10 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Şükrü BULUT

Zaruret mi, haram mı?


A+ | A-

Şeriatın haram-helâl çerçevesi üzerinde durmadan, yalnızca zamanlamayı da alâkadar eden tarihî bir vakıa ile mevzumuza girmek istiyorum.

Bediüzzaman Hazretleri talebelerine vefatından çok kısa bir müddet önce verdiği derste, satır arasında ilginç bir hadiseyi haber veriyor. M. Kemal, Said Nursî Hazretleri Ankara’da iken, araya bazı hocaları ve kumandanları koyarak, Avrupa medeniyeti perdesi altında “yeni hayat” tarzını kendisine teklif ediyor. Yeni dünya hayatını fantezileriyle, zarurî olmayan yüzlerce ihtiyaçlarıyla lüks ve israfıyla yaşamanın teklifi. Bediüzzaman’ın; iktisat, istiğna, kanaat, fukara milleti nefsine tercih, ilim ve dini medar-ı maişet yapmamak gibi çok önemli prensipleriyle reddettiği bu teklifin, başka birçok hocaya, temayüz etmiş kişilere, paşa ve politikacılara da yapıldığını sonradan öğreniyoruz. Maalesef milletin temsilcileri konumundaki son Osmanlı aydınlarının büyük bir kısmının M. Kemal’in alıştırması sonucu zamanla “lüks hayat tiryakisi” olduklarını ve dolayısıyla bütün inisiyatifleri kaptırdıklarını hatıraların satırlarından öğreniyoruz...

“Zarurettir, mecburuz...” cümlesi yalnızca cumhuriyetin bu ilk senelerine mi aittir? M. Kemal’in o günlerde başlattığı “yeni hayat” veya “lüks hayat” Çankaya’dan başlayarak valiler aracılığıyla evvelâ yüksek memurlara ve daha sonra nahiyelerdeki en küçük memura sirayet ederek gitmiş. Ardından, M. Kemal’in usûlüyle devlete “bende olmuş” memurların, halkın tepesinde “nemrut kesilmelerinin” hikâyesi başlıyor. Millete yıllarca tepeden bakmış bu memurların veya çocuklarının çok partili döneme girişin üzerinden altmış sene geçmesine rağmen, hâlâ nostalji ile Halk Partili kalmalarının önemli bir sebebi bu olamaz mı?

Semavî dinlere düşman, Avrupa medeniyetinin cumhuriyetle birlikte millete dikte ettiği “yeni hayatların” ihtilâl dönemlerini müteakiben bürokrasi ve askeriyede depreşmesi, hepimizi sıkıntıya sokuyor. “Dünyevîleşme” kelimesinden, dünyanın dine tercihini anlamak daha doğru olur. Müslüman olduğu, Allah’a ve ahirete iman ettiği halde, birileri tarafından dünyevî menfaat sağlandığı zaman hemencecik oraya seğirtenler günümüzde de herkesi şaşırtıyor. Bilhassa bu ince imtihan çizgisini bilmeyen bazıları hem dini ve hem de bütün dindarları. suçlamaya gidebiliyor. Düne kadar mücahidâne, zahidâne ve takva ile İslâmı yaşayanların, şu imtihanla “kimyasal değişime” uğramaları, âmi dindarlara da büyük zarar veriyor. Zira gözleriyle gördüğüne itikad eden bu halk, nefislerinin de hoşuna gittiği için “imtihanı kaybetmiş” eski takvacıların yaşadıklarına fetva gözüyle bakıyor. Bundan otuz-kırk sene önce toplumun “haram” kabul ettiği hareketlerin, dini kitaptan öğrenmemiş “gözlü tabakaca” mubah telakki edilmeye başlanması bundan.

Otuz-kırk sene önce İslâmiyet’in doğrusunu yaşamak daha kolaydı. İhtilâlci dinsizlerin taarruzlarından hanelerimiz daha korunaklı idi. Kemalistlerin komünistlerle birlikte organize ettikleri sinema, tiyatro, dans ve diğer sefih eğlenceler evlerimizin dışındaydı. Köroğlu’nun, “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu” dediği gibi, elektronik aletlerin sefihlerin eline geçmesiyle, dindarlar büyük sıkıntıya girdi. Buna ihtilâlcilerin toplumun üzerine ikide bir boca ettiği korkuları da ilâve ettiğimizde, zamanla sefih Avrupaî hayat tarzının, mahrem hayatın detaylarına kadar nüfuz ettiğine şahit oluyoruz.

Peki zaruret ne idi?

Bediüzzaman Hazretleri kendilerine “yeni hayat”ı teklif eden aracı hocalara ve komutanlara diyor ki: “Zaruret su-i ihtiyardan gelse, kat’iyen doğru değildir, haramı helâl etmez.” Zaruretin su-i ihtiyardan gelmemesine, meczup bir çocuğun sebep olduğu katli örnek veriyor. Ve diyor ki: “Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruretler var? Su-i ihtiyardan, gayr-ı meşrû meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl etmeye sebep olmaz.”

Bediüzzaman’ın şu satırlarının bize sunduğu adeseden zamanımıza baktığımızda, haram fiillerin fütursuzca sergilendiği sinema, tiyatro ve dansın evlerimizin baş köşesine konduğunu görmeyenimiz var mı? Bir haram bakışın veya lokmanın harap ettiği hayatların hikâyeleriyle büyümüş hoca, sofi, öğretmen, gazeteci veya dinî cemaat mensuplarının yükleri biraz daha mı ağırlaşıyor?

Biz zaruret diyebiliriz... “Hangi zamanda yaşıyorsunuz” diyerek, taviz vermek istemeyeni ta’n edebiliriz. Fakat İslâmdaki haramlar ve helâller o kadar sabit ve sarih ki... Onlar değişmiyorlar. Tıpkı güneşin doğuşu ve batışı gibi... Tıpkı inandığımız Cennet ve Cehennem gibi…

İşin doğrusu, semavî kanunları dinlemeyen sefih Avrupa medeniyetiyle aramızdaki mesafeyi iyi ayarlamak olmalı. Zaruret diyerek Kemalizmin sunduğu hayallerden yiyip-içen veya oynayanlardan hangisi mutlu oldu ki? Helâl rızkına faiz karıştıranların hangileri son demine kadar zengin ve mutlu olabildi ki? Dinsiz Batı medeniyetiyle Kemalizmin bizi hem mutsuz, hem fakir ve hem de herşeye muhtaç birer dilenci haline getireceğini artık görmemiz lâzım...

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

“İslâmdan taviz vererek İslâma hizmet edilmez”


A+ | A-

Evet, bu bir hükümdür. Hem de ayrıca isbata ihtiyacı olmayan bir hüküm. Bu sözü kim söyler ve uygularsa, bu söz ve uygulama hatip ve failini yüceltir, değerli kılar.

Eh, canım bu zaten “malûmu ilâm.“ Genel olarak bilinen bir şeyi, yeni bir şeymiş edasıyla söylemeye ne hacet? demeyiniz!

Bunu hatırlatmaya, bunu vurgulamaya o kadar ihtiyaç var ki, belki hiçbir çağda ihtiyaç duyulmadığı kadar!

İslâma hizmet ne kadar vacip ise, bunu hatırlatmak da o kadar vacip olmuştur.

Zira İslâm âlemine fesat girmiştir. Şimdi, “Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime sarılırsa, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanır“ Hâdis-i Şerifinde işaret olunun fesadı seyrediyor, müjdeyi solukluyoruz. Bu müjdeyi soluklamak, onun hakikatine mazhar olmak, yani Kur’ân ve sünnet ışığında hüve hüvesine yaşamak varken, fesada âlet olmak niye? Bu âlet olmak, kime ne kazandırır?

İslâma hizmet mi, dediniz? Öyleyse bid’alara girmeden, İslâmı saran tehlikelere maruz kalmadan (maruz kalsa bile, mahkûm olmadan), oyunlara âlet olmadan, siyasî manevralara kapılmadan ve tuzaklara düşmeden.. Hizmetse, buyurun işte bu yol da açık! Bediüzzaman bu yolu seçmiş, bu yolda gitmiş, bu yolda yaşamış ve bu yolu göstermiş! Başka yolların çıkmaz sokak olduğunu ispat etmiş.. Çünkü o, merhûm şairin ifadesiyle:

“Âzadedir İslâmı saran tehlikelerden, / Dâvası temiz çünkü siyasî lekelerden!“

«««

Rotterdam İslâm Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Hoca’yı Avusturya’da dinledim. Diyanet Teşkilâtımız adına Avusturya’da dinî ve içtimaî hizmetler veren ATİB’in dâvetlisi olan hocamız, “Avrupa’da İslâm ve Müslümanların Geleceği“ çerçevesinde kürsüden hitap ederken de, yeri geldikçe, “İslâmdan taviz vererek İslâma hizmet edilmez“ hakikatına önemle dikkat çekiyordu.

Konferans sonrasında, kendisiyle üniversite yıllarından tanıştığımız bu değerli bilim adamı, hatip ve yazar dostumla dershane ve hane sohbetlerinde buluşup hususî musahebelerde bulunduk. Sohbetimiz, evrensel boyutu olan hizmetlerden tutunuz, tâ en dar dairedeki hizmetlere, tâ meslek ve meşreb alanımıza ve siyasete bakışa kadar gelip dayandı. O sohbet dairesinde bulunanların, yeri geldikçe hep hatırlayacağı güzel bir sohbet olarak, hâfızalarda ve kısmen de notlarımızda kalıcı yerini aldı.

