20 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hasan GÜNEŞ

ADALET İLE İBADET


A+ | A-

Yaş ve kuru her şey kitab-ı mübîn’de yazılıdır.” Kur’ân-ı Hakim’de her şey ya açık ya da gizli yani remizler ve işaretler şeklinde mevcuttur. Evet, Kur’ân’da her şey mevcuttur, ancak Cenâb-ı Hak bir lütuf olarak onu kolaylaştırmış ve dört ana esas ve maksat üzerine bina etmiştir.

Risâle-i Nur’da birkaç bahiste bu dört esas ve maksat “tevhid, nübüvvet, haşir ve adalet” olarak zikredilir. İşârâtü’l-İ’câz’da bu dördüncü esas “adalet ile ibadet” şeklinde biraz daha detaylandırılır.

Kâinat maddî ve manevî her yönüyle adalet üzerine kuruludur ve onunla devam eder. Ancak ibadet de adaletin ayrılmaz bir parçasıdır. Demek ki, ibadet de Kur’ân-ı Kerim’in vazgeçilmez esaslarından ve maksatlarındandır. Yerde ve gökte ne varsa Cenâb-ı Hakk’ı zikreder, ibadet eder. Geriye kalan sadece insanlar ve cinlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in en önemli maksatlarından birisi de, bu iki taifede adaletin ve ibadetin hâkim kılınmasıdır.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde kâinattaki muhteşem icraatını ve bunlardaki “mizan, ölçü ve takdir” gibi fiillerini zikreder ve bunların kendisinin bir düsturu ve prensibi olduğunu hatırlatır. İnsandan da yaptığı işlerde bu prensibe yani ölçüye dikkat etmesini, adaletli olmasını emreder. Meselâ Rahman Sûresi’nde ferman eder: “Göğü yükseltti ve mizanı koydu. Sakın mizanda ‘haksızlık ve taşkınlık yapmayın!’” Misâl verilecek olursa, hemen üzerimizdeki atmosferden, Ay ve Güneş’in bize olan mesafesine; yıldızların ve galaksilerin büyüklüklerine ve uzaklıklarına kadar hassas ve ideal şekilde yerleştirilmiş bir kâinat içinde yaşıyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın Adl ve Mukaddir isimlerinin tecellisi sayesindedir ki, atmosferimiz koruyucu bir tavandır. Uzaydan gelen zararlı ışınları süzecek ve meteor yağmuruna kalkan olacak şekilde şeffaf bir tavandır. Yine hemen atmosferin dışında yani tam tepemizde dolaşıp duran binlerce göktaşı uygun bir yüksekliktedir ki, her biri bir memleketi yerle bir edecek büyüklükteki bu taşlar bize dokunmamaktadır.

Yerküre’nin Güneş’e olan mesafesi ve ekseninin eğikliği ve yörüngesindeki hızı gibi daha nice harikalıklar da bir hesaba dayanır. Bugünkü ileri teknoloji sayesinde hız ve çekim hesaplarına göre, uzaya uydular gönderen ve yörüngelerine yerleştiren insanoğlu, Cenâb-ı Hakk’ın adaletteki ve hesaptaki “kılı kırk yaran” hassasiyetini iyi idrak etmeli ve “hesap gününü” unutmamalı, mizanda haksızlık ve taşkınlık yapmamalıdır. Âyetteki “Göklerdeki mizan” ile insana emredilen “mizan”ın arka arkaya zikredilmesi dikkat çekicidir. Tarihte ölçüyü ve adaleti ihlâl eden, zulme ve dalâlete sapan eski kavimlerin semâvî taşlarla cezalandırıldıklarını Kur’ân-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar bahsetmiştir. Tarihî araştırmalarda bu hakikat teyid edilmiştir. Zaten kıyamet de böyle başlayacaktır. Yeryüzünde adalet ve ölçü kalmayınca, insanın zulmüne karşı gayz ve öfkeye kapılan yer ve gök, İsrafil’in (as) suru ile serbest bırakılacak. Cenâb-ı Hak ölçüyü değiştirecek. Ölçü sayesinde cennet misâli bir mekân olan şu Yerküre; yıldızların yağmur gibi yağdığı, okyanusların tutuştuğu, dağların pamuk gibi atıldığı, cehennemî bir hâl alacaktır. Evet, adalet o kadar önemli bir maksattır ki, onun için kıyamet de kopacaktır. Nitekim adaletsizlikten canı yanan birisi bütün bahaneleri reddederek demiş: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun.”

Ölçü ve adalet atom altı parçacıklarda da akıllara durgunluk verecek seviyede devam eder. Yıldızlarda ve gezegenlerde çalışan Adl ve Mukaddir isminin kalemi ve pergeli sanki milyarlarca defa küçülerek atomun içine girer. Orada da yörüngeleri çizer, hesapları yapar; hızları ve kuvvetleri dengeye getirir. Haşir meydanında da aynı kalem ve aynı kudret ile hesaba çekileceğimizi unutmamak gerekiyor.

Yine canlılarda Cenâb-ı Hakk’ın Adl ismi muazzamdır. Onların hücre yapılarındaki şekillendirilmelerine; rızıklarını elde edecek cihazlarla, kendilerini savunacak silâhlarla donatılmasına kadar muazzam bir ölçü ve takdir ile bütün ihtiyaçları zamanında ve yerinde kendilerine verilir. Karalarda ve denizlerde zayıf canlılar, binlerce yıldır varlıklarını ve nesillerini güçlülere rağmen muhafaza ederler. Adl ismi denizlerin derinliklerinde, ormanların karanlıklarında da büyük bir hikmet ve hassasiyetle devam eder gider.

Sebe Sûresinde Cenâb-ı Hak ferman eder: “‘Çokça zırhlar imal et ve biçimlemede ölçüyü gözet’ dedik. Siz de iyi işler, salih ameller yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum.” Bir çalıya dikenli bir elbiseyi, bir hayvana koruyucu güzel bir kürkü, vücut şekline en uygun şekilde, en güzel ölçülerde dikip giydiren Cenâb-ı Hak, Hz. Davud’dan da (as) ölçülü bir zırh yapmasını ister. Aynı şekilde manevî bir zırh olan salih ameli ve adaleti ister. Cenâb-ı Hak bizden, sanayide ve san'atta da ölçü ve hesabı, ileri teknolojiyi istediği gibi ibadeti de ister ve gözetlediğini de ifade eder.

