"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Üstad ‘Önsöz’ü üç defa okuttu

06 Şubat 2020, Perşembe 00:36
Merhum Ali Ulvi Kurucu ağabey Atıf Ural'ın talebi üzerine “Tarihçe-i Hayat”ın “Önsöz”ünü yazıp gönderdiğini ve Bediüzzaman'In bu 'Önsöz'ü üç defa okuttuğunu hatıralarında anlatır.

“Siz benim kabul olan duâlarımsınız”

Ali Ulvi Kurucu Ağabeyin Risale-i Nurlar’ı tanıması ve Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin "Tarihçe-i Hayatı"nın önsözünü yazması hakkındaki hatırasını, Kurucu Ağabey'in vefat yıl dönümü vesilesiyle kendi hatıralarından paylaşıyoruz:

Merhum Bediüzzaman Said Nursî’nin adını, Kahire’deki talebelik yıllarımda, gerek Mustafa Sabri Efendi ve gerekse Zahid-el Kevseri ile İhsan Efendi’lerden duyardım. Müstesna insan, fevkalâde zeki bir zat. “Bediüzzaman” unvanı kendisine hocaları tarafından verilmiş, “zamanın harikası” demek. Osmanlı Devleti’nin son yıllarında, Mustafa Sabri Efendilerle birlikte Darül Hikmetil İslâmiye’de aza olarak bulunmuş. Müstesna bir âlim olarak hem eski Arapça medrese ilimlerini bilir, hem de günün fizik, biyoloji, astronomi gibi modern ilimlerine aşinadır. Nadir bulunur bir zekâ ve deha sahibidir. 1946’dan sonra Kahire’den Medine-i Münevvere’ye geldiğimde, Arif Hikmet Kütüphanesi’nde Eğinli Hoca Efendi’yi ziyaret ettiğim sırada “Siracünnur” adında bir eserini görmüştüm. Osmanlıca teksir edilmiş ve postayla gönderilmişti. Hoca Efendi, kütüphanenin fihristine kaydetti. Bu sırada kuşbakışı denecek bir nazarla kitabı gözden geçirdim. Müstesna fikirler, iman ve İslâm anlayışında bir canlılık, bir hareket, hamle, cihad; bir silkiniş, kendine geliş; en çok hayatı ve kâinat kitabını okuyup dile getiren bir eser… 1950’den sonra Türkiye’den gelen hacılar arasında, Bediüzzaman’dan bahsedenler çoğaldı. Bu arada “Asa-yı Musa” adını verdiği kitabını da gördüm.

Ağlatan Mektup

1957 yılı idi. Ankara Hukuk Fakültesi talebelerinden Atıf Ural imzalı bir mektup aldım. Mektuptaki ifadeden gönlüme bir ateş düştüğünü sandım. Haftalarca alevler içinde yandım. O günden beri, gönlümde bir buhurdan gibi tütmekte olan bu gönül yangını mektup şöyle başlıyordu.

“Günümüzün Mehmet Âkif’i Aziz ve Muhterem Ali Ulvi Ağabeyimiz! (Selâmlardan sonra) Ben sizin ruhunuza aşık oldum. Bu aşkın başlangıcı şöyledir: İslâm’ın Nuru mecmuasındaki Türk Gençliğine hitaben yazdığınız şiirlere kendimi muhatap olarak kabul etmiştim. Yıllardır o şiirler benim mürşidim olmuş, karanlık gönlüm o nurdan meş’alelerin ışıkları ile dolmuştu. Allah’a giden yolları, o meş’alelerin ışığında buldum. Rabbim bana, Risale-i Nur Külliyatı’ndan feyz almak lütfunu ihsan etti. Bu yüzden ömrümü heder olmaktan kurtaran Rabbime şükürden acizim. İnsanlığın imanını kurtarmayı gaye edinen bu mukaddes dâvânın naçiz bir neferi olmayı kendime ideal olarak seçtim. Ömrümü bu dâvâya vakfettim. Siz şiirlerinizle bana hitap ediyordunuz.

Sizden irşatlarınızı duyduğumdan beri ömrümü; “bir asil at gibi şahlanmaya” ve nerde hakkım” diye seslenmeye vakfettim. Evet, siz bana öyle diyordunuz. İnşallah, bu aciz kardeşiniz –bütün aczine rağmen- yüce dâvânın mukaddes bayrağını elinden bırakmayacaktır.

