01 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin GÜLTEKİN

Hata ve kusurların hayırlısı olur mu?


A+ | A-

Karşımızda iki insan var. Bunlardan birincisinin vasat bir dinî yaşantısının yanında, beşer olması hasebiyle bir takım kusur ve hataları da var. Yani çok mükemmel olmasa da ibadetlerini yapıyor, becerebildiği kadarıyla bildiklerini yaşamaya çalışıyor. Fakat bu insan yaşamaya çalıştığı dinî hayatının eksikliğini, kifayetsizliğini biliyor, ayrıca bilerek veya bilmeyerek işlediği kusur ve günahlarının farkında olduğu için, sürekli istiğfarda bulunmayı ihmal etmiyor.

İkinci adam ise her zaman dinî yaşantısında en mükemmelini yapmanın çabasında, amelin en iyisini yapmanın gayretinde. İbadetini, taatini hakkıyla yerine getiriyor. Yeterli dinî bilgi ve kültüre sahip. Hatta hizmetten hizmete koşuyor. Velâkin bütün bu yaptıklarını, Allah’tan değil, kendi hüner ve ilminden biliyor. Ve sonrasında da, belki de farkında olmadan gurur ve kibire giriyor.

Şimdi bu iki insandan hangisi doğru yoldadır, hangisi makbuldur? Elbette vasat bir dinî yaşantısının yanında bazı hata ve kusurları işleyen, fakat o hata ve yanlışlarının farkına vararak Allah’a karşı tövbe-i istiğfarda bulunan insanın, doğru yolda olduğu söylenebilir.

Yaptığı güzel ameline, takvasına güvenerek kendini günahsız, hatasız zannederek, böbürlenip, ucb ve gurura giren insan ise, Allah ve Resûlünün (asm) tasvip etmediği ve razı olmadığı insandır.

Konu ile alâkalı olarak, Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifine kulak verelim: “Nefsim kudret elinde olan Zat’a yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi toptan helâk eder; günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret ederdi.”

Demek oluyor ki, beşer olmamız hasebiyle hatasız, günahsız olmamız mümkün değil. Asıl doğru olan, bilerek veya bilmeyerek işlediğimiz hata ve günahlarımızı derk edip, istiğfarda bulunmaktır.

Efendimizin (asm) konu ile alâkalı diğer bir hadis-i şerifi de şöyle: “Nefsim kudret elinde bulunan Zat-ı Zülcelâl’e yemin ederim ki, günah işlemediğiniz takdirde, ondan daha büyük olan ucb’a (kendinizi beğenmeye) düşeceğinizden korkarım.”

Görülüyor ki yapımızda, fıtratımızda günahları işleme meyli var. Ve bazan isteyerek, bazan da istemeyerek her çeşit günahı işleriz. Peygamberlerin dışında en müttakî, en mükemmel insanlar da hata ve günah işleyebilirler. Hadis-i şerifte işaret edilen nokta, insanlar günah işlemedikleri zaman bu defa da ondan daha tehlikeli olan ucb’a, yani bir nev'î gurur ve kibire dûçâr olma ihtimali beliriyor.

Denilebilir ki insanın işlediği güzel amel, takva derecesindeki dînî yaşantısı hiç o insanı tehlike ile karşı karşıya getirir mi?

Görülüyor ki mükemmel dinî yaşantının yanında tevazu, mahviyet ve kusurunu derk edip istiğfar hâli olmazsa, o insanda kibir, gurur, enaniyet gibi kötü huylar vücuda gelir ve o insanın manevî hayatını tehlikeye sokar.

O halde bilgimiz, birikimimiz, müttakîliğimiz, hizmetlerimiz ne olursa olsun, bunlara güvenip gurur, enaniyet, kibir gibi çirkin hasletlere fırsat vermemek için, tevazuyu, aczi, mahviyeti elden bırakmamalı. Kudsî bir dâvânın müdavimleri olarak, beraber yola çıktığımız ihvanlarla tam bir tesanüt içinde samimî ihlâs ve uhuvvet esasları çerçevesinde yolumuza devam etmeli.

Bu noktada Bediüzzaman’ın “Nur’un İlk Kapısı” adlı kitapçığındaki şu tesbite kulak verelim: “İstiğfara müncer olan derk-i kusur, gurura incirar eden rü’yet-i hüsn-ü amele müreccahtır.” Yani bir insanın hata ve kusurlarının farkına varıp istiğfara yönelmesi; güzel ameline güvenip ucb ve gurura girmesinden daha evlâdır. Diğer bir ifade ile, kişinin güzel amel sahibi olup gurur ve kibire girmekten ise, hata ve kusurlarını derk edip, istiğfarda bulunup, Allah’tan affını dilemesi daha güzeldir. Çokça hizmette bulunup, gurur ve enaniyetin esiri olmaktan ise; vasat bir hizmete kanaat edip, tevazu ve mahviyet içinde bir duruşu tercih etmek daha makul, daha makbuldur.

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

İmandan kaynaklanan güven, vakar; benlikten kaynaklanan ise gururdur (1)


A+ | A-

“Ben bir…”

Bu iki kelimeden sonra gelen ve olumsuz kelimelerle devam ederek oluşan bütün cümleler, insanın en güzel yaratılıştan (Ahsen-i takvim) ne hallere düştüğünü, düşürüldüğünü gösteren cümlelerdir. Bazen bu iki kelimeden sonra öyle acımasız, öyle acı, öyle anlamsız, adaletsiz, kontrolsüz, yıkıcı, yakıcı ve yok edici kelimeler geliyor ki, inanılmaz ve anlaşılmaz. Ve bütün bu olumsuz cümleleri, kişinin kendisine kurması daha da iç yakıcı. Oysa yaratılıştan esas maksat, düşüş değil, yükseliştir. İnsana emanet olarak verilen maddî ve manevî nimetler, verilirken, böyle bir rahatsız edici tanımlama içerisinde değildiler. Tertemiz, pırıl pırıl teslim edilmişti insana. İnsan, verilen nimetleri kirletti. Ve onları kirli tanımladı.

Alnınızdaki etiketi siz yapıştırmışsanız,

işiniz daha da zordur

Kişinin kendisiyle ilgili tanımlama ve etiketlemeleri kolay kaldırılamıyor. Bazen bu kabul uzun yıllar devam edip gidiyor. Tabiî bir de etiketi vuran kişi kendisi olunca, onu kimse kolay kolay çıkaramıyor. Kişi, başkasının vurduğu etiketi daha kolay ve rahat çıkarabiliyor iken, kendisine kendisinin vurduğu etiketi, o kadar da kolay çıkaramıyor. Belki de bu konuda kişinin güçlü iradesinden sonra, ciddî bir yardım gerekecektir. Bazen hak edilmeyen tenkit veya tebrik, çok yakın veya çok uzaktan bir kişi tarafından yapılabilir. İnsanın hak etmediği bir tanımlamayı kabullenmesi, iç yıkımdan başka bir netice vermez. Ama tabi neyi hak etmediğini bilmek ise, kendini bilmektir. Bu da ancak, bir kendini tanıma yolculuğuna çıkmakla, yani Yunus gibi, ‘benden içeru ‘ben’e ulaşmakla mümkündür.

İnsanı ya nefsi, ya da vicdanı tanımlıyor. İnsan, iradesiyle hangisine yetki vermişse, insanı o belirliyor, insanı o tanımlıyor ve değerlendiriyor. Günlük bütün evrakları o imzalıyor. Adeta o ‘ben’, yetkilendirilmiş ‘ben’ oluyor. Yani ömür içinde hangisinin karar imzası fazla ise, insan o oluyor. İşte o da, ya adım adım bir yükselişin ya da düşüşün basamakları oluyor. Bu çıkışlar Cennete, inişler ise, Cehenneme taşıyor insanı. Bu yürüyüşü genel itibariyle insanın kendisi yapıyor. Özellikle de düşüşü. Bu gözle bakıldığında insan amelleriyle, şecere-i zakkum ağacının meyvesini, ya da amelleriyle birlikte Rahmetin tecellisiyle şecere-i Tuba ağacının meyvesini yetiştiriyor. Sonra da onu yiyor.

Beğenilmeyen etiketi değiştirmek, önce bir cüz’i kul iradesi, sonra da küllü bir Yaratıcı iradesi gerektiriyor.

Kendinizi önemseyin, ama beğenmeyin

İnsanlara, “Kendinizi önemseyin, ama beğenmeyin” diyorum. Önce biraz şaşırıyorlar. Aslında bu hassasiyet güzel. Yani gurur ihtimalinden korkmak, bir fazilet. Ancak buradaki önemsemek ile beğenmek farklı şeylerdir.

Önemsemek, insanı yüceltirken; beğenmek küçültüyor. Kendini önemsemeyen insandan ciddî işler de beklenmez. Önemsemek, anlam yüklemeyi beraberinde getirir. Kendini önemsemeyen insan, kendi ile ilgili hiçbir şeyi de önemsemez. Hatta daha ciddî boyutlarda hayatı, hayatın içindekileri de önemsemez.

Kendini önemsemeyince, kendi ile ilgili olan şeyleri de önemsemeyecektir. Hatta kendinin taşıdığı nimetleri, değerleri, yani sahip olduklarını da önemsemeyecektir. O zaman, o nimetler gözünde değerini kaybedecektir. Böyle bir varlığa bakışın, sahip olduklarının çok da bir önemi olmayacaktır. Daha ileri boyutta ise, yaratılanı önemsemediği için, Yaratan’ı da önemsemeyecektir. Böyle insanların varlığa anlam yükleme konusunda adeta anlam okuma merkezleri iflâs etmiştir. Kendine anlam yüklemeyenin, kendi dışındakilere anlam yüklemesi de pek beklenmeyecektir.

Oysa insan, âleme sultan olarak yaratılmıştır. Halefe-i arz makamı, sadece insan için tanzim edilmiştir. Bu, insanı önemsemenin en somut örneğidir. Nitemin bütün yaratılmışların kendisi için yaratıldığı insanın, kendini, bu makamı önemsememesi cehaletten başka bir şey değildir. ‘Sen olmasaydın ey Muhammed (asm) alemi yaratmazdım’ kelâmı, insanlık makamının Yaratıcı katındaki yerini gösteriyor. Bu, insandaki peygamberî tarzın yüceliğine işarettir. Onun için insanların kendilerini önemsemelerini istiyorsak, biz de onları önemsemeliyiz. İnsanı, halife yönüyle değerlendirmeliyiz. Hatta kendisini önemsemeyen insanları da önemsemeliyiz. Çünkü suç işlemeler, hatalar, günahlar ve yanlış davranışların yatkınlığı, kendini terk etmiş, ihmal etmiş, anlamsız, önemsiz görmüş insanlardan geliyor. Oysa insan olmak, başlı başına önemsenecek çok şeylere sahip olmak anlamına geliyor. Yaratan’ın varlığı, yaratılanları anlamlı kılıyor.

Kendini beğenmek insanı küçültür. Beğenmek, sahip olunanları sabitlemek anlamına gelir ve tabiî ki bu da gelişmemek, geliştirmemektir. Beğenmek, bencillik etmektir. Beğendiğimiz şeyin gelişimini düşünmeyiz. Çünkü beğenmek, yeterli görmektir. Yeniliklere, gelişmelere kapanmaktır. Önemsemek ile beğenmek yanlış anlaşılmamalıdır. Önemsemek ile gururlanmanın bir alâkası yoktur. Önemsemek, taşıdığı maddî ve manevî değeri görmek ve anlamaktır. Bir şeyin gözümüzde bir değeri yoksa, gönlümüzde de bir değeri olmaz. Veren, hep önemli, hikmetli, değerli şeyleri vermiştir. İnsanın onları önemsemesi, Veren’i hatırladığından olmalıdır. Veren büyükse, verdiği küçükler bile anlam kazanır. Kendine güven ile gurur da karıştırılıyor. Güvenin gurur olmadığını önce dini öğretilerimiz bize öğretir. Gerçek Güç kaynağı kendisi olmadığına inanan insan, gücün kaynağına ulaşır. Yani güç vehmettiği kendinden geçerek, gerçek Güce ulaşır. Bunu da insana en güzel anlatan olgu, insandaki ‘aciz’lik ve ‘fakir’lik kaynağıdır. İnsanın acizliği ve fakirliği arttıkça, asıl yaratıcı Güce sığınması artacaktır. Sınırsız ihtiyaçlarla ve sonsuz düşmanlarla etrafı sarılmış insanın; bu ihtiyaçlarına karşı her şeye görüp gözeten ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcıya dayanması, en sağlam güç olacaktır. O zaman, Yaratıcı’ya iman edenlerin, hakikatte en güçlü ve en önemli insan olmaları icabediyor. ‘Hakikî imanı elde eden kâinata meydan okuyabilir’ gücü buradan kaynaklanıyor. Bütün güçlerin kendisinde olana iman etmek, en büyük güç kazanmak değil de nedir?

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İnsanın derin yükümlülüğü


A+ | A-

M. Sabri Bey: “İnsanın temel yükümlülüğü nedir? İnsanın yaratılış sebebi ve hikmeti üzerinde durabilir misiniz?”

İnsan Cenâb-ı Hakk’ın öyle bir îcadıdır ki, Allah’ın yüzlerce isim ve sıfatına mazhar1 bulunmakla berâber, yeryüzünün halîfesi sıfatını da omuzunda taşımaktadır.2 Kur’ân’da ifâdesini bulan bu hakîkat, Peygamber Efendimiz’in (asm) mübârek lisânında da şöyle yer almıştır: “Allah insanı Rahmân ismini tamamıyla gösterir bir sûrette yarattı.”3

İnsana emânet-i kübrâ verildiğini de bize Kur’ân söylüyor.4 Yani insan kendisine verilen sıfatlarla, kendisini Yaratanı bilmek, bulmak, tanımak, sevmek, itaat etmek ve bu istikâmette kâbiliyetlerini geliştirmekle yükümlüdür.

İnsan hayatının dokuz büyük gâyesi, hikmeti ve yükümlülüğü bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu hikmetleri kavramakla insanın gerçek insan olacağını, varlığının sırrına ereceğini ve gerçek mutluluk ve huzûru bulacağını kaydeder. Bu dokuz emir kısaca şunlardır:5

1- İnsan, vücuduna konulan duygular terâzisiyle Allah’ın Rahmet hazînelerinde depolanan zengin nîmetleri tartmak ve geniş çerçevede şükretmekle yükümlüdür.

2- İnsan, fıtratına yerleştirilen duygular anahtarlarıyla Allah’ın kudsî isimlerinin gizli defînelerini ve hazînelerini açmak ve Cenâb-ı Hakk’ı o isimler ile tanımakla yükümlüdür.

3- İnsan, Allah’ın isimlerince, mahlûkat nazarında kendisine takılan ince san'atları ve latîf cilveleri bilmek, takdir etmek, görmek ve göstermekle yükümlüdür.

4- İnsan, hâl ve söz diliyle Hâlık’ının dergâh-ı Rubûbiyetine ubûdiyetini ve kulluğunu arz etmek ve îlan etmekle yükümlüdür.

5- İnsan, Allah’ın isimlerini, kendisine verilen latîf insânî inceliklerle ve nâzik duygularla bilmek, nezâketle süslenmek ve bizzat Şâhid-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakk’ın nazarına kendisini arz etmekle yükümlüdür.

6- İnsan, sâir varlıkların hayatlarıyla Allah’ı göstermelerine, zikretmelerine ve ibadet etmelerine şahitlik etmek, derin düşüncelerle görmek ve göstermekle yükümlüdür.

7- İnsan, kendisine verilen azıcık ilim, azıcık kudret, azıcık irâde, azıcık görmek, azıcık işitmek, azıcık konuşmak, azıcık yaşamak, azıcık yapmak, azıcık îmar etmek, azıcık îcad etmek, azıcık merhamet etmek, azıcık acımak, azıcık bağışlamak gibi sıfat ve hallerini “bire bir ölçü” kabul ederek, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak sıfatlarını, mukaddes fiillerini, eşsiz ve sınırsız isimlerini o ölçücükler ile bilmekle yükümlüdür. Meselâ insan küçücük iktidârı, ilmi ve irâdesi ile bir hâneyi muntazaman yaptığında; bu koca kâinâtın kendi hânesinden büyüklüğü derecesinde ustası olan Cenâb-ı Hakk’ı o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbîr, Mûcid, Rahîm, Vedûd, Ğafûr ve Muîn bilmelidir.

8- İnsan, varlıkların her birinin kendilerine mahsus dillerle Allah’ın birliğine ve terbiye ediciliğine dâir sözlerini anlamakla yükümlüdür.

9- İnsan, âcizliği, fakirliği, ihtiyâcı, zaafiyeti, eksikliği, kusurluluğu ve sâir noksan sıfatlarının ölçüsüyle, Cenâb-ı Hakk’ın kemâl seviyedeki kudretinin, gınâsının, zenginliğinin ve sâir kemâl sıfatlarının tecellî derecelerini anlamakla yükümlüdür. Nasıl ki açlığının dereceleri nisbetinde ve ihtiyâcın çeşitleri miktarınca yemeklerin lezzetleri, dereceleri ve çeşitleri anlaşılırsa; insan, sonsuz âcizliği ve nihâyetsiz fakirliğiyle Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti ve nihâyetsiz zenginliğini kavramalıdır, bilmelidir.

Bu emirler çerçevesinde düşündüğümüzde insan, îcad fiili de dâhil, Cenâb-ı Hakk’a ait ekser fiilleri tanır, görür, anlar, kavrar; böylece aynı fiillerde ve sıfatlarda hem kendi eksikliğini, acizliğini ve zaafiyetini anlar; hem de Cenâb-ı Allah’ın büyüklüğünü, celâlini, izzetini ve kemâlini kavrar, idrâk eder. Böylece yaratılışının sebebini ve hikmetini içinde saklayan kulluk yükümlülüğünü de yerine getirmiş olur.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 19.

2- Bakara Sûresi, 2/30.

3- Buhârî, İsti’zân, 1.

4- Ahzâb Sûresi, 33/72.

5- Sözler, s. 117.

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Asıl mesele


A+ | A-

Hep meselenin aslını araştırırız. Hayat seyrinin akışı da buna bağlıdır. İnsan bu... Kimi zaman gafletle hayata bir ot gibi geldiğini zanneder. Bilmez ki, ot dahi bir emir ve irade ile yeryüzüne gelir, vazifesini yapar.

Ve insan dışındaki diğer canlı varlıkların dahi ruhları ebedî âlemde zâyi olmayacağı ifade edilir. Bütün kargaşa ve keşmekeşlikler, öldükten sonra dirilmeye ya inanmamaktan veya âmiyâne inanmaktan kaynaklanmaktadır. Yoksa, ciddî mânâda bir inanış hayata hâkim olduğu zaman, bu, insanın hayatına yansıyacaktır.

İşte asıl mesele buradan kaynaklanmaktadır.

Bir muhasebe, bir hesap günü, bir hesaba çekilme ve bir dirilişin mutlaka olacağı inancı, hayatı çok ciddî anlamda düzene sokacaktır.

Hayat budur. Bu “Dur!” işareti, hayatın alanına yansıyacaktır. İslâm toplumlarını ayakta tutan budur. Onları kayıt altına alan da budur. İşin aslını bilen ve inanan insan, farklı bir dünya hayatı ile başbaşa kalacaktır. Bu bir “yasakçı” ve “otokontrol” vazifesi görecektir.

Kur’ân’dan ayrı yaşayan topluluklarda bir anlamda sosyal hayatı titiz takip eden kanunlar düzene koyar. Bu, insanın şerlerini kısmî olarak önler. Hapis korkusu ve sicil endişesi insanı frenleyebilir. Ancak bu zecrî tedbirlerin olmadığı ortamlarda, insanın canavar yapılı davranışı o zaman harekete geçer.

Bir zaman Amerika’da büyük bir elektrik arızası olmuştu ve halkın bir kısmı bundan istifade ederek işyerlerini yağma etmişlerdi. Bir hesabın olmayacağını ve hayatın sadece dünyadan ibaret olduğunu zanneden insanın hayat profili budur.

Bunun en büyük engeli, öldükten sonra bir diriliş ve hesap verilişin varlığına imandır. İşte asıl mesele buradan kaynaklanır. Bir çocuğun sağlıklı hayatına, bir gencin taşkınlıklarına, bir ihtiyarın hazin hallerine, insanın bitmez ve tükenmez arzularının frenlenmesine yegâne çare; haşir inancıdır. Bunun hâkim olduğu yaşantılarda, birçok aksaklık sessiz sedasız hallolacaktır. İslâmiyetin sosyal hayattaki bağlayıcı rolü hayata yansıdıkça, toplumu idare etmek çok kolay hale gelecektir.

Paylaşmayı, yardımlaşmayı, sevgi ve saygıyı, kanaat ve iktisadı, şefkat ve merhameti, insan hayatının ne kadar değerli ve önemli olduğunu, “bir insanı öldürmenin, bütün insanlığı öldürmek gibi” olduğunu, yalanın ne kadar çirkin bir davranış biçimi olduğunu, hayatın geçici ve dünyanın bir imtihan salonu olduğunu bilen bir insan, elbette çok değerli hâle gelecektir.

Yaşadığımız ve dünyanın yaşadığı sorunların asıl kaynağı budur. “Asıl mesele” bu mihenk noktasında düğümlenmektedir.

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Günümüzden Asr-ı Saadete aile içi eğitim


A+ | A-

Hazret-i Âdem (as) ile Havva’dan günümüze intikal eden insanlık tarihinin en “eskimez” kurumu aile, şimdilerde hayli sancılı dönemler geçirmekte. Bu ağrılı süreçte medyanın etkisi tartışılmaz bir gerçek.

Özellikle medya vasıtalarının çeşitlenip hızlanarak dünyayı adeta bir köy haline çevirmesi, aile kurumunu müsbet yönleri yanında menfi olarak da etkilemekte. Daha çok “eğitim” vasıtası olarak kullanılması gerekirken “eğlence ve sefahet” için kullanılan televizyon, internet gibi teknoloji harikaları çoğu evde “hakimiyet”ini kurmuş durumda.

Diziler, reklâmlar, filmler, klipler… Ardı ardına cazip ve aklı uyuşturan sesler, görüntüler eşliğinde aile fertlerini en küçükten büyüğe etkilemekte, çoğu zaman da hazlarının esiri durumuna getirmekte.

Aile içi eğitim programları

Bu gerçeği gören hakikat arayıcıları aile fertlerini eğitme, aile kurumunu güçlendirme adına “Aile içi eğitim” çalışmalarını farklı müfredat, ders programlarıyla gündeme getirmekte.

Dünyanın her yerinde genelde kilise desteğinde sivil toplum kuruluşlarının organize ettiği bu eğitim programlarını ülkemizde de görmek mümkün. Genellikle yerel yönetimlerin, belediyelerin uzmanlar eşliğinde düzenlediği bu çalışmalar, anne babalara yönelik, bilinçli ebeveynler yetiştirme amaçlı ve hayli yaygınlaştırılmış durumda.

(Yeri gelmişken geçtiğimiz günlerde ahiret âlemlerine yolculadığımız Prof. Dr. İbrahim Canan’ın da müfredâtını bile hazırladığı ama gerçekleştirmeye ömrünün yetmediği Peygamberimizin (asm) Sünnetine uygun böyle bir aile eğitim programının varlığını hatırlatalım. Umarız vasiyeti hükmündeki bu çalışma kısa zamanda talebelerinin desteğiyle uygulamaya konulur.)

Bir eğitimci ve öğretici olarak Peygamberimiz (asm)…

Peygamberimizin (asm) bütün peygamberler gibi en önemli özelliği eğitici ve öğretici kimliği, mânevî şahsiyeti... O sâir peygamberlerden farklı olarak belli bir kavme değil, bütün insanlığa gönderilen cihanşümul bir dinin “Muallim-i Ekber”i ve “Mürebbi”si olarak vazifelendirildi.

Hayatının her safhasında; yerken, içerken, misafir ağırlarken, misafir olurken, alış veriş yaparken, savaşırken, bir baba, dede, eş, devlet reisi kimliğiyle, yaşarken ve ölürken… Onun (asm) bu eğitici ve öğretici yönünü müşahede etmek mümkün.

Onun “ümmî bir peygamber” olarak verdiği dersler kalpleri, ruhları, akılları, nefisleri ve insanın fıtratına yerleştirilen bütün duyguları tatmin etti ve 14 asırdır etmekte, bizden sonra da edecek...

Sahabelerde aile içi eğitim

Peygamberimiz (asm) sohbetinde bulunanlara kendisinden öğrendiklerini iyice anladıktan sonra başkalarına, özellikle de aile fertlerine anlatmalarını hususan öğütlüyor…

O (asm) “Önce yakın akrabanı uyar” (Şuara Sûresi, 214.) âyeti indirildiğinde en başta kızı ve halası Hz. Safiye olmak üzere bütün yakınlarını toplayarak onları ahirete hazırlanmaları konusunda ikaz etmişti. (Buhari, Vesaya, 11; Müslim, İman, 351)

Aile fertlerini Tahrim Sûresi’ndeki ifadesiyle “yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten korumak” için sahabeleri arasında adeta bir “eğitim seferberliği” başlatıyor. “Bir âyet de olsa benden duyduklarınızı insanlara tebliğ ediniz” emrini alan Sahabelerin zaten başka türlü davranması mümkün değil.

İşte o yüzdendir ki insanlık tarihinde peygamberlerden sonraki en büyük manevî makamın sahipleri olan Sahabeler, Peygamberimizden aldıkları dersle kendi evlerini adeta bir okula çeviriveriyorlar.

İlginç bir tablo…

Onun (asm) aile ortamının bütün safhalarındaki eğitici ve öğretici kimliğini her birisi ayrı bir “yıldız” olan değerli eşleri vasıtasıyla detaylı olarak öğreniyoruz.

Peygamberimizin (asm) aile ortamında nasıl bir eğitim uyguladığı konusunda şu örnek gerçekten çok ibretli. Bediüzzaman Hazretlerinin Mu’cizât-ı Ahmediye Risâlesi olan 19. Mektub’da “Alim Sahabeler” arasında saydığı Peygamberimizin eşlerinden Ümmü Seleme (ra) anlatıyor:

“Allah Resûlü bir gece uyanarak ‘Fesübhanallah, bu gece vaktinde bu fitnelerin ve bu rahmet esintilerinin hikmeti ne ola ki?’ dedi ve devam etti. ‘Hemen odalarda yatanları (hanımları) kaldırın. Bu dünyada nice giyimli kuşamlı (veya örtüsüne bürünmüş) insan vardır ki, ahirette elbisesiz ve örtüsüz kalıverir.” (Buhari, İlim, 40.)

Ümmetinin istikbalde karşılaşacağı müsbet menfi bazı hadiseleri müşahede eden Peygamberimizin (asm) gece hayretler içinde uyanarak hanımlarını uyandırması ve adeta evde teyakkuz, alarm durumuna geçilmesi, ahiret adına evde yaşanması gereken atmosfere ilginç bir örnek teşkil etmekte.

Evet evlerin bir ilim yuvası, bir okul kimliğinde düzenlenmesi gerektiği bir peygamber nasihati. Aynı zamanda bir Sahabe mesleği…

Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi isimli eserinde “evleriniz medrese-i Nuriye olsun” ifadesini bu çerçevede anlamamız gerekmez mi?

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yönümüz ‘doğru’dan yana olsun


A+ | A-

Türkiye’nin komşularıyla arasındaki ihtilâfları sona erdirme yönündeki çalışmaları yeni bir tartışma başlattı. Kimileri, “Türkiye yönünü Batı’dan Doğu’ya çevirdi” derken, kimileri de “Hem Doğu’ya, hem de Batı’ya bakan yüzümüz var” diyor.

Döndüğümüz yönden daha önemli olan bu yönün ‘doğru’ olup olmadığıdır. Meselâ, yıllardan beri ‘batı’ya döndüğümüz söylenir; fakat ne hikmetse bu ‘yön’den hep zarar gördük. Şu mânâda: Batının ilmini ve irfanını almak gerekirken, ‘ithalatçılar’ hep sefahatını ve kötülüklerini satın aldı. Bu bakımdan bu ‘yön’den çoğunlukla zarar gördük.

Bakınız, Avrupa Birliği maceramız neredeyse yarım asra yaklaşıyor. Madem yıllardan beri yönümüz ‘batı’ya dönük, o halde niçin insan hakları ve hürriyetler konusunda hedeflenen noktaya ulaşamadık? Çünkü yönümüz ‘öz’de değil, ‘sözde’ Batıya dönüktü. Türkiye’yi idare edenler Batının sefahatını alırken, ilmini, teknolojisini, sanayiini almayı düşünmedi.

‘Doğru yön’e dönmekte hem Türkiye’nin hem de Türkiye’de yaşayan herkesin maddî ve manevî menfaati vardır. İyilik ve güzellik neredeyse onu almak, istifade etmek gerekmez mi? Hadiseye bu pencereden bakınca hangi yöne döndüğümüzden ziyade, hangi maksatla o yöne döndüğümüz önem kazanıyor. Batıya dönüp, oranın sefahatını almak yerine, eğer ilim ve irfan alabileceksek, ‘Kuzey’e dönmek bile tercih edilebilir! “Fani ve fena adamların, baki ve güzel ‘söz’leri” olabildiğine göre değişik yönlerin de ‘iyi’likleri olabilir. Kaidemizi unutmayalım: Döndüğümüz yönden iyilik, fazilet, refah alabilmek ön şart olmalı.

Malûm, halk arasında bir tâbir var: Dereler, her 40 yılda bir eski ‘bend’ini yoklar. Tabiî ki bu 40 yıl bir tekrarı hatırlatır. Aynı şey zenginlik için de dillendirilir ve delili olmasa bile sermayenin de belli zamanlarda el değiştirdiği kabul edilir. Bu pencereden bakınca ‘medeniyet’in de el değiştirmesi mümkündür. Nitekim, geçmış yıllarda ‘doğu’ daha önde olduğu halde son yıllarda ‘Batı’ arayı açmış görünüyor. Ancak son tahliller bu devranın tekrar dönmesinin mümkün olduğunu da söylüyor. Nitekim, aylık Fransız gazetesi Le Monde Diplomatique’in Türkçe versiyonunda manşetten verilen yoruma göre; küresel ekonomik kriz, dünyada güç ilişkilerinde geri dönülemez bir değişim başlattı ve bu durum, döviz piyasalarını, para politikalarını, ticaret ilişkilerini ve gelişmekte olan ülkelerin rolünü etkileyecek. Dünya ekonomisinin çekim merkezi Asya’ya kayacak. Ekonomik gücün yer değiştirmesiyle Doğu, Batının yerine geçecek. (Yeni Asya, 25 Ekim 2009)

Ekonomik yönden bu değişim olabildiğine göre, diğer yönlerden de olabilir. O halde hangi yöne dönüldüğünün tartışılması yerine, döndüğümüz yönden neleri ‘ithal ettiğimiz’i tartışalım. Yıllar yılı ithal ettiğimiz yanlış fikirlerin Türkiye’ye nelere mal olduğunu hesaplayabilirsek aynı hataları düşmemiş oluruz.

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Siyasî tarihimizdeki önemli bütünleşme


A+ | A-

“Türkİye birleşiyor” sloganı ile önemli bir kongre yapıldı. Bir ilkti. Demokrat Parti ile Anavatan Partisi “bütünleşme kongresi” yapıp, Demokrat Parti çatısı altında birleşti. Siyasî tarihinde “ilk” denememiz, aynı salonda iki ayrı parti birer saat arayla kongrelerini yapıp, “daha demokrat bir Türkiye” için DP çatısı altında birleştiler.

İki partinin birleşmesi yani “merkez sağın tek çatı altında toparlanması” bir ihtiyaç olduğu için gerçekleştirilmeye çalışılıyordu. Özellikle Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu döneminde sonuna kadar gelinmişken, değişik mülâhazalarla bu birleşme yapılamamış, Süleyman Soylu’nun genel başkan olduğu dönemde de birleşme ve bütünleşme çalışmaları devam etmişti. 3 Haziran’da oluşan irade neticesinde de bütünleşme gerçekleşmiş oldu.

Bugünkü yazımızı bu kongrenin notlarına ayırdık. Atatürk Spor salonunda bir kongreden ziyade bir düğün, bir şölen havası vardı. Bunu kürsüye her çıkan da dile getirdi zaten. Salonun içinde adım atılacak yer kalmazken, salon dışında da büyük kalabalık vardı. Dışarıda olanlar için dev ekranlar hazırlanmıştı.

Dün yapılan kongre Anavatan Partisinin 10. Olağan, DP’nin de 6. olağanüstü kongresiydi. Önce Anavatan Partisinin divan başkanlığı seçimi yapıldı, ardından da DP’nin… Divana seçilen başkan ve üyeler hepsi birlikte aynı kürsüye gelerek “bütünleşme kongresi”ni yönettiler.

Salonda iki partinin flamaları, bayrakları ve afişleri beraber sallandı. Divanın arkasında Hüsametin Cindoruk ve Salih Uzun’un resimleri “Türkiye birleşiyor” tam karşıda ise, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın beraber sohbet ederken çekilmiş posterleri vardı. Salona asılan afişlere bakıldığında bu bütünleşmenin niçin yapıldığını görülüyordu. Bir kaçını sıralayalım: “Merkezde birlikte, ülkede dirlik”, “Onlar ayrıştırırız, biz birleştiririz”, “Cumhuriyetimize demokrasi yakışır”, “Çaresizliğin çaresi millettir”, “Demokrasinin orta direği”, “Kutuplaşan Türkiye’nin kucaklaşan partisi…”

Afişlere ve sloganlara bakıldığında bütünleşmedeki amaç, siyasetteki dağınıklığı, ayrışmayı, partiler arasındaki kutuplaşmayı bitirmek…

Kongrenin başlangıcında gösterilen sinevizyon seyredilirken katılanların gösterdiği alkışlı destek bütünleşmenin iyi anlaşıldığının göstergesiydi. Sinevizyonda, Menderes’li, Demirel’li, Özal’lı yılların, DP, DYP, AP ve ANAP’ta genel başkanlık yapmış kişilerin resimlerin gösterildiği andan salonun ortak alkış göstermesi bunu gösteriyordu.

Divandan söylenen şu söz de manidardı: “26 Yıllık hasret sona eriyor, Türkiye DP’de birleşiyor.”

Anavatan Partisi Genel Başkanı Salih Uzun kongrede yaptığı konuşmada, merkez sağdaki dağınıklıkla ilgili birçok özeleştiri yaptı. Merkez sağın büyük provokasyonlara karşı karşıya bırakıldığını ve iki partinin de hazırlıksız yakalandığını ve merkez sağın bir fetret dönemi yaşadığını söylerken, AKP iktidarını “moğol istilâsına” benzetti. Uzun’un söylediği şu sözlerde merkez sağın içine düştüğü sıkıntıları özetliyordu: “Merkez sağ ne zaman zayıfladı, Türkiye de zayıfladı. Biz ne zaman ayrıldık, Türkiye’de o zaman ayrıldı. Çok büyük işler yaptık ama biz hiç hata yapmadık mı? Yaptık. Yaptık ki, millet bizden ayrıldı. Biz sürekli birbirimizle kavga ettik. Birbirimize tuzaklar kurmaya çalışırken, millete kurulan tuzakları göremedik. Suç milletin değil bizimdir. Şimdi bu hatalarımızdan ders alarak büyük bir adım atıyoruz…”

Cindoruk, “Kapatılan, ayrılan, katılan yok. Bütünleşen var. DYP Ve ANAP kapatılmadı demokrasi kervanına katıldı” diyerek bütünleşmenin gerekçelerini açıkladılar.

Cindoruk’un konuşmasındaki anayasa vurgusu da önemliydi. “Cunta gitti, anayasası duruyor. Hurda haline gelmiş, ikince el anayasayı niye yaşatıyoruz? Hükümet bir tasarı hazırladı, sonra çekmeceye koydu. Çekmecelerden çıkarılıp onun üzerinde çalışması gerekiyor. Gelin anayasadan başlayarak demokratik hukuk devletini kuralım” diye konuştu.

İki parti dün bütünleşti. DP’nin 50 kişilik GİK listesi değişmezken, ANAP’tan 50 kişilik bir liste ile DP’nin GİK listesi 100 kişi oldu. Önümüzde yapılacak büyük kongreye kadar Cindoruk genel başkan ve Uzun’da genel başkanvekili olarak görev yapacak. Önümüzdeki günlerde yapılacak büyük kongrede seçilen kadrolar partiyi seçime taşıyacaklar.

* * *

Türkiye son yıllarda siyasetteki kısır çatışmalarla yönetiliyor. İktidarın her dediğine hayır diyen bir açılım getirmeyen bir muhalefet anlayışı hâkim. Hep gerginlikler, kutuplaşmalar yaşanıyor. DP Genel Başkanı Cindoruk’un ifadesiyle Türkiye’nin ümide ihtiyacı var ve iki partinin bütünleşmesi ile DP bir ümit olmak için yola çıktı. Türkiye’nin “makul” ve denge unsuru olabilecek bir partiye ihtiyacı olduğunu herkes söylüyor. DP’nin yeni kadroları ile demokrasiye ve hürriyetlere açık, temel hak ve hürriyetleri gözeten bir muhalefet anlayışını getirmesi halinde de millet kendisini destekleyecektir. Tıpkı, geçmişte olduğu gibi…

01.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Kedilerin mesajı


A+ | A-

Geçen hafta çıkan “İdrak ve iman” başlıklı yazımızda kedilerden bahsederken, köşenin hacmi müsait olmadığı için, konunun önemli bir boyutu eksik kaldı. Kedilere haksızlık yapmış duruma düşmemek için bu noksanlığı behemahal tamamlamamız gerekiyor.

Evet, Allah onlara insanınki gibi bir akıl ve idrak vermemiş, ama fıtratlarına Kendisini “Yâ Rahîm” ismiyle zikretme kabiliyetini bahşetmiş.

Üstad bu konuyu değişik yerlerde işliyor.

Bunlardan biri, On Altıncı Mektubun, rızıkta mazhar kılındığı bereketi izah ettiği kısmında:

“ ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm’ ile zikreden ve yanımda bulunan dört kedinin rızıklarıdır ki, bereket suretinde gelir, ben de istifade ederim. Evet, hazin mırmırlarını dikkatle dinlesen, ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm’ çektiklerini anlarsın.” (Mektubat, s. 112)

Bu ifadelerin izahı Yirmi Dördüncü Söz’de:

“Bir gün kedilere baktım, yalnız yemeklerini yediler, oynadılar, yattılar. Hatırıma geldi: ‘Nasıl bu vazifesiz canavarcıklara mübarek denilir?’ Baktım, o kedilerden biri geldi, yastığıma dayandı, ağzını kulağıma getirdi. Sarih bir surette ‘Yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm, yâ Rahîm’ diyerek, güya hatırıma gelen itirazı ve tahkiri, taifesi namına reddedip yüzüme çarptı. Aklıma geldi:

“ ‘Acaba şu zikir bu ferde mi mahsustur, yoksa taifesine mi âmmdır (umumî)? Ve işitmek yalnız benim gibi haksız bir muterize mi münhasırdır, yoksa herkes dikkat etse bir derece işitebilir mi?’

“Sonra sabahleyin başka kedileri dinledim. Çendan (gerçi) onun gibi sarih (açık ve anlaşılır) değil, fakat mütefavit (farklı) derecede aynı zikri tekrar ediyorlar. (...) Yanıma gelen ihvanlara (kardeşlere) hikâye ettim. Onlar dahi dikkat ettiler. ‘Bir derece işitiyoruz’ dediler.” (Sözler, s. 534)

(2006 Kasım’ındaki Uluslararası Risale-i Nur Sempozyumunun kapanış yemeğinde söz alan papyonlu bir Amerikalı profesör de konuşmasında bu bahse atıf yapmış ve kaldığı otelin yakınındaki kedilerden bu zikri dinlediğini anlatmıştı.)

Aynı bahsin devamında, bu zikir için Rahîm isminin tahsisi ile kedilerin “insan şivesiyle” zikretmelerindeki hikmetin ne olabileceği sualine cevap arayan Üstadın kalbine doğan izah şöyle:

“Şu hayvanlar çocuk gibi çok nazdar ve nazik ve insana karışık bir arkadaş olduğundan, çok şefkat ve merhamete muhtaçtırlar. Okşandığı vakit hoşlarına giden taltifleri gördükleri zaman, o nimete bir hamd olarak, (...) esbabı (sebepleri) bırakıp yalnız kendi Hâlik-ı Rahîm’inin rahmetini kendi âleminde ilân ile, nevm-i gaflette (gaflet uykusunda) olan insanları ikaz ve ‘Yâ Rahîm’ nidasıyla, kimden medet gelir ve kimden rahmet beklenir, esbapperestlere ihtar ediyorlar.” (a.g.e.)

Konunun aynı eksende farklı bir yorumunu da Mesnevî-i Nuriye’nin sayfalarında görmekteyiz:

“Kedi seni sever, tazarru eder (yalvarır); senden ihsanı alıncaya kadar. İhsanı aldıktan sonra öyle bir tavır alır ki, sanki aranızda muarefe (tanışıklık) yokmuş. Ve kendilerinde sana karşı şükran hissi de yoktur. Ancak Mün’im-i Hakikîye (gerçek nimet verici olan Allah’a) şükran hisleri vardır. Çünkü fıtratları Sânii (herşeyi san'atlı yapan Allah’ı) bilir ve lisan-ı halleriyle (hal diliyle) ibadetini yaparlar; şuur olsun, olmasın.” (s. 114)

Nimet ve ikramları kendisine mal ederek başkalarına veren insan, kedinin bu tavrını “nankörlük” olarak nitelemek yerine, onun bu davranışından ders çıkarmalı; asıl nimet vericinin Allah olduğunu düşünerek ona göre hareket etmeli.

Sürekli Rahîm ismini zikrederek Allah’ın rahmetini hatırlatan kedilerin, deprem gibi felâketleri önceden hissederek “gazabı haber verme” gibi bir özelliklerinin daha bulunduğunu da, Şuâlar’da yer alan bir mektupta görüyoruz (s. 514).

Velhasıl, evlerimizde ve sokaklarımızda iç içe yaşadığımız bu sevimli dostlarımız da vazifesiz ve başıboş varlıklar değil; bize sürekli hatırımızda tutmamız gereken son derece önemli mesajlar iletmekle görevli rahmet ve gazap habercileri.

Tabiî, iman şuuruyla muhatap olanlar için...

01.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.