Bosna’da Boşnak saflarında çarpışmış. Çok ilginç bir ayrıntı: Sivil uçakların kaçırıldığı hâlde onu anında yakalayacak ve devredışı bırakacak olan savaş uçaklarının niye devreye sokulmadığı muamma olarak kalmaya devam ediyor. Bunun sırrı şurada: 11 Eylül, ABD’de karar alıcıların ve yönetim kademelerindeki herkesin bildiği tarihin en büyük yalanı ve muvazaası. Bundan dolayı Pearl Harbour saldırısında ihmâli görülen yetkililer cezalandırılırken 11 Eylül’le alâkalı bir tek kişi cezalandırılmamıştır. İkincisi, 11 Eylül’e doğru giderken Haziran ayında hava güvenliğiyle alâkalı olarak ihlâllerde ve korsanlık vakalarında seri ve hızlı müdahaleyi emreden iki yasa iptal edilmiş ve 11 Eylül’ün akabinde bu yasalar yeniden yürürlüğe sokulmuş. Yani minareyi çalanlar kılıfını bulmuş. Dolayısıyla sanki eylemcilerin (varsa) ellerini kollarını sallayarak hedeflerini vurmalarının önü açılmış. Buna komplo veya muvazaa demek az gelir. Sonra delil olarak takdim edilen Muhammed Atta’nın arkadaşlarıyla birlikte uçağa doğru yöneldikleri fotoğraf karesi de sahte değil ama olayın fotoğrafı değil. Fotoğraf gerçek ama olayla ilgisi kurmaca. Muhammed Atta ve bazı arkadaşları olaydan önce Portland’dan bir uçağa biniyorlar ve Boston’dan kacırılan uçağın kalkmasına yarım saat kala alana iniyorlar. Fotoğraf Boston fotoğrafı değil, Portland fotoğrafı. Boston’a indiklerinde uçağın kalkmasına yarım saat vardır ve gerçekten de bu süre zarfında uçağa binebilecek vakitleri olmuş mudur? Adalet Bakanı Ashcroft, 11 Eylül’e kadar terörizm konusuna ve tehlikelerine hiç değinmek istemezken akabinde yeri göğü inletmiştir.

***

Sonra gerçekten de Muhammed Atta ve Cerrah gibi arkadaşlarında kişilik bozukluğu mu var? Veya çift kişilik sahipleri mi? Atta’nın zaman zaman zil zurna sarhoş olduğu, kokain kullandığı ve yabancı kadınlara düşkün olduğu resmî ve gayriresmî rivayetler arasındadır. Ve adeta gizlenmek için değil de akılda kalmaya ve iz bırakmaya matuf (28 Şubat’ta Aczmendiler gibi) mesajlar veriyor ve kendisinin Amerikan uçak şirketlerinde çalıştığını söylüyor. Bunlar uyuyan hücreler mi yoksa amacı ABD’yi uyandırmak olan hücreler miydi? Bunlar akılda kalmaya çalışan fabrikasyon imalatlar mıydı? Sonra İkiz Kuleler’in çelikleri eridiği hâlde nasıl oluyor da zanlılardan birisinin pasaportu yanmaya karşı direniyor. Çelik eriyor, kâğıt direniyor. Olaydan sonraki garip ayrıntılardan birisi de Rumsfeld’in Pentagon binasının önünde birkaç kişiyle birlikte bir ağırlığı kaldırıp mekândan uzaklaşması görüntüsüydü. Kaldırdıkları neydi ve acaba Rumsfeld’den başka bunu yapacak birisi yok muydu? Sonra belgesele göre, yetkili mercilerden uçak kaçırma olaylarıyla alâkalı gelen telefonlara cevap vermemeleri istenmiş. 11 Eylül’ün sırları birgün muhakkak surette bütün detaylarıyla ortaya çıkacaktır. Ama bu sırlar ortaya çıkmadan 11 Eylül rejimi tepetaklak olacaktır. 11 Eylül üzerine yeni Amerikan imparatorluğu hayali kuranlar tam tersi bir manzarayla karşılaştılar. İkiz Kuleler’in eridiği gibi ABD’nin içeride ve dışarıda erimekte olduğu gün gibi aşikâr olmuştur. 7 yıl sonra Ground Zero’da Amerikan yüzyılının baş aşağıya doğru gittiğini görüyoruz. Haramın binası, yalanın sonu olmaz. Yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmaz.