Unutulmasın ki, tanınmış insanlar daima mercek altındadır. Ve, “taviz vermeden hizmet“ prensibi, herkesten ziyade onların peşini bırakmaz. Öylelerin verdiği ufak bir taviz, küçük bir fetva, başkaların elinde büyük bir delil olur.

Değerli bilim adamı dostuma ifade etmeliyim ki, biz de onun hizmetlerini ve gayretlerini takip ediyoruz. İslâmı, başka din mensuplarına anlatırken, kitaplarında buna yer verirken, İslâmdan asla taviz vermediğine, onların keyfi için gerçekleri eğip bükmediğine şahidiz ve kendisine duâcıyız. “Çan’dan Minareye-Büyük İtiraf“ adlı kitabında da, İslâma ve Kur’ân’a tavizsiz bir bakış sergileniyor. Ve.. Avrupa’da ve Türkiye’de resmen tanınmış bir Üniversitenin başında ilim ve marifet alanında hizmet vermek ve buna muvaffak kılınmak, Cenâb-ı Hak’kın hususî bir lütfu olsa gerektir. Türkiye’nin iç siyasetinden uzak, İslâma gebe görünen mekânlarda hizmete devam!..

«««

Nur Risâlelerinin ve bizzat Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu "İmana ve Kur’âna Hizmet Modeli“inin de kendine has hassasiyetleri vardır ve onlardan taviz verilmez. Verilirse, vebal altına girilmiş olunur. Belki daha geniş kitlelere hitap eder ve daha geniş imkânlara kavuşursunuz, ama orijinal hizmet modelinden uzaklaşıp başka bir mecrada seyredersiniz.

İşte son şahitlerin, Üstâd’tan naklettikleri bir anekdot:

“Eğer Şeyh Abdulkadir Geylânî veya Şah-ı Nakşibend Hazretleri gelseler ve deseler ki: ‘Yâ Said! Mesleğinden birazcık taviz ver. O zaman, milyonlarca talebelerin olacak ve bu hapis ve sürgün sıkıntılarını çekmeyeceksin.‘ O mübarek üstadların elini öpeceğim, ama bütün bu sıkıntılara katlanarak mesleğimden taviz vermeyeceğim.“

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



YENİ ASYA NEŞRİYAT

Düşünce Ufku


A+ | A-

“Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.”

1940’lı yıllarda Kastamonu’da sürgün hayatı yaşarken yanına gelen lise talebelerine bunları söylemişti Bediüzzaman. Ve devamında her bilim dalının nasıl Allah’tan bahsedip Yaratıcıyı tanıttığını misalleriyle izah ediyordu.

1943 yılında talebeleriyle birlikte girdiği Denizli Hapsinde, bu talebelere verdiği cevapları ve imana dair başka mevzuları ihtiva eden Meyve Risâlesi’ni telif etmişti.

Bediüzzaman, 1952’de Eşref Edip’in kendisiyle yaptığı bir röportajda, dünyanın gidişatıyla alâkalı çok önemli bir tesbitte bulunmuştu. Bu tesbit, Kastamonu’da kendisiyle görüşen ve Yaratıcı’dan bahsetmesini isteyen öğrencilerin isteklerinin arka planı hakkında ipucu verirken, Bediüzzaman’ın dâvâsının mahiyetini özetliyordu:

Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor.

“Bu müthiş sârî illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa İslâm cemiyetinin terütaze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini, küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş bulunuyorum.”

Buhranlar, bunalımlar, krizler, insanlığı felâkete götüren ideolojiler, fikir akımları… Komünizm, sosyalizm, kapitalizm, satanizm ... Vahy-i semavîyi dinlemeyen, dinsiz felsefeyi esas alan Batı toplumu (Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle İkinci Avrupa) içinden çıkan beşerî akımların tamamı insanlığa refah ve huzur vaad etmişler, fakat tam aksine sıkıntı ve gözyaşı getirmişlerdir. İki dünya savaşı, dünyanın dört bir tarafında yaşanan çatışmalar, ekolojik dengenin bozulması, bütün dünyayı tehdit eden nükleer tehlike, soykırımlar, cinayetler, intiharlar… Bütün bu olumsuzluklar, manevî buhranların birer yansıması değil mi?

Evet, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, İslâm cemiyetini ve daha geniş bir dairede bütün insanlığı bu vebadan kurtaracak yegâne çare “iman esasları”dır. İman esasları yayıldıkça, okundukça ve anlaşıldıkça, İslâm ve insanlık âlemi bu hastalıktan kurtulacaktır.

Dünya hayatının akıl ve kalbi sıkan mengeneleri arasından kurtulmak… Günlük hayatın ruhu sersemleten koşuşturmacasından, sıyrılıp “varoluş hakikati” üzerinde düşünmek:

Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyada işim ne? Bu muhteşem âlem kim tarafından ve niçin yaratıldı?

Bütün bu soruların cevaplarını düşünmek, bulduğu cevaplar çerçevesinde hayatını tanzim etmek.

“Eşref-i mahlûkat” olarak yaratılan insanın, insaniyete lâyık bir kıymeti kazanması ancak bu şekilde olabilir. İnsanın, “halife-i arz” makamını temsil edebilmesi buna bağlıdır.

Bunun yolu ise ilim tahsilinden, yani okumaktan ve öğrenmekden geçiyor. Hem din ilimlerini, hem de fen bilimlerini... İlim ve teknolojinin sınırları zorladığı günümüzde, sadece din ilimleri yetmiyor ya da tek başına fen bilimleri. Birinin yokluğunda vesvese ve şüpheler, diğerinin yokluğunda taassup insanı kuşatıyor. Din ve fen ilimleri birbirine aykırı değil. Din, kelâm sıfatından gelen Kur’ân âyetlerini bize ders verirken; fen bilimleri kâinat kitabındaki yaratılışa dair âyetlerin tefsirini yapıyor.

***

Kur’ân âyetlerini asrın idrakine uygun şekilde tefsir eden Risâle-i Nur’u okuyarak marifetullahta mertebe katedip düşünce ufkunu genişletenler, insanlığı cenderesine alan sorunların çözümüne katkı sağlayacak eserleri telif etmeye devam ediyorlar.

Sami Cebeci’nin yeni kitabı Düşünce Ufku önümüzdeki günlerde Yeni Asya Neşriyat yayınları arasında çıkıyor.

Yaklaşık dört bölümden oluşan 180 sayfalık kitapta; galaksiler, yıldızlar, sistemler, gezegenler, dünyamız, yeryüzü, çöller, canlılar, insan, organlar ve duygular, moleküller, atomlar… Hülâsa, yazar bizleri makro âlemden mikro âleme bir tefekkür seyahatine çıkarıyor. Gördüğümüz ya da varlığından haberdar olduğumuz şeyler üzerindeki tevhid delillerini, fen bilimlerinin verileriyle nazara vermeye çalışıyor.

Kısaca, Cebeci, Meyve Risâlesi, hususan 6. ve 7. Meseleleri ekseninde, bizleri kâinat kitabını okumaya dâvet ediyor. Yaratıcının varlık ve birliğine dair tevhid delilleri üzerinde tefekkür etmeye çağırıyor.

Düşünce Ufku ile yapmaya çalıştığı şey aslında bir anlamda bu: Düşünce ufkunda ileriye doğru bir adım atma çabası...

Yeni kitap tanıtımlarında görüşmek üzere hoşçakalın.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Muharremleri yaşayabilmek


A+ | A-

Normal zamanlarda bir kere isyan ettiren ve inançlı insanların her zaman çekindiği şeytan ve arkadaşı nefis, zamanların içinde bir zaman Muharrem ayında yavaşlayabiliyor. Hatta ehl-i takvanın ısrarlı ve kararlı terbiye-yi nefs etmeleri karşısında duraklayabiliyor. Ramazan orucu haricinde tutulması müstehab olan bir güzel oruç Muharrem orucu ve hikmetler manzumesi...

Ciğerleri parçalayan hadiseleri ruhunda taşıyan Muharrem ayı, kâinatta meydana gelen mühim faaliyet ve hareketlerin, bir çok Nebinin başına gelenlerin de geçtiği zaman birimi olarak biliniyor.

Hz. Adem’den (as) beri insanlığın ve ilâhî dinlerin kabullendikleri güzelliklerin ve muhatab oldukları faaliyetlerin bu zamana, Muharrem’e işaret etmesi Efendimizinde (asm) reddetmediği bir faalihayır yapılacak, kulluk ve ubudiyette bulunulucak hususî günler ve zaman birimi olarak anlatımlar nakledilmiştir.

Yani Muharrem ayı sadece bir hürmet ve yasaklar ayı olmaktan çok içinde çok gizli mânâları taşıyan ve insanlara bu derin ve güzel mânâları yapmak için hayır yükleyen münevver ve mukaddes zamanların bir bakıma ifadesi oluyor.

Her ne kadar elbiselere, dış görünüşlere, kabuklara, kışırlara ve posalara takılıp kalsa da insanoğlu illa ki bunların da mânâları ifade etmelerinde birer hisseleri var. Efendimizin (asm) Medine’ye geldikleri zaman Muharrem orucunu tutanlara hitabı ve kendilerininde oruç tutmaları Muharrem ayı bakımından ifade edilebilinecek derin ve kudsî mânâların işarî mânâlarıdır.