Adalet ve ibadet arasındaki münasebeti daha da iyi anlamak için Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadesine de bakmak gerekiyor: “Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir.” Yani adalet ve şeriat ibadetsiz olmaz, neredeyse yok demektir.

Malûm adalet demek hak ve hukuka riayet etmek demektir. Hukuk ise hukukullah ve hukuk-u ibad olarak ikiye ayrılır. Birincisi bizi yoktan var edip sayısız nimetleriyle donatarak muazzam bir vazifeyle yeryüzüne halife olarak gönderen Âlemlerin Rabbinin emirlerini yapmaktır, emredildiği şekilde ibadet etmektir. Diğeri de kul hakkına riayet etmektir. Genelde insanlar hukuk denilince, Cenâb-ı Hakk’ın merhamet ve şefkatini düşünerek gaflet eder ve ikinci kısmı anlar. Ancak arza halife olacak istidatlar, Âlemlerin Rabbinin muhatabı olmak gibi hususlar ve vazifenin büyüklüğü düşünüldüğünde gerçek, daha net olarak fark edilir ve “ibadet” bu âlemi ayakta tutan dört sütundan birisi olarak karşımıza çıkar.

Risâle-i Nur’da da ifade edildiği gibi ibadet aynı zamanda kul hakkı ile de ilgilidir. Bir kaptanın, bir komutanın ya da başka bir yöneticinin görevindeki ihmal sadece kendisi ile sınırlı değildir. Sorumlu olduğu kişilerin de hukukunu ihmâl etmiştir. Bu sebeple ibadeti terk eden insan, canlı cansız, ibadet eden bütün varlıkların hukukunu çiğnemektedir.

Adaleti her zaman herkese uygulamak kolay değildir. Bilhassa kişiler güçlü olduğu zamanlarda adalet bir yana itilir, sadece kitaplarda kalır. Vaktiyle Avrupa’da bir prens mahkemeye getirildiğinde, ne yapacağını şaşıran hâkimin; “Bizim kanunlarımız halkı muhakeme etmek içindir, prensleri değil!” sözü meşhurdur. Ancak ondan asırlar önce Halife Hz. Ali’nin (ra) halktan bir Yahudi ile ve Fatih Sultan Mehmed’in bir Rum mimar ile eşit şartlarda muhakeme edilmesi dünyanın nasıl ayakta durduğunun bir açıklamasıdır. Prensi adalete ayak direten; güç ve kudreti, gurur ve kibiridir. Hz. Ali (ra) ve Fatih Sultan Mehmed’i adaletin karşısında diz çöktüren ise; kalblerini ve başlarını secdeye götüren ibadettir, İslâm’dır. İşârâtü’l-İ’câz’dan bir bölüm aktaralım: “Akaidi ve imânî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Bediüzzaman Seti


A+ | A-

Yeni Asya Medya Grup milâdî yeni yılı iki orijinal eserle karşılıyor. İlki Bediüzzaman Ajandası. İkincisi Bediüzzaman Takvimi.

Bediüzzaman Ajandası

Risale-i Nur Enstitüsünce hazırlanan ve dünyada bir ilk olan Bediüzzaman Takvimi, Yeni Asya Neşriyat tarafından satışa sunuldu.

13x19 ebadında 365 günlük yaprak takvim halinde hazırlanan Bediüzzaman Takvimi, muhtevasıyla da orijinal ve ilgi çekici. Takvim; Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur ve Nurculuk ile ilgili bilgilerin yer aldığı adeta mini bir ansiklopedi hüviyeti taşıyor.

Âyet ve hadisler, Risâle-i Nur’dan pasajlar, kavramlar, portreler, günün tarihi, Aydınların Gözüyle Bediüzzaman, Müslüman İlim Öncüleri, Risâle-i Nur Kongresi Deklerasyonları gibi zengin ve doyurucu bir muhtevaya sahip.

20 TL’den satışa çıkarılan, 1. hamur kalitesinde beyaz kâğıda dört renk olarak basılan takvime sahip olmak isteyenler, Yeni Asya Neşriyat bürolarından, seçkin kitap ve kırtasiyecilerden, ayrıca internetten yeniasyakitap.com adresinden de temin edebilirler.

***

Bediüzzaman 2011 Ajandası

17x24 ebadında, 464 sayfa termo deri lüks cilt, 1. hamur kâğıda baskılı, renkli olarak hazırlanan ajanda geçen sene ilk olarak piyasaya sunulmuş ve büyük bir hüsn-ü kabul görmüştü.

Geniş bir muhtevaya sahip olan ajandanın olan ilk bölümünde Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatı anlatılmış, hayat devrelerine ait kronolojik bilgilere yer verilmiş.

Ajanda, her sayfasında Risâle-i Nurdan vecizelerin yer aldığı, Bediüzzaman’ın resminin bulunduğu, her ayın bitiminde Bediüzzaman’ın hayatından kesitlerin verildiği herkesin elinin altında bulunması gereken ansiklopedik bir eser olarak hazırlanmış.

Yeni Asya Neşriyat tarafından 25 TL’den satışa sunulan eser, internet üzerinden yeniasyakitap.com adresinden de temin edilebilinir.*

***

Gazetenin verdiği risâleler

Trabzon’dan Eyüp Aygün yazıyor:

Bir-iki senedir gazeteniz sayesinde risâleleri okumaya başladım. Zor geliyordu bana. Dili ağır olduğu için.

Gazete az az verdiğinden daha rahat okuyordum.

Bence Said Nursî’nin bazı fikirleri—meselâ Kürt meselesi ile ilgili olanlar—bilboardlarda verilmeli.

Halkın dikkati çekilmeli.

Her olaya Kur’ân gözlüğüyle baktığından fikirleri sağlam.

Bir de eskiden “Risâleler sadeleşmeli” diye düşünüyordum. Sadesini okuyunca yazının ruhu uçuyor. Tesiri kalmıyor. Bu da şaşılacak bir durum.

Şimdiki gibi lûgatla beraber yayınlanmalı.

Selâmlar.

