Son yazımızda Meral Akşener ve ekibinin kuracağı parti için bir tavsiyede bulunduk.
Bilhassa internet okuyucularımızdan kayda değer bazı değerlendirmeler geldi. Bunlardan Tahir Beyinki özellikle ilginç (!). Özetle, “sen ne istersen iste, sen ne dersen de o parti de dış güçlerin partisi, üst aklın partisi yani yeni bir CHP olur” diyor. Yani “benim oy verdiğim parti iyi ve millidir, diğer hepsi kötüdür ve düşmandır ya da düşmana alet partilerdir!”
Bu bakış açısı ve eleştiri biçimi, bizi, o yeni partiden bağımsız olarak, çok zamandır gündemimizde olan bir hususta yazmaya sevk etti.
Maksadımızı bir soruyla açıklayalım:
İçeride etki eden yeni veya eski bir siyasî ya da ideolojik cereyanın ve bir cereyan oluşturmak iddiasındaki yeni partilerin yabancı ülkelerle ve haricî cereyanlarla ilgisi ne olabilir ve ne olmalıdır? Bu ilginin ve ilişkinin varlığını-yokluğunu, iyiliğini-kötülüğünü nasıl anlarız?
Cevap için önce siyasî akımların kısa tarihini verelim:
Üç yüz yıldan bu yana, sanayi devriminin getirdiği buluşların da etkisiyle, dünya üzerinde kitlesel ve küresel çapta sosyal ve siyasî cereyanlar dönüyor. Kimi sel gibi, kimi meltem, fırtına ve hatta tayfun gibi. Birbirlerini çeşitli şekillerde etkiliyorlar. Bu cereyanlarda etkileyenler ve etkilenenler var. Cereyan kurucuları ve yöneticileri açısından emperyal amaçlar ile dinî / uhrevî amaçlar iç içe geçmiş, birbirini destekliyor, ikame ediyor ya da törpülüyor.
“Biz”e gelince. Osmanlı’dan bu yana, siyasetimiz ve düşünce dünyamız dışarıya açık. Batı, o dönemde hem etkilenen, ama hem de –daha çok- etkileyen durumunda. Dolayısıyla “dışarısı” dediğimizde daha ziyade Batı’yı kastediyoruz.
Daha da önemlisi Osmanlı aydınlarının, öz değerlerimizin, kültürümüzün ve bilhassa dinimizin içinden ürettiği bir “izm” ya da siyasî akım yok. (Bunun iyi bir şey olup olmadığı ayrı mesele).
Bizdeki ve genel olarak İslâm dünyasındaki dindarların bir siyasî hedefi elbette var: İttihad-ı İslâm. Yani İslâm dünyasını tek bayrak altında ve tek halifenin idaresinde birleştirebilmek. Ancak bu da aslında bir cereyan değil, sadece bir hedef. Bu hedefe hangi cereyanlarla yani hangi enerjiyle ulaşılacağı hususu, hedef sahiplerinin de tartıştığı bir konu olmuş ve olmaya devam ediyor. Tartışmanın ana konusu şu: Bu amaç için mukaddesat araç yapılabilir mi? Bu amaç bir grup tarafından inhisar altına alınabilir mi? Bu amaç için hangi cereyanların kuvvetine ne ölçüde dayanmak gerekir?
Diğerlerine gelince:
Bizden türediğini birilerinin iddia edebileceği tek “izm” olan Kemalizm, adıyla bize özgü, ama aslında manasıyla bize ait değil. Geçelim.
Bize ait partilerin ve bizde dönüp duran cereyanların da hiçbiri “kaynağı itibariyle”, “biz”e ait değil.
Sadece, “biz”den birileri sahiplenmiş. Sahiplenenlerin her biri kendince iyiniyetli.
Ve asıl soru şu:
Bir siyasî cereyanın kurucu liderinin ya da kadrosunun iyiniyetli olması veya güzel hedeflere sahip olması yeterli midir? Ya da tek yelkenli küçük bir kayık fırtınalı denizde azgın dalgalarla boğuşabilir mi?
Bilen bilir. Tek yelkenli kayık ters rüzgâra kapılırsa sahil-i selâmete dönemez. Açık denizlere sürüklenir ve batar gider.
Ama çok sayıda yelkenleri bulunan bir büyük kadırga, rüzgâr ne yönden eserse essin hedefe ulaşır. (Hele hedefi de doğru ve iyi ise, değmeyin gitsin). Zira o yelkenlerin her biri farklı yönlerden esen rüzgârlardaki enerjiyi doğru şekilde kullanmak ve gemiyi uzun yoldan da olsa gideceği limana ulaştırmak için tasarlanmıştır.
Önemli olan yön ve liderliktir. Ekibin gücü, feraseti ve bilhassa birbiriyle işbirliği ve işbölümü yapabilmesi önemlidir ve rüzgârın varlığı yeterlidir.
Rüzgâr batıdan da esse, cereyan batıdan da gelse, geminin yönü kıbleye dönebilir ve gemi güneye inebilir.
Dahildeki kuvveti kıbleye yöneltmek için kullanabilmenin tek yolu ise asıl kuvvet olarak millete yaslanmaktır.
Gerçekten millete yaslanmanın tek yolu ise, şeklî kaynağına bakmaksızın, hürriyetçilik ve demokratlık cereyanına sahip çıkmak ve o kuvvetle yol almaktır.
Böylece maddî kökü itibariyle hariçten gelen, ama aslında “biz”e uygun olan yani manevî kökü bizde olan bu demokratlık cereyanı, dahilde muvafık şeklini giymiş olur ve İttihad-ı İslâm cereyanına hizmet eder. Böylece “manası kendinden ve faydası millete” türünden bir siyasete dönüşür. Nitekim demokratların tarihi buna şahittir.
Aksi halde, gemi yine bir rüzgâr bulur, yine harekete muvaffak olur yani bir güç ve kuvvet elde eder, ama neticede kayalıklara çarpar. Kaptanın hulus-u niyeti ve samimiyeti de fayda vermez. Kendisi de, tayfası da, gemisi de... başkalarının ve bilhassa kâh kuzeydoğunun kâh vahşi Batı’nın siyaseti hesabına çalışan şuursuz bir alet hükmüne geçmiş olur. Şahidini siz yakından görüyorsunuz.
Kendisini uyanık sanan ve başkalarının pışpışıyla-telkiniyle iş gören uyurgezerlere veyl!