Yukarıda size “Risale-i Nur Külliyatı’nı okumak saadetine erdim” demiştim. Evet, burada bazı kardeşlerle birlikte sebeb-i feyzimiz Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin şahsiyeti, dâvâsı ve eserleri hakkında bir  “Tarihçe-i Hayat” hazırladık. Basılmak üzeredir. Yalnız, gönlüm bu eserin önsözünü sizin yazmanızı arzu ediyor. Bu arzu, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde, beni size rica etmeye zorluyor. Bu arzumu kardeşlere açıklayınca bana, “Sen Ali Ulvi Bey’i tanıyor musun?” dediler. Kendilerine “Elest bezminden” dedim. Kendimi tutamayarak ağladım. Onlar da benimle ağlamaya başladılar. İşte muhterem ağabeyimiz, bu satırlarla gönül derdimi anlatmaya çalıştım. Bendenizin ve bilumum kardeşlerimizin bu samimî ricamızı kabul buyurmanızı istirham eder, Huzur-u Kibriya’da duâlarınızdan bizi dûr etmemenizi rica ederim.”

Mektuba Cevabım

Atıf Ural adındaki bu gencin mektubu gönlümü yaktı. Kendisine cevap yazdım:

“Aziz kardeşim, böyle bir kitaba önsöz yazmak için evvelâ bu zatın eserlerini görüp okumam; cihadını, şahsiyetini, neler yaptığını, neler yazdığını bilmem ve başından neler geçmiş, bunları görmem lâzımdır. Ben ancak Siracunnur ve Asa-yı Musa adlı iki kitabını okuyup hayran oldumsa da, incelemedim. Fikir beyan edecek kadar malûmatım yoktur. Bu insan çok iyi insandır, eserleri faydalıdır, alın bunu okuyun diye yazmak da önsöz olmaz…” diye özür beyan ettim.

Fakat o aslan genç, mektubu alır almaz ağabeylerine gider, mektubu okur, hemen bütün Risale-i Nur Külliyatı’nı temin eder, tayyare postası ile gönderir.

Postaneden haber gönderdiler, “büyük bir paketin var, kendin alman lâzım.” Gittim aldım. Baktım ki bütün Külliyat…

Böylece Külliyatı okumaya başladım. Evvelâ Üstadın imanına, İslâm’a, Kur’ân’a olan aşkına hayran kaldım. Dâvâya olan imanı, sade bir inanç olarak kalmıyor. Bir aşk, bir ideal haline geliyor. Bu uğurda çalışmak, ölmek fedakârlığı bu zatta var. Çocukluğumdan beri, yıllardır, dedemde, amcamda, babamda, sonra hocalarımda gördüğüm çırpınış bu zatta da var.

Eserlerin mütalâasına daldım. Notlar alıyorum, derinleşiyorum, fakat doymuyorum. Şu esere de bakayım, bunu da okuyayım derken zaman geçiyor. O günlerde bir önsöz değil, Üstad ve eserleri hakkında Tarihçe-i Hayat kadar bir kitap yazsam, yazabilirdim. O kadar geniş bir bilgiye, aynı zamanda aşk ve heyecana sahip olmuş idim.

Hasanül Benna’da, Mustafa Sabri Efendi’de, Ebul Hasen Nedvi’de gördüğüm aşkı, heyecanı, çırpınışı, bu zatın eserlerinde de görüyordum.

Bir de Risale-i Nur’un hayretimi mucip olan, ruhumu yakan, beni kendisine aşık eden bir tarafı vardı ki, Üstad bu eserleri, hapiste, irka suretiyle yani dikte ettirerek yazıyordu. Ben ise kütüphanelerde bulunuyorum, önümde binlerce kitap var, eser yazamıyorum. O, hapiste bunları yazıyor. Bu eserleri yazan insan, İlâhî bir te’yide mazhar oluyor ki, yanan bir gönülden çıktığı için, okuyan insanların da gönlünü yakıyor, imanlarını alevlendiriyor.

Önsöz’ü Yazıyorum

Ben böyle mütalâalara dalmış, mest olup gitmişken Atıf Ural’dan bir telgraf geldi. O tarihlerde telefon yoktu. Ancak telgrafla görüşülebiliyordu. 

Atıf diyordu ki:

“Muhterem ağabeyimiz, Tarihçe-i Hayat dizildi. Matbaacı bütün kurşunlarını bu kitap için bağladığını, matbaasının çalışamaz olduğunu söyleyerek şikâyet ediyor. Bu önsöz gelecekse gelsin, gelmezse kitabı basacağım, diyor. Lütfen önsözü yazıp gönderiniz…”

Bunun üzerine Dairedeki arkadaşlardan izin aldım. “Mühim bir işim çıktı, bir hafta kadar gelemeyeceği, bana izin verin.” dedim.

Harem-i Şerif’te sabah namazını kıldım. Eve gittim, oturdum. Gönlümde, ruhumda ne varsa, o güne kadar ne edindiysem, başladım yazmaya.

Ben yazıyı çok güç ve geç yazarım. Bilhassa şiirde, çok yazar bozarım, yazar silerim. Nesirde de öyledir. Daha iyisi, daha güzeli olsa, pürüzsüz olsa, anlaşılır olsa diye günlerce uğraşırım. Yazı hususunda müşkilpesendim…

Buna rağmen, öyle müstesna bir fütühata mazhar oldum ki, epey uzun sayılabilecek o önsözü, 24 saat zarfında hem yazdım, hem tebyiz ettim, postaya verdim.

Ertesi sabah Daireye gittim. “Hayır İnşallah” dediler. “İşim bitti, geldim Elhamdülillah.” dedim. Bu önsözün İlâhî bir teyide mazhar olduğuna, Cenab-ı Hakk’ın kolaylık verdiğine kailim.

Üstad, yazdıklarımı üç defa dinlemiş

Yazdıklarımı Üstad’a okumuşlar. Üç defa tekrar ettirerek dinlemiş. Aynen konulmasını istemiş. Önsöz okunurken, Zübeyir ve Sungur gibi Üstad’ın yakın talebeleri olan Nur hizmetkârları Ağabeyler de varmış. Salih Özcan, o mecliste neler olduğunu bana şöyle nakletmişti: “Sungur Ağabey dedi ki: ‘Üstad kendi yazılarını bile okutur, ‘şurasını tashih edin, şu kelimenin yerine şunu koyun, o kelime fazladır lüzumu yok silin’ diye düzeltirdi. Ali Ulvi Bey’in önsözünü üç defa okutup dinledi. Bir yerine itiraz etmedi. Hatta önsözün başına şu cümleyi yazın dedi. Üstad’ın emriyle önsözün başına eklediğimiz ibare, aynen şudur:

“Bu önsöz, Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.”

Üstad’ın yazdırdığı bu cümle, önsözün başına aynen konulmuştur ki, tabiî bunu ne tekrar etmem, ne de sahiplenebilmem mümkündür.

Yazdığım bu önsöz 1958 yılında basılan Tarihçe-i Hayatın baş tarafına konularak yayınlandı. Daha sonraki baskılarda da çıktı. (*)

(Kaynak: DÜZDAĞ, M. Ertuğrul; Üstad Ali Ulvi KURUCU - Hatıralar, Cilt 3, s. 265-271)

Ali Ulvi Kurucu kimdir?

Konya’da, 1922 yılında doğan Ali Ulvi Kurucu, ilk ve ortaöğrenimini burada tamamladı. Kurucu, daha sonra ailesi ile birlikte Medine’ye gitti. Medine’den eğitim için Kahire’ye giden Kurucu, yükseköğrenimini Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde tamamladı. Sonra tekrar Medine’ye döndü ve çeşitli memurluklarda bulundu. Medine’de uzun süre Evkaf Dairesi’nde çalıştı. 1985’te emekli olduktan sonra Medine’de dünyanın her tarafından gelen ilim adamlarını ağırlayan Kurucu, Kur’ân hâfızı olan ve aynı zamanda geniş bir hadis kültürüne sahipti. Kurucu’nun özellikle şair kişiliği daha çok ön plana çıktı. Medine’de 3 Şubat 2002 tarihinde vefat eden Ali Ulvi Kurucu, Cennetü’l-Bakî Mezarlığı’na defnedildi. Kurucu’nun hatıraları da araştırmacı yazar M. Ertuğrul Düzdağ tarafından 5 cilt olarak yayına hazırlandı.

 

Okunma Sayısı: 4851
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı