10 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Kâinat kitabını okuyarak ateizmden kurtulan bilim adamı


A+ | A-

Adı Dr. Francis Collins. İnsan Genomu Projesinin müdürü. Bir bilim adamı. Son yirmi yılını DNA araştırmaları ile geçirmiş.

“Dinin yaşanmadığı bir evde büyüdüm. Ebeveynim san'at, tiyatro ve müzikle ilgileniyordu. Bana dinin saçmalık olduğunu öğretmediler; ama önemli olduğunu da söylemediler. Üniversiteyi bitirdiğimde agnostik haline geldim; sonunda da ateiste dönüştüm. Bana göre; önemli olan tek şey; kâinatın nasıl çalıştığını anlamaya yönelik bir bilimsel yaklaşımdı. Onun dışındaki her şey hurafe idi.

Sonra Tıb eğitimi aldım ve hayat ve ölüme ilişkin hipotetik sorular çok fazla hipotetik görünmüyordu artık. Ölümü bekleyen hastaların yatak uçlarında imanlarının onları böylesine bir fırtına içinde nasıl kaya gibi sağlam tuttuğunu gördüm. Hastalardan birisi bana “sen neye inanıyorsun doktor?” diye sordu. İşte o zaman dini araştırmaya karar verdim”.

Collins birden ömrünü içinde geçirdiği bilimin bir çok yönden Allah’ın varlığına işaret ettiğini fark etti.

“Big Bang! Kâinatın hiçlikten başladığı gerçeği. Bu inanılmaz tekillikten, kâinat varolmuştu ve o zamandan bu yana da genişliyordu. Bunun bir açıklaması olmalıydı. Tabiatın kendisini yaratmadığını gözlemlediğimize göre, nereden gelmişti tabiat? Eğer Yaratıcının tabiatın parçası olmadığı sonucuna varmazsanız, problemi çözemezsiniz. Eğer yaratıcının zamanın dışında olduğunu anlamazsınız, problemi çözemezsiniz”.

Bu araştırmalar onu hem mükemmel bir matematikçi, hem mükemmel bir fizikçi olması gereken bir Yaratıcıya götürdü. Artık gördüğü her şey nefes kesici geliyordu. Sonra İnsan Genomu Projesinin yöneticisi oldu. 3,1 milyon insan genomu harfini okuyan bilim adamları heyetini yönetti. Artık “tüm canlıların bilgi molekülü olan DNA’nın Allah’ın dili, bedenlerimiz ve taibatın geri kalan kısmının mükemmelliği ve karmaşıklığının Allah’ın planının bir yansıması olduğunu” görebiliyordu.

“Ancak akıl tek başına Allah’ın varlığını kanıtlayamaz. İman muhakeme etmek artı vahiydir. Ve vahiy kısmı yalnızca akıl ile değil, aynı zamanda gönülle düşünmeyi gerektirir.”

Bilim ve imanın birbirini tamamlayan hakikatleri arasındaki muhteşem uyumu o zaman fark etti. Meselâ insanın kâinata biraz erken gelse yerçekiminin fazlalığı yüzünden bir milyar parçaya bölüneceğini gördü. Bir çok unsurun aynı anda ve belli şekilde harekete geçmesiyle bu mükemmel denge kurulabilirdi. Bütün bunları keşfetmeye başladığında 27 yaşındaydı. Şimdi 59 yaşında. Artık bilimin cevap veremediği soruların cevabının dinde olduğunu biliyor: Öldükten sonra ne olacak? Niye buradayız? Artık bilim ile imanın ‘bilme’nin iki ayrı yüzü olduğunu biliyor. Bilim “nasıl” sorularına cevap verirken, din “neden” sorularına cevap veriyordu. “Eğer hem bilimi hem de dini kullanırsanız, hem Allah’ın bize verdiği her iki kitabı, hem Allah’ın kelâmını içeren kitapları, hem de fiillerini içeren kitabı, yani tabiatı okursunuz”.

Bu sözler size ne kadar tanıdık geliyor değil mi? O, kâinat kitabını okuyarak Allah’ı ve yaratılış sırlarını keşfedebilen, iman nurunu bulabilen bir talihli kul. Hakiki İsevîlerden. Peki bizler onun yıllar sonra gelebildiği noktayı, hazır bulmuş olmanın kıymetini biliyor muyuz? Rabbimiz böyle kalp gözü kapanmamış bilim adamlarının sayısını arttırsın.

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Hani alkollü içki reklâmları sınırlanmıştı?


A+ | A-

Alkollü içkilerin insanları ‘deli’ ettiği her geçen gün biraz daha anlaşıldığı halde, alkollü içki üreticileri başta gazeteler olmak üzere medya vasıtalarını kullanarak reklamlarını yapmaya devam ediyorlar. Yakın zaman önce ilgili yönetmelikte bazı değişiklikler yapıldığı halde uygulamanın değişmemesi çok garip.

Son sözü en başta söylemekte bir mahzur yok: Alkollü içkiler genç ihtiyar, erkek kadın herkese zararlı olduğu ilân edildiği halde, hâlâ bu ‘mal’ların reklamları nasıl yapılabiliyor? ‘Sigara’nın reklamının yapılamadığı bir ülkede, daha zararlı olduğu tartışmasız bir ‘zehir’in reklâmı nasıl devam edebilir?

Geçen aylarda ilgili yönetmelikte kısmî bir değişiklik yapılmış ve bu değişiklikler “Artık alkollü içkilerin reklâmı yapılamayacak” diye yansıtılmıştı. Biz de o tarihlerle ‘Ah, keşke!’ demiş ve yönetmeliğin alkollü içkilerin reklâmını durdurabilmesini temenni etmiştik. Ne yazık ki geçen süre bu konuda ciddî bir değişikliğin olmadığını gösteriyor. Dün de alkollü içki reklâmları yapılıyordu, bugün de aynı reklâmlar gazete sayfalarında boy gösteriyor. Elbette bazı değişiklikler var, ama bunlar sadece reklâm yazılarıyla sınırlı kalmış. Geçmiş aylarda “Gel de içme!” diyerek reklâm yapan alkollü içki üreticileri, artık “Sezonu açtık! (...) Tadını çıkarın, hayata yeniden bakın!” (Milliyet, 27 Eylül 2009) diyerek insanları alkollü içki içmeye davet ediyorlar. Hani yönetmelik değişmişti? Hani artık alkollü içkilerin reklâmı (gazetelerde) yapılamayacaktı? Aynı anlayış, aynı vurdumduymazlık, aynı kural tanımazlık devam edip gidiyor...

Elbette bu konuda kabahatli olan sadece üreticiler değil. Hatta üreticilerin kabahatı bu reklâmlara izin verenlere nisbetle daha azdır. Nihayetinde ‘zehir’ de olsa, insanların ‘aklını iptal edip deli de etse’ bu ürünlerin üretimine izin verildiğine göre, ‘patron’lar ürünlerinin reklâmını yapmak isteyecektir. Asıl yanlış olan, bu ürünlerin reklâmına izin verilmesidir. Türkiye’yi idare edenler her halde “Bunlar irticacı, içkiyi yasaklatacaklar” şeklindeki propaganda ihtimalinden ürküyorlar. Ürküyorlar, ama öte yandan da nesil değil, nesiller kaybediliyor...

Belki de asıl kabahat, bu yanlışa gerektiği gibi itiraz etmeyen sivil toplum kuruluşlarındadır. “Çok önemli” görülen başka meseleler yüzünden böyle “teferruât” konularına zaman ayıramıyoruz! Dünyayı kurtarmaya çalışırken, kendimizi, ailemizi, sokağımızı, mahallemizi kaybediyoruz!

Şundan emin olalım ki, alkollü içkilerin tüketilmesine ve reklamının yapılmasına gerçekten karşı olan sivil toplum kuruluşları bir araya gelse, bir kampanya açıp Türkiye’yi idare edenleri ciddî şekilde ikaz etse bu reklamların devam etmesi mümkün olmaz. Bu birlik, beraberlik ve kararlılık gösterilse; ben diyeyim bir ayda, siz deyin bir hatfada bu reklâmların yayınlanması ‘izni’ sona erer. Bakıyoruz ki, kuruluş gayesi sadece bu işlerle ilgilenmek olan bazı dernekler bile bu konuda seslerini yükseltmeyi ‘durumun hassasiyeti gereği’ bahanesiyle erteliyorlar! İyi de bu erteleme ne zamana kadar devam edecek? Bu reklâmların devam etmesi cemiyetin dinamitlenmesi anlamına gelmez mi? Bu durum bizim için farkında olmamız gereken bir ‘tehlike’ değil mi?

Başta gazeteler olmak üzere bütün mecrâlarda alkollü içki reklâmlarının engellenmesi gerekir. “Türkiye’nin havası, dumansız hava sahası” diyerek övünmek, öte yandan alkollü içki reklâmlarına müsaade ederek ‘daha zararlı olana izin’ vermek anlaşılabilir mi?

Sigara yasağını yaygınlaştırabilen Türkiye, alkollü içki reklâmlarını engelleyemiyorsa bir yerde hata yapılıyor demektir. Türkiye’yi idare edenler “Alkollü içkiye reklâm yasağı sezonu”nu açmayı başarabilmeliler. Yarını beklemeden...

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Erdoğan’dan önce


A+ | A-

Kongre konuşmasında “Bitlisli” Said Nursî’yi de zikretmesi büyük yankı uyandıran Erdoğan için, “Menderes’ten sonra Bediüzzaman’dan övgüyle söz eden ikinci başbakan” değerlendirmeleri yapıldı. Acaba öyle mi?

Evvelâ Menderes’ten başlayalım.

İddia edildiği, hattâ koca koca profesörlerin fakültelerde okunan ders kitaplarında CHP hesabına DP’yi karalama düşüncesiyle yazdıkları gibi, Menderes’in Said Nursî’nin elini öpmesi gibi bir olay yok. Yüzyüze görüşmeleri de olmadı.

Kaynaklardaki kayıtlara göre, Menderes bir bölge gezisi sırasında Said Nursî’nin Emirdağ’daki evinin yanından geçerken, uzaktan selâmlaşmaları dışında bir temasları söz konusu değil.

Bunun dışında, Bediüzzaman’ın görevlendirmesiyle ve risalelerin basımında yardımcı olması ricasıyla, milletvekili Tahsin Tola ile birlikte yanına gelen Nur talebelerini Diyanet İşleri Başkanına yönlendirmesi ve DP iktidarını “irticayı himaye” ile suçlamak için Said Nursî’nin son aylarında çıktığı gezileri diline dolayan İsmet Paşaya Meclis kürsüsünden “Paşa bu zatla niye uğraşıyor?” diye cevap vermesi gibi hatıralar mevcut.

Menderes’ten sonra bir de Demirel var.

AP’ye genel başkan seçilmesinden kısa süre sonra, 1965 ara seçim kampanyasında İnönü’nün Demirel’e yüklenip AP’yi yıpratmak için seçtiği tema yine Said Nursî’ye bina edilmişti.

Üst üste yaptığı konuşmalarda Demirel’i “Said Nursî’nin halifesi mi olacak?” diye sıkıştırmaya çalışıyordu CHP lideri. Maksadı, onu elitlerin gözünden düşürüp o cenahta sıkıntıya sokmaktı.

Bu hücumları ustaca bir manevrayla savuşturan Demirel, 70’li yılların ikinci yarısında başbakan sıfatıyla, Risale-i Nur’a “yasak kitap” muamelesi yapan anlayışın üzerine gitti. Aydınlar Ocağında yaptığı bir konuşmada, Abdi İpekçi’ye verdiği röportajda ve başka beyanlarında, ısrarla “Karl Marx’ın Manifesto’sunun serbestçe satıldığı Türkiye’de Risale-i Nur yasak olamaz” dedi.

12 Eylül’ün ona da siyaset yasağı koyduğu 80’li yıllarda ise Said Nursî ile ilgili hatıralarını ve müsbet kanaatlerini, Necmeddin Şahiner’e verdiği ve Köprü’de çıkan mülâkatında dile getirdi.

Yine Köprü’de yayınladığımız başka röportajlarında fikirlerini anlatırken, Risale-i Nur’daki ilgili pasajlardan, tam yerine oturan sözler aktardı.

Ve 1990’da Yeni Asya’nın Kocatepe Camiinde tertiplediği ilk Bediüzzaman mevlidi için, DYP Genel Başkanı sıfatıyla tebrik telgrafı gönderdi.

Bunun üzerine maruz kaldığı eleştiri ve tepkileri, hattâ o telgraf yüzünden kendisine de soruşturma açılacağı yönündeki tehdit içerikli haberleri, Said Nursî’nin “Kur’ân müfessiri” olma özelliğine vurgu yaparak ve “Said Nursî âlim değildir diyenin alnını karışlarım” diyerek cevapladı.

Başbakanı olduğu hükümetin Kültür Bakanlığı, cumhuriyet tarihinde ilk kez devlet kütüphanelerini Risale-i Nur’a açıp “Said Nursî sizi bekliyor” mesajlı bilboard afişleri ve gazete ilânlarıyla duyurarak, yasak imajını delen tarihî bir karara imza attı. Üstelik Bakan SHP’li Fikri Sağlar'dı.

Aynı dönemde Demirel, Hasan Mezarcı ve İbrahim Halil Şimşek gibi isimlerin gündeme getirdiği “Bediüzzaman’a iade-i itibar” teklifiyle ilgili fikrini de “Hoca zaten itibarlı” diye ifade etmişti.

Demirel’in cumhurbaşkanı olduktan ve görevini tamamladıktan sonra da Said Nursî ile ilgili müsbet kanaatlerini yeri geldikçe alenen, çoğu zaman da özel olarak dile getirdiğini biliyoruz.

Bunun bazı örnekleri, Çankaya’da uzun yıllar danışmanı olarak en yakınında bulunmuş isimlerden Cüneyt Arcayürek’in kitaplarında var.

Son dönemdeki, Erdoğan’ı Menderes’e bağlarken Demirel’i atlama alışkanlığı bu konuda da tekrarlanıyor. Buna gerek yok. Evet, Demirel’in eleştirilecek tarafları olabilir, ama bunu yaparken de hakşinaslığı elden bırakmamak lâzım.

Kapatma dâvâsındaki savunmalarda Demirel’den de medet umulurken, tehlike geçince başka türlü davranmak, etik bir tavır sayılabilir mi?

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Bursa’da ne var, ne yok?


A+ | A-

[email protected]

Bursa’da; Ulucami var, Uludağ var. Yeşil Türbe, Yeşil Cami var. Osman Gazi, Orhan Gazi, I. Murad, Yıldırım Bayezid, I.Mehmed ve II. Murad var. Emir Sultan, Üftade Hazretleri var. Hulâsa; ecdat var, tarih var, evliya var, hizmetlerimiz var. Bir de Yeni Asya Vakıf binamız var….

Ama, Bursa’da maalesef ahmaklar da var. TV v.s’yi çok yakından takip etmem, hele spor benim hiç alâkamı çekmeyen şeylerdendir. Gazetemizde dahi doğru dürüst bakmadığım sayfa spor sayfasıdır. Fakat, işte bu spor daha doğrusu, futbol (foot-ball) yüzünden, Bursa’yı sıkıntıya sokan bazı densizlerin en son yaptığı bir hadise olmuş. Sonradan muttali oldum öğrendim. Bursa’da yapılan Bursaspor-Diyarbakırspor maçında büyük ihtimalle provokatörlerin marifetiyle tertip edildiğini hissettiğimiz hadise maalesef birkaç hissî davranan, çabuk gaza gelebilen gençler tarafından yapılmış. Aynı ekip, bundan bir müddet önce de yine böyle benzer bir hadise dolayısıyla taşkınlık yapmış, Bursa’nın büyük marketler zincirinden olan Şaypa’nın camlarını, v.s kırıp, yağmalamaya kalkmışlardı. Neymiş, sahibi “Kürt’müş!” Vay benim ‘milliyetçi’ kardeşlerim vay! Halbuki o zatlar Mardin’li bir Arap aileden. Bunu kestirememişler, işte desteksiz atmışlar. Nasıl olsa bunlara göre, Ankara’dan ötesi hep Kürt!

Halbuki Bursa’nın nüfus oranına bakıldığı zaman doğu veya güneydoğudaki bazı vilâyetlerin sayısından fazla, burada o bölgenin insanları yaşıyor. Ve Türk olsun, Kürt olsun aralarında da bir problem yok. Bizim de bir çok arkadaşımız var. Hepsiyle de samimî kardeşiz. Ama tabiî, aramızdaki bağın özü de Risâle-i Nur Talebesi olmamızdır. Zaten bu vatanda Risâle-i Nur prensipleri tatbik edilir, Bediüzzaman’ın sözlerine kulak verilirse o gibi ırkî ve lüzumsuz meseleler milleti de, memleketi de hükümeti de boşuna uğraştırmaz.

Tabiî, o zaman da karanlık aydınlığa döneceğinden bundan rahatsız olacak olan yarasalar şimdiden çığlık çığlığa ötüp, güya akılları sıra hamiyetfuruşluk yapıyorlar. Ortalığı, sokağı, caddeyi, hatta memleketi bir baştan bir başa gerip emellerine ulaşmak istiyorlar. Ama boşuna... Nur Talebeleri bu memlekette olduğu müddetçe bu çirkin emellerine de nail olamayacaklardır İnşaallah!

Bu hadise, bir de şunu aklımıza getirdi: Sakın ola ki bunların; Ermenistan maçı dolayısıyla Bursa’ya gelecek olan Sarkisyan ve Ermenilere karşı yapacakları taşkınlığın da bir provası olmasın!

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Said Nursî’nin meselesi neydi?


A+ | A-

Hz. Peygamber (asm) insanların taştan, tahtadan cansız putlara taptığı bir dönemde gelmiş, onlara yerleri gökleri yaratan sonsuz güç, kuvvet, ilim, güzel isim ve sıfatlar sahibi bir Yaratıcının var olduğunu söylemiş, dünya ve ahiret mutluluklarının ancak bununla olabileceğini belirtmişti.

Dünya O’nundu. Ahireti de O yaratmıştı. Şu dünya misafirhanesinde sonsuz yolculuğun, Cennetin, ebedî mutluluğun yolcusu olan, buraya o mutluluğu kazanmak için gelen insanlara kötülüklerden uzak kalmaları, iyiliklere yapışmaları şartıyla her iki dünyada da mutlu olacaklarını anlatmıştı. Bunun için Allah’a, Resûlüne, ahirete iman şarttı ve insanlar o iman çerçevesinde iyi işler yapacaklar, iyiliklere koşacaklar, dünyada barış ve huzur sağlanacak, ahirette de sonsuza dek huzur içinde yaşayacaklardı.

Bunun için Allah Resûlü (asm) iman şartını getirmişti. Bir hadis-i şerifte her yüz senede bir geleceği belirtilen, dini yenileyen anlamındaki müceddid denilen büyük âlimlerin de yaptıkları bu temeli sağlamlaştırmak, dini, ilk dönemdeki asliyetiyle ortaya koymak, yıpranan kısımlarını tamir etmek, kısacası dini yenilemekti.

Said Nursî de ilim ve ihtisas ehli binlerce, milyonlarca insanın tasdikiyle son asrın müceddidi olarak gelmiş, imanların tehlikede olduğunu görmüş, imanda yoğunlaşmış, “İmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var” 1 demişti.

Sonbaharda ağaçların yapraklarının dökülmesinden bile hüzün duyan bu şefkat insanı insanların imanlarını kaybederek dünyalarının da, ahiretlerinin de Cehenneme dönmesine hiç gönlü razı olur muydu? Olmazdı. Onun için kendini iman kurtarma hususunda görevli görüyor, onun için her türlü sıkıntıyı, çileyi üstleneceğini belirtiyor, “Binler rûhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz”2 diyordu.

Hatta Said Nursî bu hususta o kadar ileri derecede şefkat sahibiydi ki düşmanlarına dahi imanlarını kurtarmaları şartıyla hakkını helâl ediyor,“Eğer Ankara’ya gönderilen Risâle-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zatlar, Risâle-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebediden necat bulsalar, siz şahit olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim” 3 diyordu.

Milyonların imanlarını kurtarmış böyle bir şefkat kahramanının kitapları gerçekten merak ile okunacak eserler değil mi?

Dipnotlar:

1. Tarihçe-i Hayat, s. 441; Emirdağ Lâhikası-I, s. 169-170.

2. A.g.e.

3. Emirdağ Lâhikası, s. 12; Şuâlar, s. 258; Tarihçe-i Hayat, s. 366.

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Aslında küçümsedi Nursî'yi; ancak...


A+ | A-

Aradan bir haftalık süre geçtikten sonra, şimdi daha sağlıklı, daha i'tidâlli bir değerlendirme yapma imkânı hâsıl oldu.

Ne de olsa, hissiyât bir derece yatışmaya, ortalık sakinleşmeye, dolayısıyla "akl–ı selim" devreye girmeye başladı.

Evet, Başbakan Erdoğan'ın geçen hafta bugün yapılan parti kongresindeki konuşmasında sırf "Said–i Nursî" ismini zikretti diye, ortalık bir anda elektriklendi; siyaset âlemi dalgalandı, fikir dünyası çalkalandı, Türkiye'nin yedi bölgesi sallandı, "Dağ başını duman aldı", vesâire...

Öyle bir rüzgâr esti, öyle bir fırtına çıktı ki, bundan etkilenmeyen hemen hiçkimse kalmadı.

Kimisi sevincinden havalara uçtu.

Kimi kahrından ölecek gibi oldu.

Kimi kızgınlığından küplere bindi.

Kimi üzüldü, kimi büzüldü, kimi süzüldü, kimi de bambaşka havalara girdi; kasım kasım kasılanlar oldu.

Biz ise, ilk günden itibaren gelişmeleri ihtiyatlı bir iyimserlik içinde karşıladık.

Başbakan'ı sırf Said Nursî ismini zikrettiği ve çoğu rejimin nazarında sakıncalı görülen muhtelif renklerdeki isimleri peşpeşe sıralama cesaretini gösterdiği için onu tebrik etmekle beraber, çekincelerimizi de usturuplu bir lisânla ortaya koyduk. (6 Ekim 2009)

O yazımızda, meseleye objektif bir nazarla bakarak, içinde "Bitlisli Said–i Nursî" telâffuzunun geçtiği bölümle ilgili çekincelerimizi altı madde halinde sıraladık.

Ayrıca, dostlarımızı rencide etmemek için, son derece mülayim, dengeli ve efendice bir üslûp kullanmaya gayret ettik.

Ancak, yine de bazı dostların şiddetli tenkidinden, siteminden, serzenişinden kurtulamadık.

Meselâ diyorlar ki: "Sizin bu yaptığınıza siyasî bağnazlık derler. Tarafgir davranıyorsunuz. Said Nursî'den şayet Demirel veya aynı misyondan bir başka siyasetçi söz etseydi, onu göklere çıkarır, manşetlerden indirmezdiniz..."

Şimdi, bu meseleye herkesin nisbeten daha sakin bakmaya ve daha dengeli bir muhakemede bulunmaya hazır olduğuna kanaat getirerek, biz de düşündüklerimizi daha rahat, daha serbestçe ortaya koymaya çalışalım.

BİR: Önce, söz konusu ifadenin teknik tarafına bakalım. Şöhret bulmuş muhtelif renklerdeki isimleri mübâlağalı övgüler eşliğinde sıralayan Erdoğan, listenin en sonuna iliştirilen "Said–i Nursî" ismini içeren cümleyi ise aynen şu şekilde (elektronik yazı panosundan) okudu: "Seversiniz sevmezsiniz, beğenirsiniz beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz etmezsiniz... Ama Ahmed–i Hanî'siz, Bitlisli Said–i Nursî'siz bir Türkiye'nin mâneviyatı noksan kalır."

Gayet düşünülerek ve birçok şey hesaba katılarak tesbit edildiği anlaşılan bu ifadede geçen "Bitlisli Said–i Nursî" ibaresi, kasdîlik bir yana, teknik olarak da içinde komiklik derecesinde fâhiş bir yanlışı barındırıyor.

Zira, bu ibarenin tercümesi aynen şöyledir: Bitlisli Said Nurslu

Bakınız "Nursî", zaten "Nurslu" demektir. Tıpkı "Konevî"nin "Konyalı" demek olduğu gibi.

Dolayısıyla, burada kalkıp "Bitlisli Said–i Nursî" demenin tutarlı bir mantığı yoktur. Tıpkı, Saadeddin Konevî için "Konyalı Saadeddin–i Konevî" demek gerekmediği gibi...

Bir başka nokta: 17. asırda yaşamış olan "Ahmed–i Hanî", Hanili Ahmed demektir. Onun için ayrıca "Cizreli Ahmed–i Hanî" demeye gerek yok. Zaten Başbakan da ayrıca "Cizreli" takısına gerek duymamış; böyle bir yanlışı sadece ve sadece Said Nursî bahsinde işlemiş.

İKİ: "–İ" takılı "Said–i Nursî" terkibi, daha çok Said Nursî muhalifi veya konu cahili kimseler tarafından kullanılmaktadır. Tam ve katışıksız ifade ise "Bediüzzaman Said Nursî" şeklindedir.

ÜÇ: Başbakan'ın ağzından çıkan "Bitlisli" takısına ilk defa rastlanılıyor. Said Nursî ve Risâle–i Nur'la ilgili literatürde de böyle bir takı bulunmuyor. Yani, şimdiye kadar kullanılmış değil.

16. asırda yaşayan Mevlânâ İdris "Bitlisî" mahlâsını kullanmıştır, meselâ. Üstad Bediüzzaman ise "Nursî"yi tercih etmiş ve hayatının sonuna kadar da soyadı yerinde bunu kullanmıştır.

Realite bu merkezde olmasına rağmen tutup "Bitlisli" tâbirini iliştirmenin maksadı ne?

Evet, Üstad Bediüzzaman, Bitlislidir aynı zamanda. Maaliftihar. Ama, en az o kadar da Barlalıdır, Ispartalıdır, Kastamonuludur, Emirdağlıdır, vesaire...

Esasında, "Bediüzzaman" ismiyle şöhret bulan Said Nursî, Bitlise sığmayan, hatta Türkiye sınırlarını da çoktan aşan ve bütün dünyayı dolaşan bir isim olmuştur. Eserleri, onlarca dünya diline tercüme edilmiştir. Hatta diyebiliriz ki, son asırda dünyada en çok takdir görmüş bir isimdir Bediüzzaman.

Buna rağmen tutup onu ille de "Bitlis"e indirgemenin ne mantığı var?

Şayet "Canım, ne var bunda?" diyerek, bu hassasiyetimizi abes bulanlar varsa, o takdirde lütfen sayın Başbakan'a bir ricada bulunsunlar da, aşağıda vereceğimiz isim listesini bundan böyle önlerine gelen takılarla birlikte telâffuz etmesini sağlasınlar. İşte, size "Bitlisli Said–i Nursî" mantığına göre telâffuz edilmesi gereken bir isim listesi: Kayserili Hacı Bayram–ı Velî, Konyalı Celâleddin–i Rûmî (ya da Konyalı Mevlânâ), Sivaslı Pir Sultan Abdal, Nevşehirli Hacı Bektâş–ı Velî, Akşehirli Nasreddin Hoca, Arnavutluklu Mehmed Âkif, Türkistanlı Ahmed Yesevî, Makedonyalı Yahya Kemâl, Selanikli Mustafa Kemal, İzmirli İsmet İnönü, Elazığlı Necip Fazıl, Sinoplu Necmettin Erbakan, Rizeli (veya Kasımpaşalı) Tayyip Erdoğan...

Bakınız, böyle yazıp söylemenin de yalan yanlış bir tarafı yok. Ne var ki, şöhreti ülke sınırlarını da aşmış kişileri sadece bu şekilde andığınız takdirde, işin mânevî anlatım yönü—yine Başbakan'ın tarifiyle—noksan kalır.

Aynı zamanda, o isimleri küçümsemiş, dar bir çerçeveye hapsetmiş, yani lokalize etmiş olursunuz.

DÖRT: Başbakan, o konuşmasında Said Nursî'yi yüceltmeye çalışmamış, üstelik diğer isimler ayarında olsun onu övmemiş, hatta ismini en sona bırakması ve başına koyduğu "Bitlisli" takısı yetmezmiş gibi, ayrıca sırf ve tek istisna olarak onun için yaptığı "Seversiniz sevmezsiniz..." perdelemesiyle de Nursî'yi alabildiğine küçümsemeye gayret etmiştir.

Ne var ki, dar kalıplara sığmayan, dolayısıyla Erdoğan'ın elindeki kalıba da sığmayan ve bunu parçalayarak feverân eden "Said Nursî"nin büyüklüğü, Erdoğan'ın sözlerini de büyütüp güzelleştirerek bir anda kıymete bindirdi.

Yani, listenin en sonuna konulan Said Nursî ismi, listenin en başına geçmekle de kalmadı, Başbakan'ın o konuşmasını gündemin ilk maddesi haline getirdi.

Ne var ki, bundan sonrasında da bir tuhaflık dikkati çekiyor. Başbakan, yankı uyandıran hemen her konuşmasını, sonraki günlerde de yeni eklemeler ve ilâve açıklamalarla süsleyip cilâladığı halde, bu en çok tartışılan "Said Nursî"li konuşmasına, tek kelime ile olsun bir daha değinmedi.

Esasında biz de bunun böyle olacağını tahmin etmiş, ancak nezaketen söylememiştik. Şimdi aradan geçen süre gösterdi ki, Erdoğan, küçümsediği ve mânâ şümûlünü alabildiğine daralttığı "Said Nursî"li konuşmasının arkasında değildir ve devamını getiremiyor.

Oysa, bazılarının hiç, ama hiç sevmediği, hatta son derece nefret ettiği Süleyman Demirel bile, Said Nursî hakkındaki senâkâr sözlerinin hep arkasında durdu.

1990'da "Bediüzzaman Said Nursî, büyük İslâm âlimidir" dedi. Yaygara koparanlara karşı dik durdu ve "Ona İslâm âlimi demeyenin alnını karışlarım" diye çıkıştı. Devam eden günlerde İstanbul'da katılmış olduğu "Marmara Grubu"nun konferansındaki soru–cevap faslında kendisine fırlatılan incitici yedi soru okuna da göğsünü siper ederek aynı kararlılıkla mukabelede bulundu, hatta birçok entelektüelin Nur Külliyatını alıp okuyarak Said Nursî konusunda cahil kalmaktan kurtulmaları gerektiğini tam bir vukûfiyetle söyledi. Ki, bu hadisenin görgü şahitleri pek yakınımızda olduğu gibi, oradaki bazı meraklı dinleyicilerin Külliyat siparişini temin eden de bizzat kendim olarak bu meselenin şahidiyim.

Nur Külliyatını ilk kez tabettiren Menderes gibi Demokratlar da, Said Nursî'yi korkmadan, çekinmeden, önüne sonuna çekinceli ibareler koymadan, başkasının ismiyle aynı pakete sokmadan ve isim kalabalığına boğmadan doğrudan savunagelmişlerdir.

Aradaki en önemli fark budur.

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Deccalizmle mücadeleye var mısınız?


A+ | A-

Zamanımızı fırtınalarıyla sarsıp dalgalandıran Deccalizm, basit bir sosyal hâdise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildir. Asrımızı ve gelecek devri çalkalayan, insanları mânâ âlemlerinden koparıp, maddenin, nefsin, enâniyetin, şehvetin vadilerinde koşturan müthiş bir kasırga, dehşetli bir fırtınadır.

Temelleri, 1789 Fransız İhtilâl-i Kebîri ve Auguste Comte* (1798-1857) ile başlayan “ateist pozitivizm” ve “sekülarizm, ateizm”e dayanır.

Şöyle iddia ediliyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak, suallerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.”

Rönesans’tan sonra kuvvet kazanan ateizm, Nietzsche, Hegel, Marx üzerinde etkili olan Ludwig Andreas Feuerbach, J. Paul Sartre, Heidegger ateizmin temsilcilerindendir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mâneviyata savaş açmışlardır.

1791’de Olympe de Geuges’in “Kadın Hakları Beyannamesi” ile Feminizm nükseder. Kadınlık imajı birinci plândadır. Kadınları yuvalarından çıkarıp sokaklara döker; beşerin huzûrunu bozar.

Gerçi, “feminizm”, Kilise’nin, kadını insan yerine koymayıp “şeytan” saymasına ve 1830’lara kadar Batıda süren “beyaz kadın” ticâretine bir tepki olarak doğdu. Fakat, kapitalizmin, materyalizmin, ateizmin, Freudizm’in kuvvet vermesiyle, tamamen çığırından çıkmış ve dünyamızı kasıp kavuran bir fitne hâline dönüşmüştür.

Augusteizm’in, materyalist düşüncenin hemen peşinden Freudizm çıkar. Viyanalı Yahudi Dr. S. Freud, her şeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder.

Hemen peşinden Darwinizm gelir. İngiliz biyoloji ve tabiat bilgini Darwin, 1859’da, “Nevilerin Menşei” isimli kitabıyla, insanlığı Hâlık-ı kâinattan koparır, tabiata, tabiî seleksiyona, evrime, (maymuna) tesadüflere bağlar...

Ardından Marksizm çıkar. Alman Yahudisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “afyon” der, mâneviyâta savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat ederler. Lenin ise, bu sapık düşünceleri geliştirerek pratiğe geçirir.

O sıralarda Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla “materyalizm”in hâmiliğini üstlenmiştir.

Batıda, Kilisenin baskı ve tasallutundan, Engizisyon istibdadından iki cereyan daha çıkar: Laiklik ve Sekülarizm. Biri dini dünya işlerinden ayırır, vicdanı kalbe hapseder, hayata geçirmez. Öbürü, dine ses çıkarmamakla beraber, hayata hiç karıştırmaz. Hepsi de maddeye, nefse, şehvânî duygulara hizmeti esas aldı. Mâneviyâtı dünyalarından çıkardı.

Bütün bu “izm”lerin birleşmesinden de “Deccalizm” meydana geliyor. Bu “izm”lerin bileşkesi olan deccalizmin varlık sebebi, dine, maneviyâta, ahlâka karşı savaşmaktır. Deccalizm, bütün cepheleriyle tahribâtını sürdürmekte, mânâ adına ne varsa, söküp atmaktadır.

Deccalizm, imansızlık, ahlâksızlık, hubb-u câh (makam, mevki, şöhret sevgisi), enaniyet, milliyetçilik, tama (açgözlülük), korku damarı ve dünyanın diğer bütün cazibedar şeyleriyle tahribatını sürdürürken; onunla mücadeleye var mısınız?

Dipnot:

* Fransız sosyolog, matematikçi ve filozoftur. Sosyolojinin babası olarak tanınır.

10.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nejat EREN

Risâle-i Nur’dan bazı düsturlar


A+ | A-

Risâle-i Nurların bir ilim hazinesi olduğuna dair bu Külliyat’a biraz vâkıf olan herkesin kesin bir ittifakı var. Fakat âlem-i İslâmiyet ve âlem-i insaniyetin bire bir muhatap olduğu günlük hayatın her kademesinde ve her alanındaki her türlü dert ve problemi en güzel şekilde tesbit edip çözüm ve reçete sunduğunu; ferdî, ailevî, sosyal, siyasî, ticarî, tarihî, eğitim, irtibat, sevgi, muhabbet, karşılıklı ilişkiler dâhil akla gelebilecek her konuda Kur’ân ve sünnetin özünden aldığı temel ve sarsılmaz bilgilere dayanarak çözüm ortaya koyup ürettiğini, çok sağlam hüküm, prensip ve düsturları mer’iyete soktuğunu kabullenmekle onun gerçek değerini ve önemini idrak etmiş olacağımıza inanmak gerekiyor.

Bu konuya ışık tutması açısından, son on beş gündür Risâle-i Nur Külliyatı’ndan sekiz kitaptan araştırıp çıkardığım orijinal düsturların bazılarını kısaca nazarlara vermek istiyorum:

‘Acizlik’ illetinin tarifi: “Acz, muhalefetin menşeidir” (Sünûhat, s. 74) “Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir.” (Hizmet Rehberi, s. 93)

Adâvet; toplumda ve kalplerde nasıl tahripkârdır? İşte tarifi: “Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. (Hutbe-i Şamiye, s. 58) “Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 58) “Adâvetle muhabbet, ziya ile zulmet gibi, içtimâ edemez. Adâvet galebe çalsa, muhabbet mümâşaata inkılâp eder. Muhabbet galebe çalsa, adâvet terahhum ve acımaya inkılâp eder.” (Münâzarât, s. 118)

İşte siyasetin ve dünyanın gerçek yüzü hakkındaki hükümleri: “Âfâkî ve siyâsî boğuşmalara ve kâinatın hâdisâtına merak ile dinleyerek, karışarak, ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler.” (Hizmet Rehberi, s. 217) “Ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslâma büyük bir cinâyettir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 93) “Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birden bire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak.” (Münâzarât, s. 63) “Âlem-i Hıristiyanın rüçhanına sebebiyet veren ihtiyarlaşmış olan esbâba tekabül edecek, genç, dinç esbab bizde inkişafa başlamıştır.” (Sünûhat, s. 82) “Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı şûrâdır.” (Hutbe-i Şamiye, s. 66) “Asya’nın bahtını açacak, meşrûtiyet ve hürriyettir.” (Beyanat ve Tenvirler, s. 55) “Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrât-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler, ‘Ya leytenî küntü türâbâ’ demeye başladılar.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 74) “Başımızdan rezâil ve ihtilâfâtın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz.” (Münâzarât, s. 65) Âlem-i İslâm hakkındaki düşündürücü tesbitleri: “Âlem-i İslâm, üzerine çökmüş olan istibdâd-ı mânevî-i umumînin perdelerini parça parça edecektir.” (Münâzarât, s. 64) “Âlem-i İslâma indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum.” (Hutuvat-ı Sitte, s. 94) “Âlem-i İslâmın efkârında öyle bir tahavvül-ü azîm ve inkılâb-ı acip ve terakkî-i fikrî ve teyakkuz-u tam intaç etmiştir ki, bahasına yüz sene verseydik yine ucuzdu.” (Münâzarât, s. 64) “Ben âlem-i İslâmiyete gayr-ı muntazam veya intizamı bozulmuş bir meclis-i meb’usan ve bir encümen-i şûrâ nazarıyla bakıyorum.” (Münâzarât, s. 120)

İnsanları, olayları doğru tesbit edip yorumlamanın emsalsiz örnekleri: “Arı su içer bal akıtır, yılan su içer, zehir döker.” (Münâzarât, s. 121) “Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.” (Hutbe-i Şamiye, s. 112) “Askerlikte, en ziyâde yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır; en az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.” (Hizmet Rehbreri, s. 194) “Bazan adavet, şiddet-i muhabbetten gelir.” (Münâzarât, s. 111) “Bazan nur, nar göründüğü gibi şiddet-i belâgat da mübalâğa görünür.” (Sünûhat, s. 27) “Bazı kuvvetli dâhiler nefes aldıkça amîk ve derin bir feryat koparırlardı. Fakat akıl onu güzelce tanımazdı. Çünkü karanlıkta ve toplanmamıştı.” (Münâzarât, s. 91) “Bâzı zaman olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyâde ehemmiyetli olur. Çünkü hazîne kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazîneleri açabilir.” (Hizmet Rehberi, s. 176) “Bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir.” (Münâzarât, s. 83)

Millete, devlete, gençliğe, dâvâ adamlarına yön ve kuvvet verme, güvenme stratejisi ve ümit ışıkları veren fikirler: “Başımızın dolusu zekâvetimiz var.” (Münâzarât, s. 94) “Başka milletin sehâvet-i milliyesi zeynâb (havuz) gibi içine girer, milletin cevfinde hazine tutar.” (Münâzarât, s. 97) “Bedenimizi ve âzâlarımızı dolduracak itaat vardır.” (Münâzarât, s. 94) “‘Ben ölürsem devletim, milletim ve ahbaplarım sağdırlar’ gibi kelime-i beyza ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar?” (Münâzarât, s. 100) “Ben Kürtçe düşünürüm, Türkçe ve Arapça yazıyorum.” (Münâzarât, s. 16) “Ben, sizi tenbellikten kurtarmak için, kabahatlerinizi gösteririm. Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız; tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin.” (Münâzarât, s. 30) “Cihad-ı hâricîyi, Şeriat-ı Garranın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havâle edeceğiz.” (Hutbe-i Şamiye, s. 92)

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Sizin istediğiniz kadar olmaz!...


A+ | A-

Her şahıs istediği şekil ve tarzda istediği gibi kendi yapabildiği kadarıyla bir hizmete talib olabilir... Bu onun fıtrî bir hakkı olabilir veya öyledir diyebiliriz…

Ama unutulmamalıdır ki şahıslar Hoca Nasreddin’in altında dört tekeri olan evi gibi durmadan her yöne doğru ve her duruma göre değişebilirler, oynayabilirler… Hizmet ise asla değişmez ve değiştirilmez. Esasında değiştirilmemelidir de lâkin şeytanın ve nefsin varlığı da inkâr edilmemelidir…

Lâfa gelince olmayan vakitlerimizle, küçücük aklımızla bütün varlığımızın sebebi hikmeti hizmettir..bütün kuvvet ve merakımızla ulvî ve kıymetli zamanlarımızı hizmete sarfediyoruz gibi ipe dizilmiş lâflarla meydana değil meydanlara atılabiliyoruz..bir de bakıyorsun ne mangalda kül kalmış, ne meydan da pehlivan!...

Öğrenilmesi ve öğretilmesi muhakkak bir şekilde insana lâzım olan iman Kur’ân hakikatları orta yerde hazır bir şekilde dururken onlarla alâkadar olmayıp elimizden çıkmalarını ve uçmalarını beklemek bizlere dünyaya çok fazla bir şekilde çevirdiğimiz nazarlarımızın bir hediyesidir…

Yaratılmış ve değer biçilmiş hiçbir varlık ve meşguliyet hizmet kadar önemli ve etrafında her şeyi döndüren bir nesne olamaz..güneşin etrafında dönülür ama güneş muhtaç olduğunu hissetmeyen hiçbir şeyin etrafında dönmez ve döndürülmez… Karanlıklar ve kara gönüllükler zaten ışıklarına muhtaç olunan güneşler için vardır…

Cenâb-ı Hakkı bilmek ve anladığımız an kıymetinde tanımak bize hiçbir şeyle kıyaslanmayacak ve karşılaştırılmayacak değerleri kazandırır ve hiçbir şeyi kaybettirmez… Hayatımızın ve her türlü lâtifemizin gayesi ve neticesi bu olmalıdır..hadsiz kudsî mertebelerde nihayetsiz feyizlere, mânâlara, lezzet ve zevklere mazhar olmak.. Rabbimizin istediği kadar hizmetlerde istihdam olmak ve koşmak, koşturmaktır.

Dilendiğimiz kapısından Rabbimiz bizlere İman ve Kur’ân hizmetlerinde dilediğimizden daha fazlasını ikram etsin İnşallah…

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Neye niyet ediyorsanız, onu yaşarsınız...


A+ | A-

ir gün bir güne; bir an bir ana benzemiyor. Hayatın her anı, birbirinden farklı. Aynı camdan da baksanız, aynı manzarayı iki defa göremezsiniz. Aynı kitabı da okusanız, her defasında ayrı bir mânâyı keşfedersiniz. Rahmetli Zübeyir Gündüzalp Ağabey, “Tuğlaları üst üste koymak, tekrar değil, tesistir” der.

Hayatımızın ve inancımızın duvarları böyle yükselir, böyle korunur. Alıp verdiğiniz her nefes, bir diğerinden farklı. Hayatı hayat eden, iman ve niyet. Bir de lüzumlu olan bu tekrarlar.

Evet, neye niyet ediyorsanız, onu yaşıyorsunuz. Karşınızda onu buluyorsunuz. Bilgisayar için yazılım ne ise, insan için niyet de odur. Bunu ruhunuza yazdığınızda, yeni gerçekliklerin içine doğru sizi yönlendirir, sahip olduğunuz yetenekleri açığa çıkarır. Hayatı bambaşka bir gözle görmeye başlarsınız.

Farkında olun ya da olmayın görünenin arkasında daima insanı yöneten bir niyet vardır. Birçok insan, hareket ve davranışlarını yönlendiren bu niyetin farkında olmayabilir. Niyet, amellerin ve işlerin ruhudur. Ruhsuz ceset ne ise, niyetsiz amel de odur.

Şu anda bile hayatımıza yön veren gizli bir niyet var. İçimizde bizi ileri götüren bir kuvvettir niyet, günlük hayatımızda bizi yönlendiren bir pusuladır. Niyet, görünenin önünde gider. Güzel yaşamaya azmettikçe, bu niyet içimizde bir huzur meltemi estirir. Gerçi siz ne kadar dikkat ederseniz edin, bazen işler istediğiniz gibi gitmez, olaylar istediğiniz gibi gelişmez. En yakınınızla, en akla hayale gelmez bir şekilde imtihan olursunuz. Şaşkınlığa pek gerek yok aslında. “Dikkat! Şimdi bir imtihan sorusu çıkıyor buradan” diye, içten gelen sinyalleri alan kazanıyor. Bu iletiye kulak vermeyenin huzuru kaçıyor hemen.

Birinin kalbini kırmışsanız, haklı da olsanız, dünyanız kararıyor o an. Hiçbir şey ve hiçbir ibadet teselli edemiyor sizi. “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın, namaz değil / Yetmiş iki millet dahi / Elin yüzün yumaz değil.” Özetlemiş bu hâlimizi Yunus Emre’miz.

Süt gibi kesiliyorsunuz, karalar bağlıyor içinizi. “Ne oluyor, neden böyleyim?” diye araştırdığınızda, bir siyah noktayı fark ediyorsunuz kalbinizde: Günah lekesi... İstiğfar ve tövbe ile derhal çıkarmaya çalışıyorsanız ne âlâ! Yoksa dünyanız zindan oluyor. Her ne kadar karşı taraf kusurlu ve suçlu olsa da, siz olgunluk gösterip o kusuru üzerinize almadıkça, bu kaostan çıkış yok...

Belki de bu haller boşuna verilmiyor, beyhûde yaşatılmıyor insana. Haddini bilmek, aczini bilmek yakışıyor bize. Kula kulluk yaraşır, kul olduğunu bilmek yaraşır. Kusursuz ve noksansız bir Rabbin huzurunda, O’nu “Sübhanallah” deyip, tenzih etmek yakışır insana. O kadar kendimizden emin olmamalıyız.

Kuşlarda, serçelerde nice hayat dersi gizli. Ürkek ve korkak tavırlarla dalların en ucuna konmak, bir yandan kediden, bir yandan bilmem neden sakına sakına yaşamak yakışıyor serçelere. Cıvıl cıvıl hâlleri var ya o bir parmak mahlûkların, hayran kalıyor insan. Tembellik yok, devamlı hareket var. Hayat ve faaliyet dersi veriyorlar. Kendilerindeki neşeyi bize de bulaştırıyorlar. Ne güzel bir hâl bu.

Evet, korka korka yaşamak insana da yakışıyor. Ölüm daha gelmeden hayatın incecik dallarında titreye titreye yaşamak yakışıyor insana. Tıpkı bir serçecik gibi…

***

Yaşlı bir halamız vardı. Rahmetliye bu yaşa kadar nasıl geldiğini, nasıl yaşadığını sormuştum bir gün: “Korka korka evlât, korka korka” demişti. İbretli ve hikmetli bir söz.

Allah’tan korkmayan, her şeyden korkar. Korkular, buz keser Allah korkusunun yanında. Korkulardan eser kalmaz, insan Allah’tan korkuyorsa eğer.

Bir kere ölmek varken hayatta, yüz bin kere ölmek niye? Anlıyor bir gün insan, gerçek korkakların kimler olduğunu.

Allah (cc) insanı, gül gibi güzel yaratmış. Bu güzelliği bozup çirkinleştiriyorsak, suçlu biziz. Allah’ın (cc) bu yüce emanetinin hakkını verememişiz demektir. Ne güzel der Mevlânâ: “Bir gül bahçesini bahçıvana teslim etsen, oradan pis kokular gelirse, kabahat gül bahçesinde değil, bahçıvandadır.”

Allah yok zannedip, zulmediyorlar, çalıyorlar, kaçırıyorlar, kırıyorlar, yakıyorlar, öldürüyorlar, nice hayatları mahvediyorlar. Yanlarına yaptıkları kâr mı kalıyor zannediyorsunuz? Hiç de öyle değil. Filmin bundan sonrasını hiç göstermiyor şeytan. Allah’a ve hayata önem veren biri yapabilir mi bunları?

Korkularını gizlemeye çalışıyorlar başkalarını korkutarak. Sonları perîşan, ebedî bir azab. Tarihin sayfalarını karıştıralım, yakından bakalım bu hayatlara. Hepsinin sonları hüsran. Yaptıkları yanlarına kâr kalmamış hiçbirinin. Hangisi mutlu, hangisi huzur içinde yaşıyor ya da yaşamış, bir günleri var mı ‘ah’ etmeden geçmiş, bir anları var mı—kaldıysa eğer—vicdanlarının sorgulamasından kurtulmuş?

Karanlık odalarda, kendileriyle baş başa bile kalamaz bunlar. Işıkları açık bırakıp öyle yatarlar, neden? Işıklar bir kere kararırsa, bir daha asla yanmayacağını, uyanamayacaklarını düşünüyorlar.

Korkutanlar korkutulurlar. Her ceza suçun cinsine göredir. Yapılan hiçbir şey gizli kalmaz. Kader her adımı izler. Ne zalimi ne mazlûmu unutmaz. Câlut’un hakkından Tâlut gelir. Tâbut’un hakkından da bir kahraman çıkar gelir. Gün gelir, zalimin sesi soluğu kesilir. Kader her şeyden üstündür. Vicdanlarının yargıçlığından asla kurtulamaz bu tipler.

Öyle ya da böyle, burada hesaptan kurtulan, orada hesabın tufanına tutulur, hem de ne hesap…

Şükür ki, hayatta zıtlıklar var, musîbetler var, hastalıklar var. Şükür ki, hayat, iniş çıkışlarla dolu. Şükür ki, hayatta bunlara göğüs gerebilecek bir imkân, bir iman da var. Bu imandan nasibi olana ise, her şey var. Birilerine zindan olan hayat, onlar için saraydır. Kuştüyü yataklar, birilerine mekân olurken, onlar yer yatağında, tahta zeminde bile hiç kimsenin uyuyamadığı en güzel uykularını uyurlar. Çünkü Rablerine karşı veremeyecekleri bir hesapları yoktur. Hesaba çekilmeden önce, zaten kendilerini hesaba çekmenin mücadelesini vermişlerdir. Hayatı, onu verenin adına ve en güzel şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Huzurları bundandır. Neden korkacaklar ki? Hayat bir vazifeyse, bir görevse, yapılması gerekeni yapmış ve kendilerine tanınan süre içerisinde de yapmaya devam edeceklerdir.

Hayatın gayesini bilenler, hayatın hakkını verenlerdir. Hayatın hakkı, hayatı verende saklı. Hayatı verenin o yüce kitabında saklı. Nereye kaçarsanız kaçın, nereye giderseniz gidin, ölüm peşinizde. Ölümü öldüremezsiniz. Ya ölüme teslim olacaksınız, ya da ölümü yok sayacaksınız. Başınızı devekuşu gibi kuma sokacaksınız.

Hayat ölümle tamamlanır… Ölümle güzeldir. Hayat, ölümle kemâle erer. Ölüm tesadüfen başa gelen bir olay değildir; yapanı bellidir. Hayatın başına gelen ölüm; asla bir noksanlık değildir. Asıl noksanlık, ölümün gelmemesi olurdu.

Varlığın adresi belli. Kemâle doğru yelken açıp gitmektir esas olan. “Vücûdun vücûdu kemâlledir. Kemâlin kemâli de devamla olur” diyor Bediüzzaman. (Mesnevi-i Nuriye, Katre) Kemâle giden yol, varlığın ve hayatın içinden geçiyor; musîbetlerden, hastalıklardan, ölümden geçiyor. Her acı, her keder, her musîbet ve her hastalık, ölüme karşı bir hazırlık. Acaba bunun farkında mıdır insan?

***

Hz. Peygamberimizin (asm) sevgili eşi, mü’minlerin annesi Hz. Safiyye (ra), Peygamberimizin (asm) hastalanmasına, onun bir yerinin ağrımasına tahammül edemezdi. Ona gelecek acıları kendisinin çekmesini arzu ederdi. Hatta Hz. Peygamberimizin (asm) vefatından birkaç gün önce hastalandığında, mü’minlerin anneleri etrafını sarmışlardı. Hz. Safiyye’nin (ra) gözleri yaşlıydı. Bütün samimiyetiyle bu manzara karşısında şöyle dedi:

“Ey Allah’ın Rasülü! Keşke sizin bütün ağrınızı, acılarınızı ben çekseydim.”

Nasıl bir niyet, nasıl bir duâdır bu, görsün, duysun bütün kâinat… İnsan ancak bu kadar insan olabilir. İslâm’ın kazandırdığı kemâlat, işte böyledir.

Evet, eskiden, eskimeyen dostlar hasta olduklarında, birbirlerini ziyaret edip, hâl hatırlarını sorarlarmış. Hatta biri diğerinin yatağının yanına uzanır, hastalığının bir kısmını o dostunun üstünden kendine almaya çalışırmış. Çok geçmeden hasta olan da şifa bulup kalkarmış. Ne güzel dostlarmış onlar…

Hayat, tatlıyı değil, bazen acıyı da paylaşmaktır. Analık bunun için büyük olsa gerek. Evlâtlarının başına ne gelirse, hiç çekinmeden, bir paratoner gibi, analar kendi üstüne çekmeye çalışırlar. Allah da analar yüzü suyu hürmetine hayatı hayat eder. İmanın o sonsuz lezzetlerini hissettirir o fedakâr kalplere. “Cennet, annelerin ayakları altındadır” der Hz. Peygamberimiz (asm). Bu mükâfatı hak edebilmek için, her fedakârlığı göze alır analar.

Batan gemiyi herkes birer birer terk eder. Kaptan asla terk etmez. Anneler, hayatın ve ailenin kaptanıdırlar; yalnız yaşarlar belki ama kimseyi yalnız bırakmazlar. Acısında, hastalığında, yanı başındadırlar evlâtlarının ve yakınlarının. Analar rol kesmezler asla, içtendir, samimîdirler. Niyetleri baştan bellidir. Bırakın bir taşı, bir dağ düşse üstlerine evlâtlarının, elleriyle tutmaya çalışır onlar.

Annede akıldan önce kalp ara, yürek ara, şefkat, merhamet ara. Bir tehlike anında göz açıp kapayıncaya kadar biter yavrusunun yanında. Uzaktaysa eğer, duâsı yeter. Merak etmeyin, Rabbimiz için zaman ve mekân yoktur, o duâyı sahiplerine, gitmesi gereken, ulaşması gereken yerlere vardırır bir bir. Âcil bir kan aranıyor gibi o duâlar yetişir. Şifa bulur duânın ulaştığı yer, duânın ulaştığı yerdekiler.

Hayat imanla ve niyetle güzel. İman da duâyla güzel. Allah’a yakarmakla güzel. Yanı başımızdaki gerçek dostlarla güzel, dostların en güzeliyle, anneyle güzel.

Hayatta olmasa da hatırası bile yeter onların, hatırası bile güzel.

Ey dertlilerin tabîbi, ey şifa bulmaz hastaların gece gündüz iniltilerini duyan, bilen, dinleyen Rahman! Yâ Şâfî! Yâ Kâfî! Senden başka şifa veren yok. Derdimizi veren Sensin, devâmızı ve şifâmızı da verecek olan, yine Sensin. Hikmetin neyi gerektiriyorsa, o öyle tecellî eder. İmanımız tamdır, âmennâ! Başını kaldırıp bakamayan, bir yandan diğer yana yardımsız çeviremeyen, elini, ayağını kımıldatamayan, konuşamayan sayısız nice hastalar var. Türlü türlü illetlere mübtelâ olanlar var. Yürümek isteyen, konuşmak isteyen, koşmak isteyen. Hâlini sadece ve sadece Sana açan, gözyaşlarıyla arz eden nice hastalar var. Şüphesiz onların her hâline muttalî olan sadece Sensin. Rabbim! Şifalar eyle cümlesine. Dostlarını yakın eyle. Kederlerini, sevince tebdîl eyle. Annelerini ve duâlarını başucundan eksik etme. Rahmetini yakınlarının ve dostlarının eliyle sunuver Rabbim. Âmin…

***

Şu dünyanın sefasını sürdüm diyen, yalan söyler. Malı mülkü benim diyen yalan söyler. Bu dünyada rehbersiz yol alınmaz; aldım diyen yalan söyler. Rehberimiz, önderimiz, sevgili Peygamberimiz’e (asm) yerler ve gökler dolusu salât-u selâm, hastalarımızın cümlesine de duâlar ve şifalar olsun İnşallah. Âmin.

Not: Âcil duâ isteyen nice hasta kardeşlerimiz var. Onlardan biri için, sizden özel duâ istiyoruz, lütfen…

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Said Nursî” atfı... (3)


A+ | A-

Gerçek şu ki Başbakan’ın partisinin kongresinde peşpeşe sıraladığı isimlerin en bâriz hususiyetlerinin başında mağduriyetleri ya da düşünceleri ve san’atları uğrunda çektikleri çileler, sürgün edilmişlik ve kıymetleri bilinmemişlik benzeri “ortak noktalar” gelmekte.

Ne var ki Neşet Ertaş, Şivan Perver, Sabahat Akkiraz, Cem Karaca, Tatyos Efendi ve Ahmet Kaya gibi çoğu san’atçı ve türkücülerden oluşan “liste”nin en sonuna eklediği “Said Nursî’nin bu “ortak noktalar”ın ötesinde daha ayrı ve özellikli bir durumunun olduğu gözlerden kaçmakta.

Gerçek şu ki Said Nursî’nin daha Osmanlı döneminde başlayan fikrî aksiyonu devrin ulemâsı tarafından takdir edilmiş; “zamanın eşsizi, zamanında kendisi gibi görülmedik olan, hayret verici özgün fikirlere sahip olup kimseye benzemeyen” anlamında “Bediüzzaman” lâkabı verilmiştir.

Bediüzzaman’ın millet tarafından da kadri bilinmiş; tek partinin ceberrût devrinde bütün baskılara, yasaklamalara, hapislere ve engellemelere rağmen, daha matbaaya geçilmeden Kur’ân tefsiri olan yüzbinlerce Risâle tek tek yazılmış, çoğaltılmış; “iman, tekniğe meydan okumuştur.” Bugün milyonlarla insan Bediüzzaman’dan istifade etmekte, Nur Risâleleri her tarafta gürül gürül okunmakta.

Said Nursî’nin kıymeti Anadolu ve İslâm âlemi ile sınırlı kalmamış; bütün dünyayı ve insanlığı sarmıştır. Kırka yakın dile tercüme edilen Risâle-i Nurlar, dünya radyo ve televizyonlarında okunmakta, üniversitelerde hakkında tezler hazırlanmakta, geniş araştırmalar ve tartışmalar yapılmakta…

Özetle millet zaten “Said Nursî”ye sahip çıkmıştır ve çıkmaktadır. Devletin, siyasetin ve yöneticilerin Said Nursî’ye ihtiyacı vardır. Bu da sâdece ismini “telâffuz”la değil, topyekûn fikirlerinin etraflıca ele alınıp sahip çıkılmasıyla olur.

SAİD NURSÎ’NİN MÂNEVÎ TÂMİR VE

ISLÂH ÇÖZÜMÜ…

Bundandır ki “açılım” ve “demokratikleşme”de Said Nursî’nin ismine atıfta bulunup kamuoyundan alkış alanların, Bediüzzaman’ın “Şark meselesi”ne ve demokrasi ve hürriyetlerin temini hakkındaki içtimaî tesbitlere de kulak vermeleri gerekir.

Yapılacak olan, Başbakan’ın, “Onsuz Türkiye’nin mâneviyatı eksik kalır” dediği Said Nursî’nin, Osmanlı’nın son döneminden Cumhuriyet’in çok partili sistemine geçilmesine kadar bütün devrelerde, Kur’ân’ın temel târiflerine göre anlamlandırdığı ve formülleştirdiği “mânâsız isim ve resim”den âzâde gerçek demokratik hürriyetçiliğinin örnek alınmasıdır.

İslâmı hayatın dışına iten, eğitimi “dinden tecrid”le mâneviyatsızlaştıran, inanç ve ahlâkî değerlerden mahrum sistemin, Kur’ânî-mânevî esaslarla tâmiri ve ıslâhıdır.

Bu noktadan, Millî Mücadeleyi ve Kuva-yı Milliye’yi destekleyen Bediüzzaman’ın, Anadolu’nun ecnebilerin istilâsı ve başşehir İstanbul’un İngiliz işgali altında bulunduğu menhus mütârekenin en zorlu zamanlarında Kürt Teâli Cemiyeti Reisi Abdülkadir’den gelen “Kürdistan kurma” teklifine verdiği cevabın anlamını değerlendirmeli.

“Kürdistan’ı değil, Osmanlıyı ihya edelim” diye karşı çıkıp, “Allah-û Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ diye buyurmuştur. Ben bu beyân-ı İlâhî karşısında düşündüm; bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dörtyüz elli milyon hakikî Müslümanın kardeşliği bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem” diye verdiği cevabı iyi anlaşılmalı. (N. Şahiner, Bilinmeyen Yönleriyle Bediüzzaman Said Nursî, 229)

Israrla dâvet edildiği ve “hoşâmedi (hoş geldin) merâsimi” ile çağrılıp alkışlarla kürsüye gelerek Anadolu gazileri için duâ edip zaferin muvaffakiyeti için duâ ettikten sonra, mebuslara neşrettiği on maddelik beyannâmede dikkat çektiği tesbitlere kulak verilmeli…

SAİD NURSÎ, İYİ OKUNMALI…

Keza, “Efendim! Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir. Bu harekâtımıza iştirak buyurur yardım ederseniz, gâlib oluruz” diye kendisini kıyama iştirake çağıran Şeyh Said’e yazdığı “ikaz mektubu”ndaki mânâ iyi okunmalı. Bu mektuptaki, “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılınç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an câiz değildir. Kılınç, hârici düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılınç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş Çâremiz, Kur’ân ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehli (cehâleti) izâle etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani yüzünden binlerce mâsum kadın ve erkekler katledilebilir” cümlesinin anlamı doğru anlaşılmalı. (a.g.e.)

İsyana iştirak için “izin” isteyen Kör Hüseyin Paşa’ya, “Askerler bu vatanın evlâdıdır; senin ve benim akrabamdır. Kime vuracaksın? Onlar kime vuracak? Düşün, idrak et. Ahmed’i Mehmed’e, Hasan’ı Hüseyin’e mi kırdıracaksın?!” ihtarı idrak edilmelidir.. Said Nursî’nin isminin zikredilmesi elbette önemli. Ancak asıl önemli olan, Bediüzzaman’ın meseleye, mânevî adeseden getirdiği “İslâm kardeşliği” eksenindeki temel târif ve çözümlerin araştırılıp tatbikidir.

Said Nursî’nin hayatî önem taşıyan fikirlerinin demokratikleşme ve “açılım”da referans alınmasıdır; yalnız “ismi”nin telâffuzuyla kalınmamasıdır…

10.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Farkında mısınız?


A+ | A-

Üniversiteler teker teker 2009-2010 eğitim ve öğretim yılına başlıyorlar. Üniversitelerin açılması da birçok meseleyi beraberinde getiriyor, sorunların hatırlanmasına neden oluyor. Bu sorunların başında artık “kabullenilmiş” gibi gözüken, görmemezlikten gelinen, unutturulmaya çalışılan başörtüsü yasağı var. Halbuki, kanunsuz başörtüsü yasağı hâlâ devam ediyor, her sene olduğu gibi yine mağdurlar meydana getiriyor.

Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve bazı bakanların eşlerinin başörtülü olması sorunun çözüldüğü anlamına gelmiyor. Yine başörtülüler kamu da çalışamıyor, kazandıkları üniversitelere giremiyorlar. Kapı önlerine konulan “baş açma ya da kapama kabinleri” artık normal karşılanıyor. İşin kötü tarafı da burada…

Hatırlatalım; Başörtüsü yasağı, ilk defa 22.7.1981 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı ile orta dereceli okullarda ve bir yıl sonra da 16.7.1982 tarihinde kamu kurum ve kuruluşlarında, kanunla değil, Bakanlar Kurulu’nun kabul ettiği yönetmeliklerle yürürlüğe konulmuştur. Bu yönetmelikler de bu güne kadar düzeltilememiştir. Üniversitelerde başörtüsü yasağı ise, YÖK’ün 20.12.1982 tarihinde yayınladığı bir genelge ile başlamıştır. Bu genelge üzerine üniversite senatoları, başörtüsünü yasaklayan kararlar almışlardır. Bu yasakların kaldırılmasını isteyen Meclis, 28.10.1990 tarihinde, 2547 sayılı YÖK Kanunu’nun 17. maddesini kabul etmiştir. Halen de yürürlükte olan bu maddeye göre de bir yasaklama sözkonusu değil, ama yasak acımasızca uygulanıyor.

Geçen hafta içinde gazete ve televizyonlar yansıyan “başörtüsü yasağı” haberlerini gördükçe, bu sorunun nerelere vardığını görebiliyoruz. Bunlardan birisi, Denizli ilinin Gürpınar Belediyesinin yaptığı uygulama. Haberlere göre, nikâh randevusu almak için gerekli evraklar ve istenen fotoğrafla Gürpınar Belediyesine başvuran iki gurbetçi nikâh memurunun cevabından sonra şaşkına dönmüşler. Nikâh memuru, evlenecek olan hanımın yüzü ve alnı görünen başörtülü ve boneli vesikalık fotoğraflarının, nikâh için uygun olmadığı gerekçesiyle geri çevirmiş. Nedeni de o hanımın resimdeki başörtüsünün içinde bonesinin olmasıymış. (Bone: başını örten bayanların başörtüsü kaymasın diye örtünün içine giydikleri bir örtü) Bunun üzerine yeni evlenecek çift ilçe nüfus müdürlüğüne başvurmuş. Orada ilgili fotoğrafla nikâh kıyılabileceği söylenmesine rağmen, evlendirme memurluğu bunu yeterli bulmayarak yine nikâhı kıymamış. Bunun üzerine çift, Gürpınar’a komşu olan Uşak’ın Sivaslı ilçesine bağlı Ağaçbeyli Belediyesi’ne giderek nikâhlarını kıydırmış. Şimdi konu valiliğin incelemesinde… Evlenen genç çift nikâhını kıymayanlar hakkında mahkemeye başvurdular.

İkinci olay da bundan daha vahim bir olay. Yine gazete haberlerine göre, Eskişehir’de yaşlı bir kadın, başörtülü olduğu için aile hekimi tarafından muayene edilmemiş. İddialara göre 70 yaşlarındaki hanımefendi mide sancıları için gittiği sağlık ocağında tedavi edilmek yerine, “Siz niye kapalısınız?” sözlerine maruz kalmış. “Normal kıyafetimiz” diyerek karşılık veren yaşlı kadından doktor, nüfus kâğıdı istemiş. Rahatsızlığına rağmen evine giden yaşlı nine kimliğiyle sağlık ocağına geri dönmüş. Nüfus cüzdanındaki başörtülü fotoğrafı gören doktor, bu kez kimlik ve sağlık karnesindeki resimlerin benzememesini gerekçe göstererek hasta kadının muayenesini yine yapmamış. Konuyla ilgili İl Sağlık Müdürlüğü soruşturma başlatmış.

Bu iki örnek bile bu meselenin çözülmesinin ne kadar elzem olduğunu gösteriyor. Anayasada ve kanunlarda böyle bir yasak yok. Özellikle üniversitelerin yeni açılmasıyla birlikte sorun tekrar gündemimize gelmesi gerekirken, bir suskunluk gözleniyor. Artık herkes yasağı kabullenmiş gözüküyor. Sadece Türkiye genelinde oluşturulan platformlarda hafta sonları dile getiriliyor. Bu eylemler artık haber dahi olmuyor. Diğer taraftan konuyu çözme konumunda olanlar bunları görmüyorlar dahi…

Demokratik açılım tartışılırken, gündem de “daha önemli konular varken, bu da nereden çıktı” diyenlere/diyeceklere şunu söylemek lâzım. Bu sorun Türkiye’nin kanayan bir yarası ve çözüm bekleyen en önemli sorunlardan biri. Demokratik açılım konuşulurken, “başörtüsü açılımı” yapılmazsa açılım topal kalacaktır. Aksine, tam da demokratik açılım konuşulurken gündeme getirilecek konudur. Henüz açılımın içinde neler olduğunu görmedik, ama bu konuda da mutlaka bir açılım yapmaya ihtiyaç var. Hem de çok…

* * *

NOT: Başbakan Tayyip Erdoğan’ın partisinin kongresinde “Türkiye mozaiğini oluşturan 14 ismi sıralaması bir haftadır tartışılmaya devam ediyor. Konuşmasında Said Nursî’nin ismini söylemesi salonda alkış tufanı kopmasına sebep olmuştu. Bu konuyla ilgili 5-6 gündür gerek gazetemizde, gerekse “demokrat düşünen yazarlar” bu konuda yorumlar yapıyorlar. Akl-ı selimle düşünün hiç kimse de Erdoğan’ın Bediüzzaman’ın ismini zikretmesine itiraz etmiyor/edemiyor. İşin özeti şu: Demokratik/Kürt/Güneydoğu açılımı konuşulurken, Bediüzzaman’ın ismi dahi yetti…

Açılım yapacakların bu alkışları ve yorumları yabana atamayacağı da ortaya çıktı. Açılım çalışmalarının muhtevasını doldurmaya çalışanlara tavsiyemiz, gazetemizde yayınlanmakta olan “Bediüzzaman’ın görüşleri ışığında Kürt sorununa demokratik çözüm” yazı dizisini okumaları…

10.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.