İlmin kapısı Hz. Ali’nin de (ra) kendisinden önceki üç mübarek halifeye Şeyhülslâmlık mânâsında bulunduğu manevî makamın da açılımları ve hem kendisi için, hem de Hz. Hüseyin (ra) ve Hz. Hasan (ra) için istikbaldeki meydana gelecek hadiselerin vukuları, açılımları bu Muharrem ayı odağı içinde görülebilmiştir.

Kalben, ruhen ve vücuden salih olma yolunda olmak, bunda musırrane devam edecek kullukta bulunmak bir Muharrem ayı gereği olduğu gibi, razı olmak ve sabırla verilenleri kabullenmek, hikmete ve ilâhî iradeye baş kaldırmamakta bir Muharrem ayı gereğidir..

Sahteciliğin ötelerinde, samimiyetin ve ihlâsın zirvelerinde halkın ve Hakkın nazarlarında ulvîleşen, büyüyerek kıymete binen Muharrem ayı ifadelerini ve bu ayda meydana gelen çok mühim hadiseleri anlamakta bir mertebedir, bir makam ve kıymettir. Sadece Hz. Musa’nın (as) Firavun’un zulmünden kurtuluş gününün içinde geçtiği Muharrem ayı olmamalıdır. İnşaallah.

Mü'minler için ahiretlerine de faydası olan mânâların ifade edildiği nice mübarek olan Muharremleri yaşamak ümidiyle...

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Baki ÇİMİÇ

Esbâb ve Müessir-i Hakîkî


A+ | A-

Bütün esbâb silsileleri Allah’a dayanıyor ve kudretine istinad eder ve o kudretinin tasarrufâtına birer perdedirler. O kudret-i kudsîyenin izzetini ve haşmetini muhâfaza için bütün zâhirî sebepler yalnız birer perdedirler; icâdda da hiç te’sîrleri yoktur. Emir ve irâdesi olmazsa hiçbir şey, hattâ hiçbir zerre hareket edemez. Öyleyse sebepler Allah’ın kudretine tenteneli bir perdedir. Allah’ın icrâatına ve kudretine ortak değillerdir. Perdeler arkasında Allah’ın ilmi, irâdesi ve kudreti işlemektedir. “Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, te’sîri esbâba vermiyor.”1 Sebeplerin te’sîri olmadığına birçok peygamber kıssasında olduğu gibi Yûnus (as)’ın kıssasında da şâhit oluyoruz.

Önce Yûnus (as)’ın kıssasını hatırlayalım. Yûnus (as) Ninova şehrinde peygamberlik vazîfesini tebliğ ederken kendisine tâbi’ olanlar az olduğu için Allah’ın izni olmadan şehri terk eder. Bu ayrılış hikmetli bir terk ediştir. Musîbet hataların neticesi ve mükâfatın mukaddimesi olduğundan, bu hikmetli terk edişin de sırları tahakkuk etmesi gerekir. Böylece Yüce Rabbimiz asırlara ve ümmetlere dersler çıkarılması için Kur’ân’da Yûnus (as) kıssasından icmâlen bahseder.

Yûnus (as) bir gemiye biner ve gemi hareket edemez. Gemi sahipleri ise kur’a çekerek seyyidinden kaçan köleyi bulmak isterler. Çünkü âdetleri öyledir. Çekilen üç kur’ada da kur’alar Yûnus (as)’a çıkar. Seyyidinden kaçan köle budur diye Yûnus (as) denize atılır. Birinci Lem’a’da ise mes’elenin özü ve hakîkat cihetleri anlatılır. Yûnus (as) “Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümîd kesik bir vaziyette”2dir.

Bu durum karşında sebepler cihetiyle Yûnus'u (as) kurtaracak bütün esbâb bilkülliye sukût etmiştir. İşte sebeplerin hiç- bir te’sîrinin olmadığı hakîkati Kur’ân’ın da lisânı ile bu kıssada anlatılmaktadır.

Yûnus (as) esbâbın bilkülliye sukûtu karşısında Kur’ânî ve tevhidî duruşunu yapmıştır. Ya’nî Yûnus’u (as) bu vazîyetten zahirde hiç bir sebep kurtaramaz. Ancak denizin, gecenin, balığın ve Yûnus’un hakîkî sahibi kimse ancak onu (as), O (cc) kurtarabilir. İşte bu hakîkati Yûnus (as) anladığı için önce bir iç muhâsebe ve murakâbe yapıp tövbe ederek suçunu kabul etmiş ve “Rabbine şöyle niyâz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.”3 Sonra “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” 4 demiştir. Çünkü “Nefsini ithâm eden, kusurunu görür. Kusurunu i’tirâf eden, istiğfâr eder. İstiğfâr eden, istiâze eder. İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu i’tirâf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İ’tirâf etse, affa müstehâk olur.” 5 İşte bu hakîkat gereğince Yûnus (as) kusurunu anlamış ve müessir-i hakîkî olan Yüce Allah’a yönelmiş, kesretten vahdete dönmüş, sebeplerin hiçbir te’sîri olmadığını anlamıştır.

Yûnus (as), sebeplerin de arkasında iş gören Müessir-i Hakîkîyi râzı etmiş ve Yüce Allah Yûnus’un (as) duruşundan râzı olmuş ki onu sâhil-i selâmete, Yaktîn ağacının altına, balığı bir denizaltı gemisi hükmüne çevirerek çıkarmış ve kurtarmıştır. 

Bu asrın insanları olarak bu Kur’ânî kıssaya muhâtab olan bizler Yûnus’ın (as) duruşunun neresindeyiz? Sosyal hayatta devamlı işittiğimiz serzenişler bu işler nasıl düzelecek? Yûnusvârî duruşlar yapmadan ve fiillerimizle özümüzü, yüzümüzü ve yönümüzü esbâbtan Müessir-i Hakîkî’ye çevirmeden ve rızâ ma’kâmına ulaşmadan bu işler zor düzelecek. Çıkış Kur’ânî ve sünnetî duruşlar sergileyerek ve onun mânevî bir dersi ve tefsîri olan Risâle-i Nûr hakîkatlerini tatbîk etmek olmalıdır. Bundan başka da çıkış yolu gözükmüyor.

Biz Yûnus (as) gibi duruş yapabilirsek, bu sosyal ve içtimâî deniz bizleri boğamaz. Çünkü sebeplerin te’sîri yoktur. Sebepler arkasında iş gören irâde ve kudret-i Rabbaniyeyi görmek, anlamak ve idrâk etmek durumundayız.

Sebeplerin te’sîri olmadığını, bir de Birinci Söz bağlamında tefekkür edebiliriz. Yaz aylarının şiddetli harâretine karşı bitkilerin yapraklarının taze kalmasının arkasında “Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” 6 âyetinin okunduğunu görüyoruz.

Ateş ve harâret, emir altında hareket ediyor ve tabîatperestlerin en güvendikleri harâret ve salâbet dahi Allah’ın kudreti altında şekil alıyor ve emir ile yakıyor veya yakmıyor; yine emir ile o sert olan taşlar yumuşuyor ve yine emir ile sert oluyor. O nazenin yapraklar ve yumuşak kökler tabîatpereslerin rağmına Allah’a güvenerek ve “Bismillâh” diyerek her şeyin dizgini ve gücü elinde olan Allah’a dayanıyorlar.

Birinci Söz içtimâî ve siyâsî hâdiselerdeki harâretlere karşı koyulmasının sırlarını taşıyor. Eğer yazın o dehşetli harâreti karşısında ağaçlar “Ey ateş, serin ve selâmetli ol.” âyetini okuyorsa bizler de fitne ve fesâd ateşleri karşısında bu âyeti dahâ fazla okumamız ve enfüsî boyutta hayatımıza tatbîk etmemiz gerekiyor.

Yine ipek gibi bitkilerin kökleri taşları şak ederken “Vur asânı taşa buyurduk.”7 âyetini okuduklarına şahit oluyoruz. Bizlere de, emre uyduğumuzda taş gibi en güvenilen sebeplerin ve kalblerin dahi yumuşayacağı dersini veriyorlar.

Biliyoruz ki taş sert ve katı bir maddedir. Ancak “Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları ‘Bismillâh’ der, sert olan taş ve toprağı deler, geçer. ‘Allah nâmına, Rahmân nâmına’ der; herşey ona musahhar olur.” 8 sırrınca taş dahi zahîrde sert gözükürken emir aldığında yanî Allah nâmına, Rahmân nâmına denilince emre itâat ediyor, üstünlük gibi görülen sertlik ve salâbet o yumuşacık kökler karşısında pamuk gibi yumuşuyor. Demek ki sert olan maddeler de Allah’ın emri ile hareket ediyor ve emir karşısında İblisvârî bir duruş değil emre itâat eder bir duruş sergiliyor. Demek ki bu asrın taşlaşmış kalplerinin yumuşaması için “‘Vur asânı taşa’ buyurduk” âyetini; fitne ve fesâd ateşlerinin yakmaması için de “Ey ateş, serin ve selâmetli ol” âyetini okumamız ve yaşamamız gerekiyor. Sebeplerin te’sîrinin ise ancak Müessir-i Hakîkîden gelen emirlerle olduğunu anlamalıyız. Bu ayetleri okumakta da bitkilerden ve ağaçlardan geri kalmamalıyız.

Demek ki eşyânın zâtında üstünlük aramak ve bu sebeple eşyâya ve esbâba te’sîr vermek şeytânî bir duruş oluyor. Allah’ın emri karşısında her şey şekil alıyor. O zaman biz kullar da tercihlerimizi emir dairsinde yapmalıyız. Yoksa esbâba üstün bir vasıf vererek vahyi ve emri bırakır sadece akılla üstün olanları aramaya kalkarsak “Tereccuh bilâ müreccih” 9 hatasına düşeriz. O zaman ipek gibi kökler ve nâzenîn yapraklar ağzımıza birer tokat vurabilirler ve mâ’nen “Tabîiyyûnun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne parmağını sokuyor.” 10 hakîkatini bizlere ihtâr ederler.

Dipnotlar

1- Mesnevî-i Nuriye, 2006, s: 20.

2- Lem’alar, 2005, s: 16.

3- Enbiyâ Sûresi, 21: 83.

4- Enbiyâ Sûresi, 21: 87.

5- Lem’alar, 2005, s: 240.

6- Enbiyâ Sûresi, 21: 69.

7- Bakara Sûresi, 2: 60.

8- Sözler, 2004, s: 17.

9- Sözler, 2004, s: 760.

10- Sözler, 2004, s: 17.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Kâinat boş değil, her işin bir sahibi var


A+ | A-

Kâinatta hiçbir şey boş ve maksatsız değil. Her şey kaderin cetveli ve hikmetin pergeliyle çizilip tedvir ve idare ediliyor. İnsanoğlu “acûliyet” denen aceleci hâssası ve özelliğiyle etrafında cereyan eden birçok hadiseyi kendi dar görüşünden değerlendirip pek çok yanlışa düşebiliyor. İşi asıl sahibine bırakmayı çoğu zaman ihmal ediyoruz, sonuç olarak da yanlışa yönlenip, lüzumsuz telâşa düşebiliyoruz. Hâlbuki işi sahibine bırakabilsek “başımızı örse” vurmayacağız. Ne çare ki, çoğu zaman başı örse vurarak kırabiliyoruz. Bunu tarihten ibretli bir hikâyeyle açmaya çalışalım:

“Vaktiyle ‘Kalenderîyye’ tarikatine meyleden bir derviş, zamanla nefisle mücahede ede ede makamının sonuna gelir. Meşrebin usûlünce bu yoldaki en son makam olan ‘Kalenderîlik’ makamına ulaşır. Yani her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir. Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir...

“Saç, sakal, bıyık, kaş… Ne varsa hepsinden... Derviş, usûle uygun hareket eder, soluğu berberde alır.

“- Vur usturayı berber efendi, der.

“Berber, dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:

“- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.

“Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.

“Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar. Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder: ‘Kabak aşağı, kabak yukarı…’

“Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar. Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayr-i ihtiyarî sorar:

“- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?

“Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:

“- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..”

Buradan çıkarılacak bir hisse ise: Kendisinden ve dâvâsından emin olanların ve de o dâvânın gereklerini yerine getirdiğine vicdanen mutmain olanların, başkalarının o dâvâya zarar vereceği düşüncesini öne çıkarmalarının pek akılcı bir görüş olmadığıdır. Çünkü dâvâ, Allah’ın dâvâsıdır. O dâvâsını korur ve muhafaza eder. O dâvânın müntesiplerine düşen ise: O kudsî dâvâya gölge ve perde olmamaktır. Her yönüyle ona sahip çıkıp, ihlâsla, ihtimamla, teennî ile, sadakatle, sabırla ve dikkatle kendi vazifesini yapıp; kâinatın gerçek sahibinin vazifesine karışmamaktır. Kaderin ince sırlarını bilemediği için onu “tenkit edip başını örse vurup kırmamaktır.” Dâvâ adamına düşen: İnandığı o yolda istikametli, sabırlı ve sadakatli bir duruş sergileyebilmektir.

Zîrâ bu dâvâda bulunmak ve devam etmek isteyen herkesin en küçük daireden en büyük daireye kadar bir sürü imtihanı vardır. Bu imtihanın muhakkak ki en büyüğü nefisle olan imtihandır. Bu insafsız nefs-i emmâreye yardımcı olacak bahaneler ise çok; hem de pek çoktur. Dünyanın cazibedâr hevesleri başta olmak üzere; aile efradından başlayıp, akrabalara, oradan yakın dostlara, sonra geçim derdinden, mâlayani şeylere; siyasî ve âfâkî dünyevî meselelere kadar uzayıp giden çok geniş bir yelpazede her türlü oyun ve tuzaklar vardır.

Bütün bunlardan, aklen, kalben, ruhen uzak kalıp dâvâya hizmet etmenin sırrı ise, tahkiki bir imana sahip olmakla başlar. Sarsılmayan bir sabır, sürekli bir tahammül, devamlı bir sadakat, dirençli bir vefa, ince bir düşünce, bitmeyen bir şükür ve hiçbir zaman olmaması lâzım gelen şikâyetsizlikle devam eder. Hâsıl-ı kelâm; gerçek mânâda iki cihan saadetinin sırrı, mülkün hakiki sahibine tam teslim olmaktır. Rızası dâhilinde hareket edebilmektir. Onun işine ve vazifesine karışmamaktır. Kendi vazifesinin gereklerini yerine getirmektir.

Cenâb-ı Hak bütün olumsuzluklardan hepimizi muhafaza etsin. İmtihanımızı zor ve çekilmez etmesin. Âmin. Dünya durdukça insanlar da, dâvâ da, bu imtihanlar da devam edecektir.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

İsrail’le “normalleşme”


A+ | A-

Mavi Marmara’daki İsrail vahşetinden sonra Türkiye’nin açtığı dosya, galiba artık kapatılıyor. Türk hükümetinin olaya tepkisini ifade ederken, telâfisi için dile getirdiği şartlar, gelinen aşamada, İsrail’in özür dileyip tazminat ödemesine indirgenmişti. Görünen o ki, İsrail hükümeti bu konulardaki “direniş”ini bitirerek ya da o görüntüyü vererek krize kendi açısından son noktayı koyacak.

Gerçi İsrail cenahında, fanatik Dışişleri Bakanı Lieberman’ın çevresinden, “Özür dilersek teröre taviz vermiş oluruz, asıl Türkiye bize tazminat ödesin” mesajları gelmeye devam ediyor.

Eğer bu çatlak büyüyüp İsrail koalisyonunu dağıtmaz ve Netanyahu’nun yaklaşımı ağır basarsa, Türkiye ile yaşanan gerginlik sona erecek.

Böylece, Türkiye-İsrail ilişkileri bir defa daha “normal”e dönmüş olacak. Bunun ardından, askerî işbirlikleri, yeni silâh anlaşmaları, ortak tatbikatlar, ekonomik ve siyasî ilişkilerde yeni gelişmeler kaydedilecek mi, hep birlikte göreceğiz.

Aslında krizin zirveye çıkmış gibi göründüğü anlarda bile özellikle askerî ilişkilerin hiçbir şey olmamışcasına devam ettiği, bilinen bir gerçek.

Son örneği, bir ay önce çıkan bir haber:

“Türkiye-Suriye askerî işbirliği toplantısı öncesi Genelkurmay 2. Başkanı Org. Aslan Güner, Şam ile anlaşmanın İsrail’i rahatsız edeceğini öne süren bir rapor hazırlatmış.” (Star, 9.11.10)

Bunun münferit bir örnek olmayıp yapısal bir temele oturduğunu ise şu satırlarda görüyoruz:

“İsrail’in lobisini yapmak üzere oluşturulan Washington Institute’ta oluşturulan ‘military fellow’ (askerî uzman) projesi ile Türk, Amerikan ve İsrailli subaylar Washington Institute çatısı altında bir süreliğine ağırlanıyor. Bu ağırlanmanın ücretini ise TSK ödüyor. WI’da ‘military fellov’ olarak ağırlanan Türk subayların önü açılıyor ve yükseltiliyor. Bu subaylar stratejik zamanlarda devreye girerek İsrail lehine raporlar yazıyor. AKP hükümetinin ruhunun bile duymadığı bu program sayesinde AKP politikalarına muhalefet ‘TSK’nın resmî raporları’ marifetiyle yapılıyor.” (Emre Uslu, Taraf, 20.11.10)

Gerçi iki ülke arasında siyasî gerginliğin tırmandığı dönemlerde askerî tatbikat iptalleri de oldu, ama bunlar münferit kararlar olarak kaldı.

Yani, işin o tarafında değişen fazla birşey yok.

Diğer alanlara baktığımızda, bir taraftan söylem düzeyinde İsrail’e yönelik sert çıkışlar sürerken, diğer taraftan meselâ bu ülkenin OECD üyeliğine Türkiye’nin “evet” dediğini gördük.

Aynı şekilde, esas itibarıyla İsrail’i korumak için kurulacağı bizzat siyonist lobi sözcüleri tarafından açıkça ifade edilen füze kalkanı projesinin NATO şemsiyesi altında yürürlüğe girmesi yönündeki karara Türkiye’nin onay vermesi de, gidişatın yönünü gösteren bir başka örnek.

Ardından patlak veren Wikileaks fırtınasında AKP iktidarını hedef aldığı açıkça belli olan belgeler öne çıkarılır ve özellikle bazıları manşetlere taşınırken, aynı belgelerde İsrail’i sıkıntıya sokabilecek herhangi bir hususun yer almadığına ilişkin beyanların Cumhurbaşkanı başta olmak üzere Türk hükümeti yetkililerinden sâdır olması, bu bağlamda dikkat çekici ve manidar.

Şimdi bütün bunlardan sonra, İsrail’de çıkan bir orman yangınını söndürmek için Türkiye’nin uçak göndererek yaptığı “insanî jest” üzerinden, yeni bir yakınlaşma rüzgârı estiriliyor.

Olay “İsrail gibi teknolojide bizden çok ileri olan bir ülke, söz konusu yangını söndürmede acze mi düştü ve Türkiye’nin yardımı olmadan bu işin üstesinden gelemez miydi?” sorularının da üzerini örten bir sunumla kamuoyuna takdim edildi, Tel Aviv’den peş peşe teşekkür mesajları geldi, Türkiye’den giden uçaklardaki personel için özel ödül merasimleri tertiplendi.

Bu sürecin, ikili ilişkilerde tekrar “normal”e dönülmesiyle sonuçlanması sürpriz olmayacak.

Peki, bu normalleşme Kudüs’ü, Gazze’si ve Batı Şeria’sıyla Filistin’i felâha erdirebilecek mi?

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

68 olayları benzetmesi


A+ | A-

“Bu ülke acı tecrübelerle karşı karşıya kalmıştır. Geçmişten tecrübe çıkarmak lâzım…” Bu sözler MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye ait.

Başbakan Erdoğan’ın üniversite rektörleriyle Dolmabahçe’deki buluşmasına tepki gösteren öğrencilerin tartaklanmasının tartışıldığı ortamda, Ankara’da CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde protesto edilmesi ve Kuzu’ya yumurtalı saldırıda bulunulması akıllara “Neler oluyor?” ve “Yeni bir tezgâh mı?” sorularını getirdi.

Demokratik eylemlerin sınırının nereye kadar olduğu tartışmaları da yapılırken, konuşma özgürlüğünün engellenmesi özgürlüklerin sınırının da nerede başlayıp nerede bitirilmesi gerektiğinin de irdelenmesini gerekli kılıyor. Polisin İstanbul’da öğrencilere gösterdiği sert tavrın makul bir izahı yok.

İstanbul’daki olaylardan önce Başbakan’ın protestocu öğrenci grubundan temsilcileri dinlemesi durumunda olayların bu boyuta gelip gelmeyeceği de merak edilirken, Bahçeli, “Eğer Başbakan bu temsilcilerle görüşseydi bu olaylar kesilebilirdi” diyenlerden.

Bahçeli, her yıl düzenlediği “geleneksel kahvaltılı sohbet toplantısı”nı dün Sheraton Hotel de yaptı. Gazete ve televizyonların Ankara temsilcileri ve yöneticilerinin dâvetli olduğu toplantıda Bahçeli, yaklaşık bir saat boyuna, açıklama yapmaktan çok gazetecilerin sorularını cevaplandırdı.

MHP geçen yılki bir uygulamasını bu sene kaldırdı. 12 Eylül referandumundan sonra, “haber alma hakkı”nı engelleyen 28 Şubat’ın icatlarından birisi olarak başlatılan gazete ve televizyonlar arasında ayrımcılık yapan akreditasyon uygulamasını MHP de yapmıştı. Gerekçesi resmî olarak açıklanmasa da “MHP’yle ilgili haberlerde subjektif davranmak” olarak ifade edilmişti. Toplantıdan sonra “Kime veya neye göre subjektif?” soruları gündeme gelmiş, fakat geçerli bir sebep açıklanmamıştı. Biz de geçen seneki uygulamayı eleştirirken, “En azından özür dilemeyi düşünüyor musunuz? Veya niye çağrılmadığımızı açıklamayı düşünüyor musunuz?” diye sormuştuk.

Bu sene, geçen sene dâvet edilmeyen gazetelerin de dâvet edilmesi, bir nev'î özür mahiyetinde oldu. Bahçeli’ye bu soru sorulduğunda, o tarihlerde MHP’nin taban kaybettiği, barajı aşamayacağı, kalelerini kaybettiği, barajın altında kaldığı eleştirilerinin yapıldığını bu yüzden dar kapsamlı bir toplantı yaptıklarını anlatırken, akreditasyon gerekçesini açıklamaya çalıştı. “Bir takım gazeteler alınganlık gösterip, Genelkurmay’ın akreditasyonu ile karşılaştırdı” diye de şikâyetini dile getirirken, medyanın kendilerine gereken desteği göstermediğini söyledi ve şu ilginç yakıştırmayı yaptı: “MHP yalnız kurt…”

Başta bahsettiğimiz öğrenci olayları ile ilgili değerlendirmesine dönersek, Bahçeli’nin son günlerdeki olayları “1968 olayları”na benzetmesi dikkat çekiciydi. “Öğrenciler, konuşma yapacak siyasileri daha dinlemeden bir tepki ortaya koyduklarına göre, anlaşılıyor ki, bir kısım gençlik yine 68’li yıllara benzer olayların içine çekilmeye çalışılıyor” derken, Türkiye’nin geçmişinden ders alması gerektiğini dile getirdi. Ve şu tavsiyelerde bulundu: “Eğer bir eksen kayması olursa da, yani ‘öğrencilerin masum isteklerini yerine getiriyorlar’ yaklaşımının dışına çıkarak Türkiye’yi belli amaçlara yönelik anarşi ortamına sürüklüyorlarsa, aileleri öğrencilere yardımcı olmalı, üniversite hoşgörü ile yaklaşmalı, siyasî iktidar da görüşmeyi tercih etmelidir. Rektörlerle yapılan toplantıda, bir avuç genç kesim sorunlarını ifade için oraya gelmişse ya da bu amacın dışında gönderilmişlerse bile, sayın Başbakan’ın geçmişteki tecrübenin ışığında birkaç temsilci ile görüşme eğilimi bir çok şeyin önünü kesebilirdi. Ama çok daha sert ifadeler, bunun emniyet güçlerine yansıması, o yansımanın öğrenci üzerine şiddete yönelik olarak yansıması, bugün Türkiye’yi 68’li yıllara taşıyan bir korkuya sürüklemektedir…”

Tabiî ki, MHP Genel Başkanının bunları söylemesi önemli.

Bahçeli’ye seçim, ittifakları, Wikileaks belgeleri, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na atfen söylenen “Osmanlı milletler topluğu”, Ruhban okulu, Bülent Arınç’la yaşanan polemik gibi çeşitli sorular yöneltilirken, Bahçeli’nin iki soruyu cevaplamadan geçmesi de ilginçti. Bunlardan birisi “Demokrasiye inanan bir parti iseniz” şeklinde başlayıp, asker demokrasi ilişkisinin sorulması, diğeri de “Öcalan’la Fethullah Gülen’in yakınlaşması iddiası idi. “Bu cevap Gülen Grubundan gelmeli” diyerek kısa bir cevap verdi.

Basın toplantısında en dikkat çekici bölüm ise, Bahçeli’nin göreve geldiği günden beri çizdiği sert görüntünün bu toplantıda espri yapan, gazetecilere poz veren bir görüntüye dönüşmesi oldu. Bir tarafında Selçuklu, diğer tarafında Osmanlı, diğer tarafında ise Türk Bayrağı olan yüzüğü, twitter ve dizilerle ilgili son çıkışları ile iktidara gelmek için yaptığı enteresan matematik hesapları ile ilgili sorulara esprili cevap vermesi Bahçeli’nin farklı bir portre çizdiğini gösterdi. Hatta, yüzüğünü göstermek için elini çenesinin altına götürüp, “Bilmem bana yakışıyor mu?” diye sorması uzun gülüşmelere sebep oldu.

Basın toplantısının özetini ise öğrenci olaylarında, provokasyonlara dikkat edilmesi, siyasetçilerin bu olaylarda sağduyulu davranması olarak özetlemek mümkündü. Yeni yeni tuzaklar planlanıyorsa burada en fazla görev siyasetçilere düşmektedir. Tabanlarını kontrol altında tutmak onların vazifesidir. Yani, iktidar hoşgörülü, muhalefette sorumlu davranmalı.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Denetim mekanizmasını ıskat…


A+ | A-

Kamuoyu, “Wikileaks belgeleri” ve YÖK’ü protesto eden öğrencilerin coplanmasıyla alevlenen tepkilerle meşgul edilirken, Meclis’te yeni Sayıştay Kanunu geçirildi.

Uluslar arası araştırma raporlarında Türkiye’nin yolsuzluklardan kaybının 200 milyar doları bulduğu ve buna karşı AB’nin askerî harcamalar dahil bütün kamu harcamalarının demokratik denetime tabi tutulmasının önerildiği kırılgan ortamda, özellikle şâibe iddialarıyla muallel özelleştirme ihâleleri dosyaları üzerindeki denetim mekanizmalarının kaldırılması nazarlardan kaçırılıyor.

Doğrusu, referandumda verilen vaadler gereği başta 12 Eylül darbe dönemi ve darbecilerin yargılanması ve YAŞ mağdurlarının gasbedilen haklarının iâdesi olmak üzere, “uyum yasaları”nı çıkarması gereken iktidarın âcilen “Sayıştay Kanunu”na abanması dikkat çekici.

Anayasa’nın 160. maddesi, Sayıştay’a “merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idâreleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile mallarını TBMM adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak” görevini veriyor.

Ne var ki “Sayıştay’ın başına çuval geçirilmesi” olarak yorumlanan değişiklikle, kurumun anayasal denetim yetkisi kısmen kaldırıldığı gibi bir başka kuruma da verilmiyor. Daha da çarpıcısı, “Sayıştay’ın idârenin yetkisine müdahâlesini engellemek” perdesinde, idârenin bir yargı kurumu olan Sayıştay’a müdahalesinin önü açılıyor…

KAMU ŞİRKETLERİNDE

DENETİMİ KALDIRILDI!

Zira anayasaya göre asıl fonksiyonu devletin harcamalarını denetlemek olan Sayıştay, yeni kanuna göre, özel kanunlarla kurulan kamu şirketlerinden kamu payı yüzde 50’nin altına düşenleri ancak ortaklık hakkı yönüyle denetleyebilecek.

Yine bu bağlamda, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, kamu denetimi kapsamı dışında tutulacak. Bu tür kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketlerin harcadıkları kamu kaynaklarının doğru, etkin, ekonomik ve verimli olarak kullanılıp kullanılmadığının, kamu zararına yol açıp açmadığının denetimini yapamayacak.

Keza kanun metninde, “denetimin genel kabul görmüş uluslar arası standartlara uygun olarak yürütüleceği” hükmü yazılıyor; lâkin “Sayıştay tarafından yerindelik denetiminin yapılamayacağı, idârenin takdir yetkisini sınırlayacak ve ortadan kaldıracak karar alınamayacağı” ibâresiyle bu hüküm de daha baştan ıskat ediliyor.

Değişikliğin, öncelikle Sayıştay’ın denetim bağımsızlığını ortadan kaldırıp yürütmenin güdümü altına sokacağı, kamu kaynakları üzerindeki denetimini zayıflatacağı, Meclis’in yetkisini biçeceği ikaz edildi. Ne var ki iktidar grubu, ‘’Sayıştay’ı istediği gibi denetlettirmek” ve “Türkiye’yi hukuk dışına çıkarmak ‘’ uyarılarını dinlemeyip yasada ısrar etti...

Bunun yanı sıra, 805 ek kadro ihdas ettiği Sayıştay Başkanlığına Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nu, personeli, araç gereç ve taşınır taşınmaz malları ile bütçesiyle devrederek, yasama, yürütme ve yargıyı birleştirmesi, hükûmetin Sayıştay’ı etkisiz hale getirip güdümü altına aldığı iddialarını haklı çıkardı.

73 TEZKERE DE DENETİM DIŞI…

Yeni kanunda ayrıca, “Kamuda performans denetimi” yetkisi devre dışında bırakılan Sayıştay’ın “denetim raporları”nın işleme konulmayıp işlevsiz bırakmakta. “Eski tarihli” diye çok önemli ihâle dosyaların aralarında yer aldığı 73 tezkeresi, “güncelliğini yitirdiği” gerekçesiyle/bahanesiyle gündemden kaldırılıp denetim dışında tutulmakta.

Bunların arasında başta Sayıştay’ın gündeminde bekletilen ciddî ölçüde zararları tesbit ettiği Karadeniz Sahil Yolu, Deriner Barajı ve hafif raylı sistemler benzeri ihâlelerin bulunması, bu “yasal operasyon”un “amacını” açığa çıkarıyor…

Tesbit şu ki AKP hükûmeti denetimden kaçıyor; devlet harcamalarını, Cumhuriyet tarihinin en büyük “özelleştirmelerde yolsuzluk” ve “ihâleye fesad karıştırma” iddialarının soruşturulmasının önüne engeller koyuyor, denetimden kaçırılmasına zemin hazırlıyor.

Neticede yeni “düzenleme”yle uluslar arası standartlarda denetim performansı tanımı yapılan Sayıştay’ın denetim görevinin içi boşaltılarak “siyasî iktidarın kirli çamaşırlarını yıkama merkezi” haline getirildiği ortaya çıkıyor…

Gerçek şu ki Türkiye’nin demokratikleşme irâdesi enerjisinin temel hak ve özgürlüklerdeki yetersizliklere harcanması gibi, malî gücü ve ekonomik kaynakları ise yolsuzluklar, ihâleye fesad karıştırma ve su-i istimallerle tüketiliyor…

Oysa AB’nin “Türkiye 2010 yılı İlerleme Raporu”nda bildirdiği “yolsuzlukla mücadele”de “yolsuzlukların önlenmesi” normlarına uyum ve uygulamadaki eksikliklerin başında “yolsuzluklarla mücadele” ve “kamu denetçiliğinin geliştirilmesi” için yargı bağımsızlığının sağlanması ile denetim mekanizmalarının geliştirilmesi geliyor.

Gerçekten AKP iktidarı, referandum sonrası âcilen ilgili “uyum yasaları”nı çıkarmak yerine, ayyuka çıkan yolsuzluk iddiaları ortasında neden apar topar “Sayıştay yasası”na el attı? Cevabı, yeni kanunun “denetleyememe” değişikliğinde.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Benzine zam ateşi


A+ | A-

Akaryakıta yapılan son zamlarla bir litre benzinin fiyatı ‘baraj’ı, yani 4 TL’yi aşmış durumda. Bu rakamla dünyadaki en pahalı benzini tüketen ülke birinciliğimizi bir defa daha ilân etmiş olduk.

Türkiye’yi idare edenlerin geçmiş yıllardan beri dile getirdikleri bir tesbit var: “Türkiye petrol üreten değil de ithal eden bir ülke olduğu için benzin fiyatının yüksek olması bizim, idarecilerin suçu değil!” derler. İlk bakışta doğru gibi görünse de bu tesbit bir şehir efsanesidir. Çünkü Türkiye petrol ithal eden bir ülke olmakla beraber istese benzin fiyatları çok daha düşük olabilir. Sebebi şu: Mevcut fiyatın içinde çok yüksek miktarda ‘vergi’ var!

Ayrıntılı hesabı bir yana bırakırsak, benzin için ödenen litre fiyatının yüzde 65’i vergi olarak devletin kasasına gidiyor. Devlet bu vergiden bir miktar feragat etse, akaryakıt fiyatı makul seviyeye inebilir.

Tabiî ki kalıcı çare de bu değil. Türkiye, yıllardan beri başını ağrıtan ‘kayıt dışı’ problemini çözemedikten sonra ucuz benzin umudu tam bir hayal olarak kalmaya aday. Her halde, akaryakıt meselesine devlet tarafından bakıldığında ‘kasa’nın dolması için yüksek vergi çare olarak görülüyor. Çeşitli vesilelerle pek çok kişinin de ifade ettiği gibi, günümüzdeki ‘benzin istasyonları’ bir bakıma ‘vergi dairesi’ gibi çalışmış oluyor. Öyle bir işyeri düşünün ki, tahsilatının yüzde 65’ini başkasına ödüyor. Burada asıl ‘patron’un devlet olduğu anlamı çıkmaz mı?

Bu piyasada işlerin nasıl yürüdüğünü bilenler başka iddialar da gündeme getiriyor. Bir iddiaya göre fiyatların yükselmesine ‘farklı fatura’ uygulamaları sebep oluyormuş. İddiaya göre, petrol ithal eden firmalar gerçek faturaları değil de ‘şişirilmiş faturaları’ yetkililere sunuyor ve bu şekilde fiyatların yükselmesini temin ediyormuş. (Erdoğan Süzer, Bugün, 9 Aralık 2010)

Her ne olursa olsun, neticeden hükümet surumludur. Türkiye’de yaşayanlar “dünyanın en pahalı benzini”ni kullanmayı hak edecek kadar zengin değil. Başka ülkeler de petrol ithal ediyor, ama onlar daha ucuza millete sunabiliyor. Burada püf nokta, akaryakıttaki yüksek vergidir ve dolayısı ile fiyatları düşürmek hükümetin ‘yetki’ alanındadır.

“Hükümet ne yapsın, vergi veren az. O da akaryakıta zam yapmaya mecbur kalıyor” demek tesbit olarak doğru olsa da, uygulama olarak doğru değil. Çünkü akaryakıta yapılan zam, iğneden ipliğe her şeye tek kalemde zam yapmak anlamına gelir. En yakın komşularımız ‘ucuz petrol’ içinde yüzerken, bizim bu konuda sıkıntı çekmemiz, üretim noktasında rekabet etmemizi de zora sokar. Nitekim, enerji maliyetinin yüksek olması çok sayıda yatırımı başka ülkelere kaptırmamıza sebep oluyor.

Türkiye’yi idare edenler hadiseye bir de bu yönüyle bakarsa daha isabetli kararlar alabilir. Artık araba da, en az ev kadar temel ihtiyaç maddeleri arasına girmiş durumda. Dolayısı ile, “Araba sizin neyinize, otobüse binin” demek de çare değil.

“Büyük Türkiye”nin; hem âdil, hem demokrat hem de yaşanabilir bir ülke olması için çalışalım. Milleti canından bezdiren zamlarla bu hedefe ulaşmak kolay değil vesselâm...

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ölüme hayat rengi vermek!


A+ | A-

Ölüme hayat rengi vermek ne demektir?

Hz. İsa’nın (as), “Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulanları iyileştirir ve ölüleri diriltirim” 1 mu’cizesini yorumlayan Bediüzzaman, şu tesbitte bulunur:

“Şu âyet işaret ediyor ki: En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise, ey insan ve musîbetzede benîâdem! Me’yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun, dermânı mümkündür; arayınız, bulunuz. Hattâ, ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür… Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette, ararsan bulursun.’ İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hududunu, şu âyet çiziyor ve ona işaret ediyor ve teşvik yapıyor.” 2

“Kış uykusuna yatan hayvanlar olağanüstü hâller yaşıyor: Vücut sıcaklıkları düşüyor, kalp atışları yavaşlıyor, kan akışı azalıyor. Meselâ, son yıllarda birçok araştırmacı, ayıların kış uykusuna odaklandı. Bu hayvanlar, yemeden içmeden aylarca hareketsiz yatıyor ve her gün yaklaşık 4 bin kalorilik yağ kaybediyor. Ancak kaslarında büyük bir kayıp olmuyor; kemikleri hızla erimiyor. Bilim insanları, benzer bir süreyi yatakta geçirecek bir insanın yardımsız ayağa kalkamayacağını söylüyor. Kış uykularının başında ve sonunda karaayılara testler yapan Wyoming Üniversitesi’nden Profesör Henry Harlow ve ekibi, yaklaşık dört ay beslenmeden inlerinde kalan ayıların kas güçlerinin yalnızca yüzde 29’unu kaybettiğini tesbit etti. Araştırmacılar, doksan gün boyunca yatağa bağlı kalan insanların dengeli beslendikleri halde güçlerinin yüzde 54’ünü kaybettiğini belirtiyor.

“Barcelona Üniversitesi’nden Profesör Josep M. Argiles başkanlığında yapılan araştırmaya göre, ayı kanındaki bir madde protein parçalanmasını önlüyor. Ancak bilimsel araştırmalar çok ilginç bir sistemin daha ayıların kaslarını koruduğunu gösteriyor. İşin içinde bakteriler ve ‘nakliyeci proteinler’ de var. Kış uykusundaki ayılar aylarca idrar çıkarmıyor. Tehlikeli bir madde olan ve idrarla vücuttan atılan üre, ayının bağırsaklarındaki bakterilerce ayrıştırılıyor. Açığa çıkan azot yeni proteinlerin yapımında kullanılıyor.

“Ayıları yakından inceleyen araştırmacılardan biri, Michigan Teknoloji Üniversitesi’nden Doç. Seth Donahue. On yıldır ayıların kemiklerine ilişkin çalışmalar yapıyor. Bilim adamının hedefi hareketsiz insanlarda, yaşlılarda görülen kemik erimesine çare bulmak. Donahue, insan vücudunda da bulunan, ama yapısı ayınınkinden farklı olan paratiroid hormonunun hayvanın kemiklerini koruduğunu keşfetti. Donahue ve ekibi, ilâç geliştirmek amacıyla deneylere başladılar bile. Kemik ve kas erimesinin şifası ayıda gizli olabilir. Aslına bakarsanız, felçten şeker hastalığına birçok hastalığın çaresi hayvanların kış uykusu sürecinde saklı olabilir.” 3 Hatta, ölüme hayat rengi vermek de…

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Al-i İmrân, 49.; 2- Sözler, s. 232.; 3- Selcen Pirge / Atlas Aralık 2008, sayı 189.

10.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sustur(ul)an öğrenciler


A+ | A-

İstanbul Dolmabahçe Sarayı önünde protesto eylemi yapan öğrencilerin tartaklanması ne kadar yanlışsa, Ankara'da siyasilerin konuşmasını yumurtalı saldırılarla engelleyen öğrencilerin davranışları da o derece yanlıştır.

Ve ne yazık ki, iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor.

Kısaca, özellikle son gerilimli olaylarda, tarafların takdir edilecek örnek bir davranışları görünmüyor.

Bundan dolayı da, karşılıklı suçlamalar ve gerilimi tırmandıcı çıkışlar birbirini takip ediyor.

Kimi siyasetçiler gençleri, gençler de hem siyasileri, hem güvenlik birimlerini suçlayıp duruyor.

Ne var ki, böylesi bir tutum ve anlayışla, çıkış ve çözüm noktasında hiçbir yere varılamaz.

Varılacak yer, daha çok gerilim, daha da tırmanan bir kargaşa ortamıdır.

Bu noktada, en büyük sorumluluk siyasilere ve bilhassa hükûmet cenahına düşmektedir.

Siyasiler, mutlaka itidâlli hareket etmeli, tahrik ve ajite edici eylem ve söylemlerden şiddetle kaçınmalı.

Hükümet yetkilileri ise, söylemde aynı hassasiyeti göstermekle birlikte, ayrıca şiddete meydan ve mahal bırakmayacak birtakım tedbirler almalı.

Öğrenciler, yaşları itibariyle gençtir. Delikanlıdır. Başkası tarafından yönlendirilmeye, provokotif eylemlerde kullanılmaya müsait bir yapıları vardır.

Nitekim, geçmiş dönemlerde, özellikle ihtilâl ve muhtıra öncesinde tepe tepe kulanılmışlardır.

Bu demektir ki, bundan sonra da kullanılabilirler.

Ancak, bu yöndeki bir niyet ve hareketi önlemenin yolu, şiddet kullanmaktan geçmez. Bu da tecrübe ile sabittir.

Aksine, güvenlik kuvvetlerinin öğrenci eylemleri ve protesto gösterilerine aşırı güç ile mukabelede bulunması, daha kötü sonuçları doğurur.

Asıl o zaman—varsa şayet—gizli odakların oyununa gelinmiş olur.

Bu noktaya son derece dikkat etmeli ve bir o kadar da ihtiyatlı gitmeli.

* * *

Esasında, kànun ve yönetmelikler çerçevesinde herkesin yetki ve sorumluluk sınırı belirlenmiştir.

Bu sınırlar ihlâl edilmediği müddetçe, hissî ve fikrî çatışmalar yaşansa da, ortaya nahoş görüntüler, üzücü manzaralar çıkmaz.

Meselâ, öğrenciler ya da sıradan vatandaşlar, gösteri ve yürüyüş kànunlarının kendilerine tanıdığı hak ve sorumlulukları hakkıyla bildiği ve bu çerçevede hareket ettiği takdirde, ciddî bir handikapla karşılaşmaz. Medenî toplumlarda bunun sayısız örnekleri var.

Öte yandan, siyasî iradenin emrinde olan emniyet yetkilileri de, yine kànun ve yönetmelikler çerçevesinde hareket ettiği takdirde, eylemcilerle hiç olmazsa sıcak çatışmaya girmeye mecbur kalmaz.

Doğrusu da budur. Öğrenciler veya halktan kimseler hissî davransa bile, devlet adına hareket edenler aynısını yapamaz. Hissî davranamaz, hiddet gösteremez, öfkeyle, kızgınlıkla hareket edemez.

Zira, karşısındakiler başka ülkeden gelmiş işgalci, yahut saldırgan düşman birlikleri değil, kendi öz vatandaşlarıdır. Belki de, karşısında duran kalabalığın içinde kendi yakınları, yakınlarının çocukları vardır.

İşte, o çocuklardan olan öğrenciler de akıllarını başlarına devşirmeli, demokratik tepkilerini hukukun içinde kalarak göstermeli.

Ve bilmeli ki, kendisinin susturulması kadar, onun başkasını konuşturmaması da yanlıştır, katmerli bir hatadır.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

737. yıl ve Keykubat’ın isteği


A+ | A-

Ne çabuk geçmiş derken içinde bir çok mânâ var. Aslında bu mânâları bize öğreten ve söylettiren, 737 yıl önce aramızdan şimdilik ayrılan fakat ruhaniyâtı daima bizlerle olan Hz. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’dir. Beş eserinin içindeki satırlar bir bahr-i umman gibi. Bir bahçenin taze mahsulü gibi. Güneşin her sabah doğuşu gibi. Yalnız bu aziz Konya’yı süslendirmiyor... Onun ilham kaynağı eserleri 7 milyarlık dünya ailesini her geçen gün daha çok aydınlatıyor ve daha çok aşk ve şevk ile ışıklandırıyor. Hz. Mevlânâ birinin sultanı değil, o milyonların, milyarların gönül ehli bir mütefekkir-i İslâm’dır.

Kalb gözleri açık olan ve tefekkür dünyası geniş olan münevver insanların ifade buyurduğu gibi, 3 Mayıs 1228 tarihinde Konya’ya Karaman’dan, yani o günkü ismiyle Larende’den teşrif eden Mevlânâ ailesi, başta babaları büyük âlim Sultan-ı Ulema Bahaeddin Veled olmak üzere, dönemin Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbat’ın dâveti üzerine geldiğinde, Sultan Alâeddin ona kendi padişahlığını devretmek ister. Ancak o bunu da reddeder ve padişah kendisine muhibban olur. Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat tarafından Konya’nın güney kapılarında resmî heyetle karşılanır ve o akl-ı selim sultan, Mevlânâ ailesinin Konya’da kalması için elinden gelen bütün imkânları seferber eyler.

Bunun dışında mânevî cihetle de, bir çok engelden ve hikmetini bilemediğimiz sırlardan dolayı doğum yeri Belh şehrinden hicret eder ve sırası ile, Nişabur, Bağdat, Mekke, Medine, Halep, Şam, Malatya, Erzincan, Larende (Karaman) ve nihayetinde Konya surlarının dışında şimdiki medfun bulunduğu toprak parçası üstünde, Sultan-ı Ulema Bahaeddin Veled’in, uzun bir İlâhî murakabeden, duâdan sonra “Benim, benim çocuklarımın ve onların evlât ve ahfâdının mezarı burada olacaktır” diye işaret ettiği Konya, son durak yerleri olur.

2010 itibarıyla Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykûbat’ın Konya için ne kadar büyük zenginliği getirdiği ve muhafaza ettiği her şekliyle görülmektedir. Belediye yetkilileri her ne kadar “Konya bir dünya kenti” deseler de, gerçek mânâda Hz. Mevlânâ’nın ifadesiyle Konya “Can şehri”dir. Nitekim Hz. Mevlânâ ve ahfâdı ve muazzam Selçuklu eserlerini Konya’dan çıkardığın zaman, bugünkü cazibe merkezliğinden çok şeyler kaybeder ve susuz kalmış çöle ve tarihi bir viraneye döner. Hz. Mevlânâ çok cihetle anılmakla birlikte, çok cihetle de istismar edilmektedir. Bütün bunlara rağmen 737 yıl sonra nasıl bir servet ve kazançla karşı karşıya olduğumuzu bugünkü dev oteller ve şehir nizamı göstermektedir.

Hz. Mevlânâ’nın babası, büyük âlim Sultan-ı Ulema Bahaeddin Veled, meşhur ve başta Hz. Mevlânâ’nın ve çok ilim adamlarının tefeyyüz ettikleri Maarif eserinin bir sahifesinde, “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hadîs-i kudsîsini izah ederken “Kâinatın sebeb-i vücudunun muhabbet olduğunu, eğer kâinatta sevgi ve muhabbet olmasaydı Cenâb-ı Hakk’ın kâinatı yaratmayacağını” ifade ederken, “Âşık ve maşuk da birdir. Fakat âşığın aşkı can yakan, maşuğunki ise yüzü parlatan aydınlıktır” demektedir. 1

Mevcut bilgilere göre, Sultanü’l-Ulema Bahâeddin Veled’in vefatından sonra, Hz. Mevlânâ Celâleddin, babasının üzerine türbe yapılmasına karşı çıkarak “Gökkubbeden daha iyi türbe olur mu?” ifadesinde bulunarak kubbeli türbe yaptırmamıştır. Ancak üzerine, aşağıdaki ifadeleri de içine alan, Horasan çamurundan 78 cm eninde, 236 cm yüksekliğinde mermer kitabeli bir sanduka yapılır ve kitabenin Türkçe özetinde:

“Allah bâkîdir.

“Ulumuz, efendimiz, Şeriat sadrı; Hikmet kaynağı, Doğunun ve Batının müftüsü, Şeriat ve Dinin Baha’sı, Hicrî 628 yılı ve 18 Cuma günü Hakk’a göçtü” yazılıdır.

Hz. Mevlânâ’nın vefatının 737’nci yılında çok yazılacak ve anlatılacak sözler vardır. Yine her yıl olduğu gibi bu yılda dar kalıpların dışında bir çok gönül ehlince Hz. Mevlânâ’nın beş büyük eserinden ve aile efrâdından bahsedilecektir. Yalnız Konya değil, bütün dünya bahsetmektedir. Konyalılar, böyle bir zenginliği bize bahşeden koca hünkâr Alaeddin Keykubatı da anmalı ve yepyeni bir programla, tefekkür ve mütevazi insanlara göstermelidirler. Ahde vefanın sırları... Hepsinin ruhları şâd olsun, kalbler aşk ve sevgiyle dolsun.

Dipnot:

1- Maarif, fasıl: 122, s. 172; fasıl: 99, s. 141

10.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ben’i geçmek ve biz’e ulaşmak


A+ | A-

Almanya’dan okuyucumuz: “1- Tam ihlâsa muvaffak olmanın en kolay, en etkili ve en tehlikesiz yolu nedir? 2- Namaz tesbîhâtı hakkında hadis-i şerif var mı? Yani sünnetçe sabit midir? Eğer sabitse kimler tarafından rivâyet edilmiş ve hangi kaynaklarda geçmektedir?”

1- Tam ihlâsa muvaffak olmak, bu dîni, dînin sahibi olan Allah’a teslim etmekle, bir kul olarak O’na teslim olmakla ve O’nun yolunda ve önünde kendinden geçmekle başlar. Yani kendimizi mânâ-yı ismîyle değil; mânâ-yı harfîyle tanımlamakla, yani kendimizi müstakil bir isim olarak değil; bir ismi tamamlayan harf olarak görmekle başlar. Kendimizi, bir ismi tamamlayan harf olarak gördüğümüz dakikada benlik dâvâsı kalkar; “biz olma” şuuru devreye girer. Kendimizi “biz” olarak hissettiğimiz an, şahsî hiçbir kaygımız, ne makam, ne unvan, ne isim, ne resim, hiçbir derdimiz kalmaz. Benlik handikabını böylece aşabildiğimiz ölçüde, kendimizi “biz” havuzuna atmamız, “biz” havuzunda erimemiz, “biz” havuzunda kendimizden geçmemiz mümkün olur. Tam ihlâsa muvaffak olmanın en kolay ve en sağlıklı yolu da, işte bu “biz” havuzunu kavramaktan geçer. Çünkü burada bütün şeref “biz”e âittir, bütün şân havuzdaki herkesindir, bütün kıymet bütün fertlerindir, bütün başarı içinde eridiğin sosyal yapının bünyesinin harcını teşkil eder.

Benliğini dâvâsı içinde eriten ve sahip olduğu şeref ve makamı içinde bulunduğu sosyal yapı ile paylaşan Bedîüzzaman Saîd Nursî, davranışlarıyla, sözleriyle ve topyekûn hayatıyla, tam ihlâsa muvaffak oluşun çağdaş bir modelini teşkil eder. Peygamber Efendimiz’in (asm), “İhlâslı olanlar da büyük bir tehlike üzerindedir” hadisinde işâret buyurduğu büyük tehlikelerden uzak durmanın yegâne çâresi Üstad Bedîüzzaman’a göre benliğini “biz” kavramı içinde fedâ etmektir.

* “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risâle-i Nûr ve mu’cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum”1 sözüyle;

* “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniye’de bir ders arkadaşınızım... Ben makam sahibi değilim.”2 ifâdesiyle;

* “Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim... îmân ile Cehennemden birkaç adamın kurtulmaları için, Cehenneme girmeyi kabul ederim.” 3 beyânıyla;

* “Said yoktur; Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakîkattır, hakîkat-i îmâniyedir” 4 kaydıyla;

* “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahî bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” 5 fedâkârlığı ile;

* “Ben, cemiyetin îmân selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim. Gözümde ne Cennet sevdâsı var, ne Cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı nâmına bir Saîd değil, bin Saîd fedâ olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım.” 6 beyanıyla Bedîüzzaman, tam ihlâsı yakalamanın ve muhafaza etmenin en tehlikesiz yolunun kendi nefsini bu yolda toprak bilmekten, vücudunu Yaratıcısına fedâ etmekten ve benliğini “biz havuzunda” eritmekten geçtiğini gösterir.

2- Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin ateşten ve muhtelif fitnelerden Allah’a sığınma, salât ü selâm getirme, istiğfar, duâ, niyaz ve İsm-i Azam duâları okuma gibi namaz tesbîhâtına getirdiği zenginliğin tamamı hadislerden ve sünnetten alınmadır. Hepsinin sahih kaynaklarını ve dayanaklarını yalnız sünnetten değil, Kur’ân’dan da bulmak mümkündür. Nitekim Kur’ân mü’minleri Cehennem azabından, şeytandan ve muhtelif fitnelerden Allah’a sığınmaya, Allah’ın adını bol zikretmeye, Peygamber Efendimiz’e (asm) bolca salât ü selâm getirmeye teşvik ettiği gibi; Allah Resûlü de (asm) aynı teşvikleri, duâ ve niyazları kendisine mahsus tabir ve metinlerle bilfiil göstermiş ve ümmete büyük bir duâ hazinesi bırakmıştır. 7

DUÂ

Ey Ehad-i Samed! Ben’i biz havuzuna eriştir! Bizi yalnız Sana yönelt, yalnız Sana kul et, yalnız Sana el açtır, yalnız Sana ulaştır! Bizi bizle haşret! Bize lütfunu ve inayetini esirgeme! Bizi ‘ben’ bataklığına düşürme! Bize ihlâs-ı tâmme nasip et! İman ve Kur’ân hizmetkârlarına yardım et! Mahşerde yüzümüzü kara çıkarma! Âmin!

Dipnotlar:

1- Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 120.

2- Emirdağ Lâhikası, s. 367.

3- a.g.e., s. 377.

4- a.g.e., s. 317.

5- a.g.e., s. 233.

6- Tarihçe-i Hayat, s. 544.

7- Tesbihâtın kaynağı ve dayanağı olarak bakınız: Bakara Sûresi, 2/152; Ra’d Sûresi, 13/28; A’râf Sûresi, 7/200; Hicr Sûresi, 15/98; Nahl Sûresi, 16/98; Fussilet Sûresi, 41/36; Ahzâb Sûresi, 33/56; Müslim, Salât, 12; Ebû Dâvud, Edep, 110.

10.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.