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

12 Eylül niye bitmiyor?



Meş’um darbenin 28. yılını da geride bıraktık. Ama kurduğu düzen aşılamadı. Baskı ve şaşırtmacalarla yüzde 92’ye “evet” oyu verdirilen çağ ve hukuk dışı ihtilâl anayasası da hâlâ yürürlükte.

Gerçi aradan geçen zaman zarfında, bu ucube anayasanın sayı itibarıyla azımsanmayacak maddelerinde birtakım değişiklikler gerçekleşti.

Özellikle AB sürecinde bazı temel meselelere nisbeten dokunacak düzenlemeler de yapıldı.

Ama yapılanların hiçbiri, anayasanın özündeki çağ ve hukuk dışı ruh ve felsefeyi zayıflatamadı; onun sıkı sıkıya koruma altına alındığını ifade ve ilân eden maddeler olduğu gibi duruyor.

Başlangıç metninde “hiçbir düşünce ve mülâhazanın Atatürkçülük karşısında korunma göremeyeceğini” buyuran ibare uzun mücadele ve kavgalardan sonra sadece şöyle rötuşlanabildi:

“Hiçbir düşünce ve mülâhaza” kelimelerinin yerine, “hiçbir faaliyet” kelimeleri konuldu. Böylece düşünce ve mülâhazaların güya Atatürkçü baskıdan kurtarıldığı, ama onun yerine faaliyetlerin korunma dışında tutulduğu bir ülke olduk.

(Ve son olarak Yargıtay Başkanı, bu metnin anayasadan çıkarılmaması gerektiğini söyledi...)

28 Şubat’ın ürünü olan zulüm ve haksızlıklar niye bir türlü bitirilemiyor? Halkın yarısının oy verdiği bir partiye niçin kapatma dâvâsı açılıyor? Türkiye’nin kronik sorunlarını çözüp gelişme yolunu açabilmesi için her alanda şart olan temel reformlar neden gerçekleştirilemiyor?

Sebep, 12 Eylül anayasasının hâlâ yürürlükte olması. Yaşanan ibretli tecrübelerden de gerekli dersleri çıkararak bu gerçeği çok iyi anlamamız ve bu anayasadan bir an önce kurtulmadan önümüzün açılmayacağını artık görmemiz lâzım.

Bunun için, toplumun ve özellikle genç kuşakların demokrasi şuuruna sahip olmasını sağlayacak şekilde doğru bilgilendirilmeleri büyük önem taşıyor. Bilhassa darbelerin ülkemize nelere mal olup neler kaybettirdiği iyi anlatılmalı.

Türkiye’deki eğitim sisteminin son derece önemli ve hayatî problemlerinden biri, doğru ve sağlıklı bir demokrasi eğitiminin bulunmayışı.

Ve bununla bağlantılı olarak, inkılâp tarihi müstakil bir ders olarak müfredatta yer alırken, demokrasi tarihinin okutulmasına yer olmayışı.

Aslında şu anda okullarda okutulan inkılâp tarihi dersinin adı eskiden cumhuriyet tarihiydi. Ama anlatılan konular “ebedî ve millî şef” dönemleriyle bitiyor ve cumhuriyetin demokrasi aşamasına geçtiğimiz 1950 ile sonraki gelişmeler anlatılmıyordu. Ve bu durum hep eleştirildi.

Ama bir türlü çözüm bulunamadı. Çünkü 50 sonrasının nasıl anlatılacağı konusunda bir uzlaşma sağlanamadı. Eğitim bürokrasisinde de etkinliğini sürdüren tek parti zihniyeti, demokrasinin defalarca canına okuyan darbeleri haklı gösteren ve sorumluluğu milletin seçtiklerine yıkan bir anlatım tarzında ısrarlı olunca bu ders uzun yıllar eski içeriğiyle devam etti, ama isimle muhteva tutarlı olsun diye “cumhuriyet tarihi” yerine “inkılâp tarihi ve Atatürkçülük” denildi.

Ve ne zaman ki, AKP iktidarı işbaşına geçti; yıllardır yapılamayan şey gerçekleşti: 50 sonrasındaki olaylar; 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve hattâ 28 Şubat da ders kitabına girdi. Ama nasıl?

Tek parti zihniyetindeki eğitim, bürokrasinin yıllardır yapmak isteyip de yapamadığı şekilde:

“27 Mayıs, DP hükümeti muhalefeti etkisizleştirmeye çalıştığı için yapıldı” diyerek; Yassıada ve idam utançlarını gizleyerek; 12 Mart’ın sorumluluğunu politikacılara yıkarak; 12 Eylül’ü haklı bir müdahaleymiş gibi anlatarak ve “28 Şubat’ta MGK laiklik karşıtı söylem ve eylemler için hükümeti uyardı” ifadesini kullanarak...

Bunlar, ilköğretim 8. sınıflar için hazırlanan İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük ders kitabından.

Millî Eğitim Bakanının övündüğü “müfredat reformu”nun içerisinde bunlar da var demek ki.

12 Eylül ve 28 Şubat niye bir türlü aşılamıyor, aksine uzadıkça uzuyor? Cevabı işte meydanda.

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Her taşın altından 12 Eylül çıkar



Kimilerine göre 10, kimilerine göre 40 yıl ‘geri’ gitmemize sebep olan 12 Eylül 1980 ihtilâlinin yıl dönümündeyiz. 12 Eylül 1980 Cuma günü sabaha karşı yönetime el koyan ihtilâlciler, kendilerince Türkiye’ye ‘balans ayarı’ yapıp ‘düzen’ verdikten sonra yönetimi sivillere devretti.

İki üç yıl içinde yönetim sivillere devredildi, ama bu devir sadece kâğıt üzerinde bir devirden ibaret kaldı. İhtilâlciler, Türkiye’yi fiilen idare ettikleri günlerde öyle uygulamalar ortaya koydular ki, yönetim görünüşte sivillere/siyasetçilere geçmiş olsa da ‘ihtilâlci anlayış’ maalesef fiilen sürüp gitti.

En başta; hazırlanan ve millete zorla dayatılan/ kabul ettirilen 1982 Anayasasının sebep olduğu vahim durumları hatırlayalım. Aradan çeyrek asır geçtiği halde ve hemen her sivil iktidarın “Bu anayasa değişmelidir, Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılamıyor. Daha demokratik, çağın şartlarına uygun bir anayasa gerekli” demesine rağmen 12 Eylül’ün ‘hediyesi’ olan anayasadan kurtulabilmiş değiliz.

12 Eylül’ü savunanlar, ‘kanlı’ ihtilâl olmamasından bahsederler. Aslında ihtilâlciler geçmiş dönemdeki ‘kanlı’ ihtilâllerin ters teptiğini görünce kendince yanlışlarından ders alıp, insanları ‘can evinden’ vurmayı tercih etmişlerdir. İnsanları olabildiğince sekülerleştirip, dindarları dahi dünyevîleştirmişlerdir. Maalesef, bunun için uygun ‘sivil siyasetçi’ de bulabilmişlerdir. Bütün bunlara rağmen milletin vicdanı, 12 Eylül uygulamalarını kabul etmemiş, imkân ve fırsat bulduğu her fırsatta bunu ifade etmiştir. Devam eden yıllardaki ‘sandık neticeleri’ bunun bir delilidir.

Her kötülüğün altında 12 Eylül ve benzeri ihtilâlcilik anlayışının bulunduğunu ifade etmemizde ‘komplo’ izleri arayanlar olabilir. Ama bundan eminiz. Çünkü gerek siyasî, sosyal ve gerekse ekonomik konulardaki problemleri bir bir sıralarsak, altında mutlaka bir 12 Eylül uygulaması ya da anlayışı bulabiliriz.

12 Eylül, sonraki ‘post modern darbe’lere de zemin hazırlamıştır. Sonraki açık ya da gizli darbe ve müdahaleler, 12 Eylül anlayışının o günkü versiyonundan başka bir şey değildir. Gerek 28 Şubat 1997’deki meşhur ‘bildiri’ ve gerekse ondan sonraki ‘bildiriler’de hep 12 Eylül’ün imzası, anlayışı, yaklaşımı vardır.

12 Eylül anlayışının hazırlayıp 1982’de millete dayattığı anayasayı ‘çöp’e atmadıkça problemlerden kurtulamayız. “Ne zorla dayatması, millet yüzde 92 nisbetindeki oyla 1982 anayasasını kabul etti” diyenler bilmem kendilerini kandırabilirler mi? Bu konuda milleti kandırmaları zaten mümkün değil. Bizzat yaşadığım için biliyorum, referandumda ‘hayır’ anlamına gelecek ‘mavi’ renkten bahsetmek bile yasaktı! Hele köylerdeki baskı? Tek kanallı ‘devlet televizyonu’ sebebiyle öyle bir hava meydana getirilmişti ki, 1982 Anayasasına ‘hayır’ demek, “anarşiye evet” demek olacaktı! Tabiî bazı dindarlar da “Din dersi mecburi oldu” diye sevindi ve anayasaya ‘evet’ kampanyasına destek verdi. İçi boş, hatta ‘İslâm dini’nden bahsetmeyen bir ‘din dersi’nin neresi savunulacaktı? Hem, ‘zorla din dersi’nin netice vermesi mümkün müydü?