***

Medya Sempozyumunda

Said Nursî’den mesajlar

Basın Yayın Birliği ile Bağcılar Belediyesinin ortaklaşa düzenlediği ve 10-12 Aralık günlerinde gerçekleşen Uluslararası Medya Sempozyumuna katılan gazetemiz Genel Yayın Müdürü Kâzım Güleçyüz’ün, Üstad Bediüzzaman’ın 2. Meşrûtiyet dönemi gazetelerine yönelttiği ve aradan yüz yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bugün de geçerliğini koruyan “Ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar ve efkâr-ı âmmeyi perişan ettiler” eleştirisini de aktardığı konuşması, büyük çoğunluğu medya, üniversite ve STK mensuplarından oluşan dinleyiciler tarafından ilgiyle karşılandı.

***

İki Bediüzzaman manşeti daha

Geride bıraktığımız günlerde, Yeni Asya’nın “Risâle-i Nur’un medyadaki dili” olduğunu bir kez daha gösteren iki manşetimiz daha kayıtlara geçti.

Bunlardan birini, Elif dergisinde Suad Alkan’a konuşan ünlü sosyolog Prof. Dr. Nilüfer Göle’nin “Dinin unutturulmasını Said Nursî önledi” ifadesi oluşturdu (9 Aralık).

Diğerinde de, Alman Gençler Birliğinin 22 yaşındaki yöneticisi Michael Sendker’le Umut Yavuz’un yaptığı mülâkattaki “Kemalizm kaybettirdi, Bediüzzaman çağ atlatır” mesajını manşete taşıdık (11 Aralık).

Bu mülâkatı yapmamızın vesilesi ise, Sendker’in bir internet sitesine yazdığı ve Türkçe tercümesi “abhaber” sitesinde yayınlanan makalesinde, Batılı anlamda hukuk devleti ve demokrasinin İslâmla bağdaştığını Said Nursî’nin 70 yıl önce dile getirdiğine dair bir tesbite yer vermiş olmasıydı.

Ve biz Sendker’in bu tesbitini de, Göle’nin sözünü manşet yaptığımız günün gazetesinde, manşetin hemen altında “Bediüzzaman 70 yıl önce söylemişti” başlığıyla vermiştik.

***

Sami Cebeci Avustralya’da

Yönetim Kurulu üyemiz ve yazarımız Sami Cebeci, Avustralya Nur Vakfı’nın dâvetlisi olarak geçen hafta Melbourne’e gitti. İki hafta devam edecek olan ziyaretinde Sydney’e de uğrayacak olan Cebeci, izlenimlerini bilâhare okuyucularımızla paylaşacak.

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Adam’a duyulan ihtiyaç


A+ | A-

Ümitvarız, ümitvar olmak için sebepler de çoğalıyor. Şükürler olsun ki, hemen her gün “Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır” müjdesinin işaretlerini görüyor ya da duyuyoruz.

Bilinen gerçekleri yeniden hatırlatmış olacağız, ama güzel haberleri tekrarlamakta fayda var: Yakın zamana kadar ‘din afyondur/ din öldürülmelidir’ anlayışını devletin resmî politikası haline getiren ve uygulayan Rusya, bugün Müslümanlara kucak açar duruma geldi. Bugünkü Rusya’da bazı İslâm ülkelerinden daha fazla Müslüman yaşıyor. Hatta bu sebeple Rusya, İslâm Konferansı Teşkilâtına üye olmak istediğini belirtmişti... Ramazan ve Kurban Bayramı namazlarının caddelerde ve sokaklarda kılındığı da yine hersekçe biliniyor.

Bir kaç gün önce Rusya’dan güzel bir haber daha geldi. Buna göre, Rusya Başbakanı Vladimir Putin, başşehir Moskova’da yeni bir cami yapılacağına dair söz vermiş.

Rusya’nın kuruluşundan itibaren çok uluslu ve dinli bir devlet olduğunu belirten Putin, “Bizim ortak amacımız dini, dili ve ırkı ne olursa olsun her vatandaşımızın ülkede kendini eşit ve huzurlu hissetmesidir. İnsanlarımıza ülkemizin tek olduğunu anlatmak lâzım. Rusya topraklarında çeşitli uluslar yüzyıllarca barış içinde yaşamıştır. Biz Doğulu Hıristiyanlarız: Ortodoksuz. Bazı bilimadamları Doğu Hıristiyanların bir çok ilkesinin İslâma daha yakın olduğunu söylüyorlar. Katoliklere daha uzağız” demiş. (Yeni Asya, 18 Aralık 2010)

Bunları hatırlatmakla, Rusya’daki Müslümanların hiçbir problemi olmadığını söylemek istemiyoruz. Elbette Rusya’daki Müslümanların da değişik konularda çektikleri sıkıntılar vardır, ama “Moskova’ya yeni cami” haberi, sevinilmesi gereken bir haberdir. (Yeri gelmişken; “Taksim’e cami, Moskova’dan sonraya kalmasın!” diyelim!)

Müjdeli başka bir haber de Hollanda’dan geldi. Habere göre, yapımı büyük tartışmalara yol açan Hollanda’nın en büyük camii “Essalammoskee”, Rotterdam’da Belediye Başkanı Ahmed Aboutaleb (Ebutalip) ve belediyenin imar ve iskân işlerinden sorumlu encümen üyesi Hamit Karakuş’un katıldığı bir törenle ibadete açılmiş. (AA, 19 Aralık 2010)

2 bin 600 metrekare büyüklüğünde, bin 500 kişi kapasiteli “Esselam Camii”, 50’şer metre yüksekliğinde iki minareye sahipmiş. Yapımına 7 yıl önce başlanan ve büyük oranda 15. yy. Memlük mimarisi örnek alınarak inşa edilen cami, Duabi’deki “Jumeirah Camisi”ne de benziyormuş. Yeni camide bayanlar ve çocuklara yönelik farklı aktivitelerin düzenleneceği bölümler de bulunuyormuş. Camide genç nesillere de hitap edebilecek Hollandaca diline hakim bir imamın görev yapacağını belirten cami yöneticilerinden Abdulrezzak Boutaher, caminin “hayırseverlik, merhamet ve karşılıklı anlayışın merkezi olmasını umduklarını” da söylemiş.

“Camide genç nesillere de hitap edebilecek Hollandaca diline hakim bir imamın olması gerektiği” tesbiti ve müjdesi çok önemli. Cami yapmak mühim, ama daha önemlisi ehil imam, ehil görevli yetiştirmekte...

Bütün İslâm dünyası “adam”a duyulan ihtiyacı birinci gündem maddesi yapmalı ve ihtiyacı karşılacak sayıda “ehil adam” yetiştirmeli...

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

O silâh bir gün patlar


A+ | A-

Eğer...

Filmin başında duvara asılı bir silâh görünürse...

Bilin ki filmin sonunda o silâh mutlaka patlar.

“İyi de şimdi ne alâka” diye düşünüp...

Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı...

Diyebilirsiniz.

Haklısınız.

İktisadî ve siyasî gündem böylesine yoğunken silâhtan bahsetmek neyin nesi?

Gerçekten hafta içinde yaşanan şu gelişmelere bakınız.

TBMM Genel Kurulu’nda Maliye Bakanı’nın sunumuyla bütçe müzakereleri başladı.

Liderler ve milletvekilleri sert sözlerle siyasî ortamı gerdiler.

Öğrenciler polisle çatıştı.

Yumurtalar havada uçuştu.

Büyüme ve carî açık rakamları açıklandı.

Benzin zamlandı.

Merkez Bankası politika faizini yüzde 7’den yüzde 6,50’ye çekti.

11 aylık bütçe performansı sevindirdi.

İşsizlik oranı Eylül döneminde yatay bir seyir gösterdi.

Bütün bu konular hafta boyunca kamuoyunu meşgul etti.

Biz bunları bir yana bıraktık “silâh”ı yazı konusu yaptık.

Niye?

Çünkü bu hengamede çoğumuzun dikkatini çekmeyen, ama can güvenliğimizi yakından ilgilendiren bir yasa tasarısı İçişleri Alt Komisyonu’nda tartışılıyor.

Bu tasarı;

“Kişilerin silâh edinme ve kullanımını” düzenliyor.

Orijinalini görmedik.

Basına sızan bilgilere göre tasarı şu özellikleri taşıyor.

Silâh alımı ve ruhsat alımı kolaylaşıyor.

Silâh taşıma ruhsatı ikiye, bulundurma ruhsatı 5’e çıkartılıyor.

Silâh almak için heyet raporu şartı kaldırılıyor, tek hekim imzası yetiyor.

Silâh edinme yaşı 18’e indiriliyor.

Ayrıca eskiden silâh alması sakıncalı bulunduğu için ruhsatlı silâh edinemeyen cinayet, uyuşturucu, gasp gibi suçlardan hüküm giyen kişiler de valiliklere müracaat ederek ruhsatlı silâh alabilecekler.

Silâh tacirleri sokaklardaki bilbordlarda, internet sitelerinde silâh reklâmı yapabilecekler.

İddialar vahim.

Daha doğrusu akıl almaz.

Böyle bir tasarının yasalaşması halinde daha fazla kan akacağı şüphesizdi.

Zaten düğünlerde, asker uğurlamalarında, maç sonrası kutlamalarda maganda kurşunuyla masum insanlarımızı kaybediyoruz.

Evinde silâhla oynayan çocuklarımızın acı haberleri yüreğimizi dağlıyor.

Silâhlarla mücadeleyi amaçlayan Umut Vakfı’nın kayıtlarına göre her yıl 500 ila 700 kişi kaza kurşunuyla ölüyor.

Yılda ortalama 2300 kişi ise bu silâhlarla cinayete kurban gidiyor.

Ülkede bir milyon kişinin silâh taşıma veya bulundurma ruhsatı var.

Ruhsatsız silâhlarla bu sayının 2 milyon olduğu tahmin ediliyor.

Bu iddialar basına yansıyıp tepkiler yoğunlaşınca İçişleri Komisyonu Başkanı Ziyaeddin Akbulut iddiaları yalanladı, aksine tasarı ile “silâh edinme ve kullanımına” sınırlama getirildiğini söyledi.

Peşinden AKP Grup Başkan vekili Suat Kılıç, tasarının seçim sonrasına kalacağını ve duyarlılıkların dikkate alınacağını açıkladı.

Derin bir nefes aldık.

Umarız silâh lobisinin etkisinde kalmadan bir yasa hazırlanır.

Esasında topyekûn bir silâhsızlanma kampanyası açılmalıdır.

Silâh ruhsatı çok özel durumlarda verilmeli, mümkün olduğu kadar kısıtlanmalıdır.

Yazının başına dönersek;

Unutmayalım ki evde bulunan veya bele takılan silâh bir gün gelir patlar.

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

ABD Temsilciler Meclisinde yeni Ermeni atağı


A+ | A-

Yine aynı kâbus başladı. Sözde Ermeni soykırımı yasa tasarısı yine ABD Temsilciler Meclisi gündemine getirilmeye çalışılıyor. Daha önce komisyonda kabul edilen tasarı, Obama yönetiminin müdahalesiyle Temsilciler Meclisi gündemine gelmemişti. Ancak ani bir atakla, Ermeni lobisi konuyu yeniden gündeme taşımayı başardı.

252 sayılı karar tasarısı 21 Aralık’ta görüşülmesi yarım kalmış tasarıları görüşmek için tekrar toplanacak olan Temsilciler Meclisinin gündemine alınabilir mi?

Teknik olarak bu mümkün. Zira Meclis Başkanı Nancy Pelosi zaten daha önce Dış İşleri Komisyonunda milletvekillerini oy vermek üzere son anda toplantıya gelmeye ikna eden kişi. Hem de 22’ye karşı 23 oyla. Yani Ermeni lobisinin etkisinde. Öte Yandan Demokrat Parti’nin de tasarıyı gündeme getirip getirmemeyi tartıştığı söyleniyor. Yahudi lobisinin de Türkiye-İsrail ilişkilerindeki gerginliğin etkisiyle tasarıyı destekleyebileceği yorumları da yapılıyor.

Ancak Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun görüştüğü Clinton, ABD yönetiminin tavrının değişmediğini ve tasarının geçmemesi için ellerinden geleni yapacaklarını söylediği bildiriliyor.

Peki ne olacak?

Bizce tasarı hiç gündeme getirilmeyecek. Ama yalnızca şimdilik. Demokles’in kılıcı başımızın üzerinde sallanmaya devam edecek. Özellikle de önümüzdeki 24 Nisan öncesinde konunun yeniden ve daha güçlü bir şekilde gündeme geleceği kesin. Özellikle son ara seçimlerde seçilen milletvekillerinin yüzde doksanının Ermeni tasarısını desteklediği, diaspora tarafından sık sık dile getiriliyor.

Karar tasarısının Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilmesi, pratikte çok büyük önem arz ediyor. Zira geçen hafta olduğu gibi eyalet meclislerinin bu konuda yasa çıkarmasının önündeki engel, ABD dış politikasına aykırı olması idi. Yönetimin tasarının Meclisten geçmesini engellememesi, onayladığı anlamında yorumlanabilecektir.

Son günlerde Ermenilerin İncirlik Üssü’nün de bulunduğu arazi ile ilgili olarak hükümet, Merkez Bankası ve Ziraat Bankası’na karşı açtığı 63 milyon dolarlık dâvâ, sigorta şirketlerine karşı açılan dâvâlar, Ermeni diasporasının bu konuyu gündemde tutma çabalarının ürünü. Kongrede sözde soykırımından etkilenen Ermenilerin ailelerine ilişkin bir arşiv oluşturulması da aynı çerçevede değerlendiriliyor.

Bütün bu gelişmeler önümüzdeki aylarda, özellikle yılbaşından sonra, Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçilerin çoğunluğu ele geçirmesi yüzünden, bu konuda epey başımızın ağrıyacağını gösteriyor.

Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu sorunun artık çözülmesi gerek. Tarihsel olmaktan çok siyasal bir sorun haline gelen, 1915 olaylarının dünya gündeminden çıkarılmasının yolu da Ermenistan’la sorunların çözülmesinden geçiyor. Aksi halde dünyanın en güçlü diasporalarından birisi olan Ermeni diasporasının bulunduğu ülkelerin meclislerinden bu konuda kanun ve karar çıkarmalarının önüne geçilemeyecektir.

Kısacası; artık bu konuya daha ciddî eğilmenin vakti geldi de geçiyor. Ya sorunu çözecek ya da uluslar arası kamuoyunun ezici çoğunluğunun sözde Ermeni iddialarını tanımasını seyredeceğiz.

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kabirde Cennet, Mahşer’de sorgu


A+ | A-

Ömer: “Bir kişi imanla kabre giriyor. Kabirde o kişiye gideceği yer gösteriliyor. Ama hesap gününde o kişi tekrar hesaba çekiliyor. Kişi amel defterinin sağ tarafından verileceğini biliyor ve sırattan geçeceğini de biliyor. Ama tabiri caizse bunlara ne gerek var? Zaten kabirde bu kişi cennetten bir pencere gördüğü için bütün bu sınavlardan geçeceğini biliyor. Neden tekrar hesaba çekiliyor?”

1- Kul, kendi akıbetini dünyada ümitle, berzahta ise gerçeğe yakın şekilde görür. Gideceği yer konusunda kendisine bilgi verilebilir. Fakat gideceği yeri görmek veya bilmek ayrı; hak sahibine hakkının verilmesi için, kişinin hak ettiği yeri hak ederek bulması için, adaletin, merhametin, affın ve mağfiretin gerçek mânâda tecellisi için duruşmalara katılmak ayrıdır.

2- Âhirette hiçbir şey bu dünyadaki gibi cereyan etmez. Dünya teklif yurdu, âhiret ücret yurdudur. Orada zaman farklıdır. Orası ezeliyet, ebediyet ve sonsuzluk ülkesidir. Sonsuzluk, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesine göre, maziyi, hâli ve istikbali iç içe ve birden tutar.1 Orası kesret dairesi değil, çokluklar ülkesi değil, vahdet dairesidir.2 Orada hakikatlere bakışımız farklıdır. Burada iman konusu olan âhiretle ilgili hemen her haber, orada müşahedemiz altında olacaktır. Kabir suâli, kabir azabı, mahşer, sırat, Cennet, Cehennem... vs. uhrevî hâdiseler buradaki gibi haberden ve îmân konusu olmaktan çıkacak, birer yaşanılan gerçek olarak bizi içine alacaktır. İmtihan yoktur artık. İmtihan dünyada kalmıştır. Her şey dünyada attığımız tohumların meyvesi ve fidanı olarak karşımıza çıkacaktır.

4- Hâkimin şefkati ve merhameti ayrı; mağfireti, affı ve bağışlaması ayrı; kahrı, gazabı, celâli ve galibiyeti ayrı; hikmeti, hükmü, kararı ve adaleti ayrıdır. Hâkim, suçluyu idamla yargılar, sonra döner şefkatinden ve merhametinden kalemini kırar. Kânunlar gereği suçlusunun bazı davranışlarını affa konu yapar.

Hâkim-i Ezelî olan Cenâb-ı Hakkın, ölümle yüksek huzuruna aldığı kuluna, kulluk vasfını kaybetmemiş kuluna, dünyada Kendi Zât-ı Ulûhiyetine sığınmayı ihmal etmemiş kuluna, her ne kadar günahkâr da olsa, her ne kadar hesabı görülecek işleri de olsa, Cennetinden ve rahmetinden bir esinti hissettirerek istirahatını temin etmesi şefkatinden ve merhametindendir. Hesap ve yargılama ayrı, şefkat ve merhamet ayrı tecellilerdir. Zaten Peygamber Efendimizin (asm) ihbarıyla Cennet de, Cehennem de bize uzak yerlerde değildir; bize ayakkabımızın bağından daha yakındır.3

5- Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Müslüman, kabrinde Rabb’inden ve Peygamberinden sorulduğunda Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Muhammed’in (asm) Allah’ın elçisi olduğuna şahadet eder. Bu şahadet, Allah’ın, ‘Allah iman edenlere dünya hayatında da, âhiret hayatında da sabit sözlerinde daima sebat ihsan eder.’ 4 meâlindeki yüksek âyetinin gerçekleşmesidir.” 5

Bu hadiste dünyada iman üzere sebat eden bir kulun kabir suâli sırasında da iman üzere bulunacağı müjdelenmiştir. Cenâb-ı Hak dilerse bu kuluna Cennetini gösterir.

6- Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki: “Kul kabre konulduğunda, dostları dönüp gittiği ve onların ayak sesleri henüz işitildiği sırada iki melek gelir. Onu oturturlar ve Hazret-i Muhammed’i (asm) kast ederek, ‘Bu zat hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorarlar. O kişi mü’min ise şöyle der:

'O’nun Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederim.'

Bunun üzerine kendisine:

‘Cehennemdeki yerine bak! Allah orayı Cennet ile değiştirdi.’ denir.

O kişi her iki yerini de görür. Kabri yetmiş arşın genişletilir. Kıyâmet Günü insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur.” 6

Burada bir hesap görme ve yargılama yoktur. Burada vazifeli melekler kulun imanda sebat üzere olduğunu tesbit ediyorlar ve kendilerine verilen yetki çerçevesinde kulu imandaki sebatı dolayısıyla Cennet ile müjdeliyorlar. Bu kul mahşer yargılamasından, yani Mahkeme-i Kübrâ’dan, yani büyük duruşmadan kurtulmuş değildir. Nitekim “Cehennemdeki yerin”den maksat bu duruşmanın sonucu olsa gerektir. Fakat bu kulun affedilmeye ve bağışlanmaya liyakati vardır. Cenâb-ı Allah’ın bu liyakat üzerine kulunu bağışlaması umulmaktadır. Muhtemelen mahşerde o da olacaktır. Çünkü O, kulu ile kulunun zannı çerçevesinde muamele yapıyor. 7 Yani bağışlandığını düşünen ve bunu Allah’tan uman kulunu bağışlıyor. Bunu melekler biliyorlar.

7- Esas olan Allah’ın haksızlık yapmayacağını ve zulmetmeyeceğini bilmek ve buna iman etmektir. Dünyada verilen haberlerle yetinmek, âhireti müşahede etmeyi âhirete bırakmaktır. Dünyada gayba imanı en yüksek kemal saymak; gaybın ayrıntısını görmeyi âhirete bırakmaktır.

8- Nihayet berzah âlemi de, mahşer ve sırat da âlem-i gaybtan olduğundan; berzahta gideceğin yerin gösterilmesi mahşerdeki büyük muhakeme ile çelişmez.

DUÂ

Ey Bâkî-i Rahîm! Kabrimizi dar eyleme! Mahşerimizi zor eyleme! Hesabımızı bâr eyleme! Affını ve mağfiretini ehl-i imana ağyar eyleme! Resûlullah aleyhissalatü vesselâmı bütün ümmete şefaatkâr eyle! Rahmetini bütün mü’minine yâr eyle! Cennetini ehl-i imana diyar eyle! Bekamızı Cennet kıl! Cennetimizi bâkî kıl! Âmin!

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 430., 2- Mektûbât, s. 223., 3- Riyâzu’s-Sâlihîn, 444., 4- İbrâhîm Sûresi: 27., 5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 426., 6- Câmiü’s-Sağîr, 1/558., 7- Buhârî, Tevhid, 15; Tirmizî, Tevbe, 1; Bu hadisin yorumu için bakınız: Sözler, s. 39.

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Darbe heveslisi ve alkışçısı medya


A+ | A-

1950’lere kadar besleme basının durumu içler acısıdır. Çok partili hayata, kısmî bir demokrasiye geçilmesine rağmen, aynı bağnaz ve katı yayın hayatı devam ettirilir. Kemalist basın, “jakoben laikliğin” ve ‘ilkelerin’ müdafiidir.

1965’lere kadar, İslâmî değerlere ehemmiyet veren veya o istikamette yayın yapan elle tutulur gözle görülür derecede günlük bir gazete yoktur. Dogmatik ve bağnaz devlet anlayışının kahredici baskısı devam etmektedir.

Bu tarihlerde ise, başta haftalık İttihad gazetesi olmak üzere çeşitli gazeteler çıkarılmaya başlanır.

1950-2010’lara kadar besleme basının ve derin devletin en büyük silâhı, kozu yine “irticâ” öcüsüdür. Sık sık, temcid pilavı gibi irtica kampanyaları ısıtılıp ısıtılıp kamuoyunun ününe sürülüyor, askerler ve idâreciler kışkırtılıyordu. Gösterdikleri istikamette icraat yapmayanlar korkutuluyordu. Dayandıkları nokta, “İlke ve İnkılâplar”, yani Kemalizm!

Bu hususu Mehmet Ali Birand, 19 Mayıs 1993 tarihli Sabah’taki yazısında şöyle itiraf eder:

“Bizim de aralarında bulunduğumuz lâiklik yandaşları, yıllarca bağnaz bir tutum sergiledi. Daima bizim dediklerimiz doğruydu ve din unsuruna ağırlık veren herkes kötüydü. Gericilikle suçladık, Ticanî olduklarını söyledik. Bize göre laiklik âdeta üzerinde tartışılmayacak bir tabu idi ve herkes ezilmeliydi. Üstelik elimizde de önemli bir sopa vardı: Ordu. Eğer biraz gelişirlerse ordunun hemen müdahale edip gerekeni yapacağını söyleyerek korkuturduk. Çok hatalı bir yaklaşım olduğunu yıllar sonra yavaş yavaş öğrenmeye başladık.”

Maalesef Türkiye’de basın, eskiden beri ‘haysiyet kırıcı yayınlarla İslâm ahlâkını zedeledi ve kamuoyunun fikirlerini perişan’ etti... Meşrûtiyet döneminde bir kısım yazar-çizer de, acemilik, ölçüsüzlük, “hürriyet ve meşrûtiyet” havasının taşkınlıklarıyla İstanbul’u Avrupa’ya, Anadolu’yu da İstanbul’a kıyas ederek onların paralelinde neşriyat yaparak haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler.1

Hâlen kökü dışarıda olan bazı yapılanmalar “irtica” kampanyalarını sürdürüyor, teşvik ediyor. Kemalist-eyyamcı basın, darbeleri daima destekledi, alkışladı. Ülkenin demokratikleşmesinde ve insan haklarının yerleşmesinde en büyük vazifeyi basın-yayın organları yapması gerekirken; maalesef Türk basını (çoğunlukla), demokrasinin tehlikeye girdiği dönemlerde antidemokratik güçlerle işbirliği yaparak onları övdü, alkışladı.

Tabiî bu davranış, onların tarihî altyapı ve gelişme seyirlerinden kaynaklanıyordu.

Dipnot:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî, YAN, s. 25.

20.12.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Para kazanmak çok pahalıya patlıyor


A+ | A-

Herkes geçim sıkıntısından, hayat pahalılığından bahsediyor. Sabah erkenden karıncalar gibi yollara dökülen insanlar akşam yorgun argın evlerine dönüyor. Günlük konuşmalar ve sohbetler hep dünya işleri üzerine. Ahiretten bahseden çok az.

Dünyaya çalışmak insanı çok yoruyor, tüketiyor adeta. İnsan ise yine de sımsıkı sarılıyor dünyaya. Bir kere kazandıysa, bin kere kaybediyor. Bir adım ilerlediyse, bin kere düşüyor. Yine de can havliyle yaptığı hamlelerle tutunuyor dünyaya ve biraz daha kazanmak istiyor.

Bediüzzaman Hazretlerine kulak verdiğimizde bakın ne diyor: “Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar.” Bu cümleyi her sabah hatırlayıp, o gün yola böyle bir tefekkür ile çıksak ne güzel olur.

Dünyaya ait bütün hırslarımızı bir yana bırakıp, o gün Allah rızası için neler yapabileceğimizi düşünelim. İşimizi hakkıyla, adaleti gözeterek, doğruluktan ayrılmayarak yerine getiriyor muyuz? Herhangi bir yolsuzluk, usûlsüzlük gördüğümüzde “Bana ne canım, ben işime bakayım, işimden olmayayım” mantığı ile sessiz mi kalıyoruz? Yoksa gerektiği yerde, gereken doğruları söyleyerek, yanlışları göstererek iş arkadaşlarımızı ikaz ediyor muyuz?

Patron, “Arayan olursa burada olmadığımı söyle” dediğinde, onun yalanına ortak olmayı mı tercih ediyoruz? Yoksa “Ben yalan söyleyemem” diyerek, doğruyu söyleyebiliyor muyuz?

Dünya menfaatleri için, inancımızdan ve hassasiyetlerimizden vazgeçildiği noktalarda buna itiraz edip öyle olmaması gerektiğini cesur bir şekilde ifade edebiliyor muyuz?

Ne düşünüyorsunuz?

İş yerlerinde bunlardan çok daha fazlasını görüyor ve maruz kalıyorsunuz değil mi? Böyle durumlarda tutum ve davranışlarınız nasıl oldu? Hakikaten de dünya, parasını ne kadar pahalıya satıyormuş değil mi? Karşılığında bizden ne çok şey istiyor. İnancımızdan ve mânevî değerlerimizden taviz vermemizi, yalan söylememizi, dalkavukluk yapmamızı, hatta namus, şeref ve haysiyetimizi isteyebiliyor.

Velhâsıl, ehl-i dünyanın az ve menhus bir para karşılığında bizden istekleri bitmiyor. Rızkımızı Allahtan isteyerek ve sadece O’na el açarak, âhirzamanın fitnelerinden O’na sığınmalıyız. Ehl-i dünyanın isteklerini yerine getirmeye çalışmak yerine, Allah’ın bizden ne istediğini düşünerek hareket etmeliyiz. Bütün Allah dostları da böyle düşünmüşler, dünya malına ehemmiyet vermemişlerdir.

Bir gün bir adam İmâm-ı Şâfiî Hazretlerine gününün nasıl geçtiğini sormuş. O da “Benden istenen sekiz şeyi düşünmekle geçti” demiş. Adam şaşırmış. “Nedir bu sekiz şey?” diye öğrenmek istemiş. İmam-ı Şafiî başlamış anlatmaya: “Bak, her gün benden kimler neler istiyor sana anlatayım:

1- Rabbim benden farzını istiyor.

2- Resulullah (asm) benden sünnetini istiyor.

3- Ailem günlük nafakasını istiyor.

4- Nefis kendine tâbi olmamı istiyor.

5- Şeytan, arkasından gitmemi istiyor.

6- Kirâmen Kâtibin melekleri hayırlar yazdırmamı istiyor.

7- Geçen günler ihtiyarlamamı istiyor.

8- Son olarak da, Hz. Azrail (as) hazır olmamı istiyor!

İşte ben her gün bu suallerin muhatabı olarak uyanıyorum. Ve bu suâller benden cevap bekliyor.”

Adam düşünmeye başlar. Başını öne eğer ve “Meğer benden her gün neler isteniyormuş, ben ise dünya isteklerine dalmışım” der.

Biz de İmam-ı Şafiî gibi, bizden asıl istenenleri düşünerek her günümüzü ona göre planlayalım. Yoksa, ehl-i dünyanın isteklerine mukabele etmemiz hem pek pahalı, hem zarar içinde zararlı, hem faydasız…

Yazımızı, Bediüzzaman Hazretlerinin talebelerine bir çok defa tekrarladığı bir ikaz ile noktalayalım ki, herkesten ziyade muhtaç olan nefsime de bir ders olsun: “Kardeşim, bu zaman çok acayip olmuş, parmağını versen elini, elini versen kolunu, kolunu versen vücudunu alır. Zarurî rızkınızı bulsanız kifâyet ediniz.”

20.12.2010

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Aile kurarken, ‘koruma’yı da kurmalı


A+ | A-

Aile üzerindeki alarm sürüyor. Evlilik düşüncesinden, aday adaylarına, adaylarda aranan özelliklere, aday seçimlerine, evlilik hazırlıklarına, evlilik aşamasına ve sonrasındaki ilgi/ilgisizliklere kadar her şey ciddî ciddî gündeme alınıyor.

Ama nasıl?

Evlilik, önce düşüncede başlar, sonra sonra duygularda ve sonunda da mekâna, eşyalara siner, zamanla eşyalar bile ailenin bir parçası oluverirler. Koltuk takımları, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon vs…, çeyizlerin olmazsa olmazları olurlar. Hayatı kolaylaştıran ‘makineler’, ‘oturma grupları’, ‘dolaplar, kitaplıklar’, ‘tencereler’ ve daha neler, neler…

Eskiden evlilikler eşya öncelikli değildi.

Önce duygularda kurulurdu evlilikler, sonra sonra alınan eşyalar hayatın, evliliğin ilmek ilmek dokunuşu olurdu. Hepsi mutluluğun bir parçası olurlardı.

Şimdilerde ise, hayatı kolaylaştırmak üzere düşünülen eşyalar; hayatı, evliliği zorlaştırır hale geldiler. Bütün eşyalar tamamlanmadan evlilik olmuyor. Evlilik öncesi, ailenin etkinleri (!) aracılığıyla, ‘Şu da olmazsa olmaz!’ diyerek bir değişik rüzgâr estiriliyor. Bunun evlilik sonrası bile izleri epeyce bir sürüyor. Sonrasında da yeni evlilerin, eşiyle birlikte şöyle bir çarşıya çıkıp, birlikte oluşan zevkler doğrultusunda bir şeyler alma zevki kalmıyor. Her şey alınmış.

Kötü olan şu ki, evlilik düşüncesi de maddîleşti.

Adaylar hakkında, küçük harflerle, ama derinden ve etkili, kişi tahlilleri yapılıyor. ‘Ne iş yapıyormuş? Maaşı ne kadarmış? Nesi varmış? Kimlerdenmiş? gibi maddîleşen bakışlar ön plana geçiyor. Maddî algı, gündemin ta orta yerinde. ‘Adamlık değeri’, parada pulda, eşyada, evde, arabada aranır oldu.

‘Ahlâkı nasılmış?’, ‘Arkadaşları kimmiş?’, ‘Kültür düzeyi nasılmış?’, ‘Eğitimli miymiş?’, ‘Kaç kitap okumuş?’ ‘Sanatsal bir etkinliği var mı ki?’ gibi sorular akla geliyor mu acaba?

Biraz lüks sorular! Yok daha neler! kabilinden…

Ama şimdi burun kıvrılanların eksikliği, sonrasında hayatı kıvırıyor.

Aile kurmak ve korumak

Aile kurmak kadar, onu korumak daha önemli hale geldi.

Yapmak zor, yıkmak kolay, onun için tedbirler hayatî derecede önemli.

Çeyizlerin içindeki televizyon adeta bir bomba gibi, ailenin nasıl yıkılabileceğinin, insanî zaafların nasıl kullanılabileceğinin bir bir düşünce altyapısını oluşturmaktadır. O zaman bir ailenin bozulmaması için eşlerin, çocukların, akrabaların var güçleriyle çaba harcamaları kaçınılmazdır. Aksi halde bozulan sadece bir aile olmamaktadır. Çünkü bir aile yıkımı, pek çok yıkımları da beraberinde getirmektedir.

Kurulan aile, kendi sonunu hazırlayacak kurdunu da beraberinde taşımaktadır. İnsanın mutlu sığınağı, birileri tarafından tacize uğruyor ve belli odaklar aile yapısını bozmak ve yıkmak için var gücüyle uğraşıyor.

Yüzlerce yıkım dizileri bombardıman etkisini sürdürüyor. Artık bu bir misyon haline geldi. Türkiye’deki kirlenme yetmiyormuş gibi, bu kirlilik İslâm ülkelerine de, televizyon dizileri olarak Türkiye’den sıçrıyor.

Yıkıcılar, Türkiye’yi İslâm ülkelerine karşı yanlış bir pozisyonda kullanıyorlar. Bu tahribatın sonuçları sonra sonra ortaya çıkacaktır.

Özellikle televizyon dizilerindeki aile kurgusunu bir gözlemleyin. Bizzat aile bireylerine seslenerek aileyi yozlaştırma çabalarını sürdürüyorlar. Eşine yalan söyleyen bey, beyinden bunun intikamını almaya çalışan bayanlar, her türlü hileler yapmakta çekinmeyen çocuk ve genç tavırları, aile üzerinde ne derin planlar yapıldığının apaçık örnekleridir.

Evlerimizin en özel köşelerinde yerini almış bulunan televizyonlar yıkım ekibi olarak, aşama aşama faaliyetlerini gerçekleştiriyorlar. Yıkım araçlarını alanlar, evlere monte edenler, en mahrem odalara yerleştirenler ve kanalları tercih edenler ise, aile bireyleri.

Duyarlı aile üyeleri ise tenkitler yaparak, yıkımlar izlemeye devam ediyorlar. Bu gün bir başkasının hikâyesi ‘vah vah’larla izlenirken, yarın sırayı bir başkası almakta, sonrasında ise, izleyenler sıraya girmektedirler. Zamanla, izlenenlerin, tenkit edilenlerin, bir parçası oluveriyor insanlar.

“Televizyon büyük yıkım yapıyor.’, ‘Bu var ya bu, hiç masum değil.’ hikâyeleri tam bir komedi. Adamlar da onu istiyor zaten, ‘Beni sevme, ama izle yeter, bir gün seni de izleriz.’

Çeyiz eşyalarından televizyona karşı bir bakış değişikliğine ihtiyaç var.

Aile kurulurken, yıkım unsurlarından arındırmalı eşyaları.

‘Kullanmayı bilmeli kardeşim!’ diyenleri duyar gibiyim.

Kullanılmadan, kullanabilirseniz ne mutlu.

Nefis unsuru da göz ardı etmemeli. Nefsi destekleyeni, nefis de destekler.

Evet, aile kurarken, korumayı da kurmalı.

**

Hazret-i Peygamber, kızı Hazret-i Fatıma’yı evlendirdiğinde, onun maddî ve manevî ihtiyaçları olabilir düşüncesiyle, ona belli bir zaman komşu olmuştur. Hatta her sabah namazına onun evinin bulunduğu mescide giderek, altı ay boyunca namaz dönüşü kızının kapısını çalmış ve namaza uyandırmıştır.

Elbette Hazret-i Fatıma sabah namazına uyanıyordu. Ama O (asm) şefkatiyle, evlilik yeni bir hayattır, yeni bir başlangıçtır. Bu süreçte herhangi bir yanlış oluşmaması için büyüklerin rehberliğine ihtiyaç vardır düşüncesinden hareketle, bir davranışın süreklilik kazanması için ne yapmak gerektiğinin dersini vermiştir.

İşte aile kurarken, korumayı da kurmak, budur.

20.12.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.