Elbette 12 Eylül ürünü 1982 anayasından kurtulmak ‘tek çare’ değil, ama mutlaka bir an önce bu acubeden yakamızı kurtarmamız gerekir. Yanlışın nerede yapıldığını tesbit edebilirsek, doğruyu bulmakta zorlanmayız...

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Ergenekon”un geri üsleri (2)



“Ergenekon”un Türkiye’de kargaşa ve kaos ortamını hedeflediği “iç yüzü”nü deşifredeki tahrik ve terör eylemlerinden okunmakta. Bu durum, ne olduğu ve kimin hesabına çalıştığı meçhul olan “El Kaide”den PKK ve Dev -Sol benzeri taşeron örgütlerin “tetikçi” seçilmesinden de belli.

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de demokrasiyi katleden darbelerin dışarıdan tezgâhlandığı artık saklanmayacak bir gerçek. 12 Eylül’de Amerikan Başkanının kulağına, “Bizim çocuklar Türkiye’de işi bitirmiş” müjdesi (!) bunun bir göstergesi.

Keza 28 Şubat “postmodern darbe”sinin de yine dışarıdan plânlandığı, ABD ve İsrail’in çıkarlarına aykırı düşen Refahyol hûkümetinin bu plânla düşürülmesinin de Amerikan Hudson Enstitüsü ve benzerî “düşünce üretim merkezleri”nin işi olduğu, açıkça ikrar edilmekte.

Malûm medyanın marifetiyle, dakikalarca ayakta alkışlanan brifinglerle başlatılan “irtica ile mücadele” anaforunda istimal edilen figüranların rol aldıkları senaryoların sözkonusu uluslar arası mihraklarca servis edildiği, olayların akabinde ortaya çıkmakta.

Dünden bugüne 28 Şubat sürecinin siyasî aktörü “Anasollu koalisyonlar”ın işbaşına getirilmesinde olduğu gibi, seçimler öncesinde AKP’ye oy patlaması yaptıran “27 Nisan e-muhtırası”nın da aynı kaynaklarca kotarıldığı iddiasını haklı kılmakta…

“AMERİKAN YAHUDİ LOBİSİ” BAĞLANTISI…

“Ergenekon soruşturması”nda, kamplaşmayla kavgayı kurgulayan ve bir kısmı açığa çıkan suikast ve bombalama eylemlerinin amacının toplumda kaos ortamı oluşturmak olması da bunu te’yid etmekte.

Bunun içindir ki Haziran 2007’de Amerika’daki Hudson Enstitüsü’nde tartışılan “hayalî senaryo”da, en az elli kişinin ölümüne yol açacak Taksim’deki bombalı eylem plânının gündeme gelmesi, oldukça enteresan.

Yine “Ergenekon”un Amerikan neocon’larla bağlantısını belgeleyen Jacques Cheminade’nin tesbitleri, Türkiye’deki “Ergenekon iddianamesi”nde mâkes bulmakta. “Ergenekon çetesinin bazı geri üsleri Washington’da bulunuyor” başlıklı makaledeki gerçekler, “Ergenekon” ile Amerikan Yahudi lobisi emrindeki düşünce kuruluşlarının ilişkisini ele vermekte.

Bu bakımdan “Ergenekon” kapsamında “soruşturma” konusu olan operasyonların merkezinde, savaşların asıl başlatıcısı Bush’un yardımcısı Dick Cheney ekibinden ajan ve elemanların yanı sıra “Türk asıllı ABD vatandaşı” Zeyno Baran’ın ve Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı kocası Matt Bryza’nın sayılması, hiç şaşırtıcı gelmiyor.

Keza yerli “ulusalcılar”dan daha “Kemalist ve laik” olduğu kaydedilen Michael Rubin ve “karanlıklar prensi” lâkabıyla anılan Richard Perle’nin “Ergenekon’un ABD odağındaki en etkili isimler” olması da bu açıdan anlamlı!

Diğer yandan “Ergenekon” ile NATO’nun gizli örgütlenmesi Gladio arasındaki benzerliklere atıfta bulunulan araştırmalarda, “iddianname”de yer alan yerli bazı medya yöneticilerinin Washington temsilcileri aracılığıyla Dick Cheney’in yakın adamlarıyla yaptıkları görüşmelerde “ülkenin istikrarsızlaşması” ve “Cheney’nin Türkiye’de bir darbe için yol araması”nın tartışılması, bu hususta dikkate değer.

Zira bütün bunlar, “Ergenekon”un arkasındaki “derin yapı”nın, Türkiye’deki “derin yapı”yı da aşıp ucunun Hudson Enstitüsü gibi Amerikan - Yahudi lobileri etkisindeki haricî mihraklara uzandığını açıkça ortaya koymakta…

“HARİÇ CEREYANLARA

BİR ÂLET-İ LÂYA’KIL…”

Neticede “müteharrik-i bizzat olmayan ve bilvasıta müteharrik olan” dahildeki yerli işbirlikçilerin “hariç cereyanlara bir âlet-i lâya’kıl (akılsız bir âlet)” oldukları, hariçten üflenen provokasyon ve plânlara göre oynadıkları bir defa daha görülmekte. (Sünûhat, 64-65)

“Ergenekon-neocon” kontrolündeki projede, bazı “kripto ecnebiler”in yanı sıra, bol dolar maaşlı “işbirlikçi ajanlar”ın, “ücretli oyuncular”ın ve “beslemeli militanlar”ın karanlık, kanlı ve kirli işlerde kullanıldığı, ayan beyan anlaşılmakta.

Kafkasya krizinin patlak vermesiyle Türkiye’nin Karadeniz’de “Amerikan - İngiltere-İsrail rotası”na çakılmasının ve bölgede “stratejik müttefiklik” saikiyle “şer ekseni”nin hegemonya, enerji kaynakları ve hatlarını kontrol altına alma çıkarlarına göre işgal ve istilâsına destek vermesinin ne tür bir çıkmaza sürüklendiği yeniden sahnelenmekte.

Zira Ergenekon’la ortaya çıkan kırılma ve çöküntü, siyasî manipülasyonlar, sosyal mühendislik olayları, toplumu kutuplaştırma operasyonlarıyla kalmamakta. “Laik-antilaik” çatışması hesabına tertiplenen “irtica tehdidi” uydurmalarıyla etnik ve mezhebî farklılıkları kaşıyan ve halkı kışkırtan kampanyalarla, terörü tahrik eden eylemlerle ülkeyi dıştan gelen dayatmalara karşı kırılgan hale getirilmekte.

Ve ülke, siyasette küresel güçlerin, ekonomide uluslar arası sermayenin emr-i vakilerine teşne durumuna düşürülmekte…

Kısacası, uluslar arası emperyal dayatmalara gelinmekte, dış politikada global politik oyunun oyuncağı olunmakta…

Çok garip…

12.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Tortulardan kurtulmak



Bugün 12 Eylül askerî ihtilâlinin 28. yıl dönümü. 12 Eylül 1980 tarihi demokrasimiz adına kara günlerden birisidir. Bu tarihte Türk demokrasine büyük bir darbe vurulmuştur. Aradan geçen 28 yıl sonra hâlâ ihtilâlleri konuşuyoruz. Darbe plânlayanlar çıkıyor. Bunlar demokrasimiz adına utanç verici gelişmeler.

12 Eylül ihtilâlinin bıraktığı üç kötü miras aradan geçen 28 yıla rağmen hâlâ değiştirilemedi, yok edilemedi, çözülemedi. Bunlardan birisi 1982 anayasası, bir diğeri başörtüsü yasağı, diğeri de YÖK…

Türkiye hâlâ “12 Eylül ihtilâlinin ürünü” olan anayasadan kurtulamadı. 26 yıl içinde 13 defa değişikliğe uğradı. 177 esas maddeden oluşan Anayasa’nın başlangıç bölümü ile 75’in üzerinde maddesi değiştirilirken, 3 madde ise yürürlükten kaldırıldı.

Ancak ihtilâl şartlarından hazırlanmış olması tamamı değiştirilse de bu imajı üzerinden silemeyecektir. Bu yüzden yepyeni, sivil bir anayasa yapılması gerektiği yıllardır konuşuluyordu. 22 Temmuz seçimlerden sonra da kamuoyunda da bu yönde bir beklenti olunca “sivil” anayasa hazırlıklarına başlandı. Taslak hazırlanıp iktidar partisine verildi. İktidar partisi de bunun üzerinde çalışmalar yapıp, tam tamamlamak üzere olduğu açıklanırken, birdenbire anayasa çalışmaları rafa kaldırıldı. Şu anda ne aşama da olduğunu bilinmiyor. Yapılan açıklamalara bakılırsa, hükümet yeni bir anayasa yapmaktan vazgeçti. Çözümü de mevcut anayasanın bazı maddelerinde değişikliğe gidilmesiyle buldu.

12 Eylül ihtilâlinin icat ettiği ve bugüne kadar çözülemeyen ve binlerce insanı mağdur eden bir konu da başörtüsü yasağı. Başörtüsü yasağı, ilk defa 22.7.1981 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile orta dereceli okullarda ve bir yıl sonra da 16.7.1982 tarihinde kamu kurum ve kuruluşlarında ve kanunla değil, Bakanlar Kurulu’nun kabul ettiği yönetmeliklerle yürürlüğe konulmuştur. Bu yönetmelikler de bu güne kadar düzeltilememiştir.

Üniversitelerde başörtüsü yasağı ise, ilk önce Yüksek Öğretim Kurumunun (YÖK) 20.12. 1982 tarihinde yayınladığı bir genelge ile başlamıştır. Bu genelge üzerine üniversite senatoları, başörtüsünü yasaklayan kararlar almışlardır. Bu yasakların kaldırılmasını isteyen Türkiye Büyük Millet Meclisi, 28.10.1990 tarihinde, 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun 17. maddesini kabul etmiştir. Halen de yürürlükte olan bu maddeye göre de bir yasaklama sözkonusu değildir.

Bu yasak konusunda yazdığımız her yazı da “kanunsuz başörtüsü yasağı” diyoruz. Evet ne anayasada ne kanunlarda başörtüsünü yasaklayan bir hüküm yok. Ama fiiliyatta bu yasak acımasızca uygulanıyor. Şu günlerde öğrencilere başörtülü olarak okula girmeyeceklerine dair “taahhütname”ler imzalatılıyor.

12 Eylül’ün bir diğer ürünü de Yüksek Öğretim Kurulu. 6 Kasım 1981 kurulan YÖK, 12 Eylül darbesi deyince ilk akla gelen kurumlardan. Kurulduktan sonraki yıllarda, sol görüşlü öğrenci ve öğretim elemanlarını üniversitelerden uzaklaştıran uygulamaları ile ünlenen YÖK, 28 Şubat süreci sonrasında ise başörtüsü yasakçısı, laik söylemleriyle ve baskılarla dikkat çekti. Gürüz ve Teziç yönetiminde de bu imaj konusunda tavan yaptı. Şimdiki Başkan Prof. Yusuf Ziya Özcan’ın göreve başlarken sergilediği “özgürlükçü” tutuma rağmen üniversite rektörleri özgürlükten yana değil de yasaktan yana tavır alıyorlar. Bu yüzden de 12 Eylül ürünü olan bu kuruldan da kurtulmak, hiç değilse yapısını değiştirmek gereklidir.

Türk milletine demokrasiyi çok görmüş, halkın seçtiği insanları alaşağı etmiş, Parlamentoyu kapatmış bir dönem Anayasa’da yer alan geçici 15. madde olduğu sürece yargılanamıyor. Darbe yapanlar yargılanmadıkça da, darbe planlayanlarda, darbe yapmaya teşebbüs edenlerde, darba çığırtkanlığı yapanlarda olacaktır.

Sözün özü: 28 yıl sonrasında 12 Eylül ihtilâlinin getirdiği pek çok şey hâlâ yerinde duruyor. Yukarıda saydığımız veya sayamadığımız pek çok konuyu da çözecek olan Meclis’tir. Ancak şu anki Meclis aritmetiğine bakıldığında iktidar ile muhalefet arasında en ufak bir konuda bile uyuşma yaşanmıyor. Meclis Başkanı Köksal Toptan anayasa değişikleri için komisyonlar kurulmasını tavsiye ediyor. Muhalefet daha baştan karşı çıkıyor. Dışişleri Bakanı Ali Babacan uyum yasalarını muhalefete götürüp, görüşünü almak istiyor, kendisine randevu dahi verilmiyor. Görülen o ki 1 Ekim’de başlayacak Meclis çalışmaları böyle devam ederse erken seçimin gündeme gelmesi hiç uzak bir ihtimal değil.

Türkiye’nin 12 Eylül ihtilâlinin getirdiği tortulardan kurtulması gerekiyor. Daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük için…

12.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır