"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Cemaatler toplumsal bir realitedir

27 Aralık 2020, Pazar
Doç. Dr. Osman Özkul: Cemaatleri devleti tehdit eden yapılar olarak görme alışkanlığından vazgeçilmesi, dini yapıların da kendi vazifelerine yönelmesi bu çatışmanın sona erdirilmesi açısından en doğru olanıdır.

“Tarihî Süreçte Din Devlet ve Cemaat İlişkileri, Problemler/Çözümler” Paneli - 3

—DÜNDEN DEVAM—

Programın üçüncü konuşmacısı Sakarya Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Osman Özkul, Ahmet Dursun’un “Türkiye “Cemaatlerin kökünü kazıyacağız” söylemiyle birlikte cemaatlerin her alanda tartışıldığı bir noktaya geldi. Siz cemaatlerin varlığını, sürdürülebilirliğini sosyolojik boyutuyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Din, devlet, siyaset ilişlilerinin bu bağlamda hangi düzlemde yürütülmesi gerektiğini düşünüyorsunuz? Yine tarikat –cemaat kavramları üzerinden yapılan tartışmalarda bazı dinî grupların silâhlandığı iddiası da dile getirildi. Silâhlanma ile dinî bir grubun ilişkilendirilmesi cemaatlerin varlık sebebi açısından kabul edilebilir mi? Bu bağlamda dinî gruplar ve radikalleşmenin boyutlarını sosyolojik açıdan değerlendirebilir misiniz?” sorularına cevap verdi. 

Kavramsal ve tarihsel olarak cemaat kavramıyla birlikte İslâm tarihi süreci içinde tarikatların ve mezheplerin önemli bir toplumsal olgunun sonucu olarak ortaya çıktığını ifade eden Özkul, insanoğlunun mizaç olarak bireysel farklılıklarının, farklı coğrafya ve kültürlerde, farklı tarihsel birikime sahip olmalarıyla birlikte hayata ve dine bakış ve yorumlarının farklılığının bu sonucu doğurduğunu ifade etti. Dinin tek olmakla birlikte bunların toplumsallaşması aşamasında farklı ihtiyaçların ve yorumların ortaya çıktığını, yine toplumsal bir ihtiyaç olarak tarikatların doğduğunu ve yaygınlaştığını belirten Özkul, cemaat kavramının ise 19. Yüzyıldan itibaren kullanılan modern dönemlerin bir kavramı olduğunu belirtti. Mezhebin gidilen bir yol, doktrin anlamını taşıdığını ifade eden Özkul, tarikatların daha manevî kalbî bağlamda özel bir hedef etrafında toplanan gruplar olduğunu söyledi. 

Özkul, kendisine yöneltilen sorular ışığında tarikatların ve cemaatlerin devletle ilişkisi ve günümüzdeki problemleri bağlamında sözlerini şöyle sürdürdü: “Tarikatların ilk ortaya çıktığı dönemlerde onların devletle ilişkisi devlete katkı sağlamak ve devletin inkişafına yardım bakımından çok olumlu iken daha sonra tarikatların hedeflerini farklılaştırması, devletin de onları çeşitli sebeplerle tehdit olarak görmesi yüzünden çatışmacı bir zemine taşınmıştır. O sebeple, burada tarikatların hedeflerinin ne olduğunun ortaya konulması, buna bağlı olarak da cemaatlerin de hedeflerinin ne olduğunun ortaya konulması gerekir. 

Tarikatların hedefi kendi mensubu olan fertlerin manevî, ahlâkî ve dinî yaşayış açısından birbirlerini koruma ve geliştirme amacını taşımaktadır, Siyasî bir hedefleri yoktur, olmamalıdır da. İbn Haldun’un da değindiği şekilde her bir topluluğun sekülerleşme tehlikesi söz konusudur. Öncelikle tarikatların amacı uhrevî olmakla birlikte daha sonra devlet adamlarının da toplum ile olan ilişkilerini ve etkilerini kendileri için bir desteğe dönüştürme amacından dolayı siyasallaşmaktadırlar. Burada devletle ilişkiler bağlamında temel problem, tarikatların temel dinî, uhrevî olan hedeflerinin yerine ekonomik ya da politik olan hedefler edinmeleri, devlet kurumlarına kendileri için menfaat temin etmek amacıyla kendi adamlarını yerleştirme gibi bir amaç taşımaları ve böyle bir amaca yönelmeleridir. Tarikatların görmüş olduğu görevi bugün cemaatler yerine getirmektedir. Cumhuriyetle birlikte çıkarılan kanunlardan dolayı, tekke ve zaviyelerin kapatılması vs. sebebiyle sosyolojik anlamda bir boşluk oluştu. Bu boşluğu Bediüzzaman önemli bir içtihatla, cemaat kavramı ile doldurdu. Toplumun devletin çizdiği din yorumlarıyla sınırlandırılması bütün toplumsal guruplar için eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur ve bu aykırılık çeşitli problemleri beraberinde getirmiştir. 

Cumhuriyetle birlikte seküler devlet algısından dolayı din ile ilgili bütün kavramlar ve kurumlar ilerlemenin önünde engel olarak görülen bir yorumla pasifize edilmesi gereken unsurlar olarak görüldü. O sebeple toplumun dinle ilgili ihtiyacını karşılayabilecek boşluğun doldurulması gerekmektedir ki Şerif Mardin Said Nursî’nin Türkiye’deki başarısının buna bağlı olduğunu söyler. Nursî hem devletin yapısını iyi kavramış, problemleri iyi tesbit etmiş, hem de dinin problemlerini iyi çözümledikten sonra toplumsal gerçekliği fark ederek bu boşluğu doldurmuştur. Cemaat kavramı Sanayi Devrimi’nin zorunlu bir kavramı olarak ortaya çıkıyor. Said Nursî’nin önemi, sanayileşme dönemindeki yapının Türkiye’de nasıl bir ihtiyacı karşılayacağını görmüş olmasıdır. 

Cemaatlerin hedeflerini Tonnies şöyle ortaya koyuyor: Duygudaşlık, aynı duyguya ve hedeflere sahip olan insanların bir araya gelmesi. İkincisi ilişkilerin yüz yüze birbirlerini görerek gerçekleşmesi, üçüncüsü de bütünleşmiş bir yapı arz etmiş olması ve bu anlamda biz duygusunun önem kazanması. Oysa modern toplumlarda ben duygusu önemlidir, fert önemlidir. Modern toplumlarda biz duygusuyla insanların bir araya gelebilmesi çok önemlidir. Bu dinî değerlerle destekleniyorsa ki cemaat zaten aynı hedef etrafında insanların toplanmasını ifade etmektedir. 

Cemaat kavramı İslâm’ın temel kavramlarından biridir. Onun yerine kurumsal olarak mezhep ve tarikat gibi kavramlar tarih boyunca kullanılmıştır. Said Nursî ile bu kavram yeni bir boyut kazanmıştır. 

Tarikatlarda, devletteki gibi hiyerarşik bir yapı söz  konusudur. Devlette de hiyerarşik, dikey bir yapı söz konusudur. Cemaatlerde ise demokratik bir ilişki biçimi olan yatay ilişki söz konusudur. Bediüzzaman’ın mesleğimizde şeyh mürid ilişkisi yoktur, bağlamındaki sözü bu anlamda çok önemlidir. Kardeşlik ilişkisi de öyledir. Muhabbet kavramını Bediüzzaman’ın öne çıkarması çok önemlidir.  

Bu bağlamda Bediüzzaman’ın “Mesleğimiz haliliye olduğundan meşrebimiz hıllettir” ifadesi bu bize çok önemli bir prensibi ortaya koyuyor. 

Meşrebin hıllet olması, bu bütün insanlara yönelik dinî bir hakikati savunmak anlamını taşıyan, insanın karakterini ifade eden, yapısına göre cemaat kavramının bütünleştirici olmasına işaret eder. 

Devletle ilişkiler bağlamında şunları söylemek mümkündür: Devlet yapısı içinde bütün cemaatler ya da seküler olan bütün gruplara karşı demokratik ve âdil olarak davranmalıdır. Devlet bunlara esnek yapısı içinde âdil olmalı, cemaatler de devletle ilişkilerinde kendi hedeflerinden sapmaksızın devletle ilişkilerini düzenlemelidirler. Devletin erki, kendi içinde paralel bir devlet yapısını kabul etmez, kendi içinde ayrı bir mekanizma oluşturma çalışması tehdit olarak algılanır. Esasında ‘cemaatlerin kökünün kazınması’ gibi iddialar da bundan kaynaklanıyor. Mesele buradan kaynaklanmaktadır. Cemaatin aslında hedefinden sapıp Batı felsefesinin çatışmacı prensibinin de etkisiyle devletle kendisini karşı karşıya konumlandırmasından kaynaklanıyor. Burada cemaat yapısının içinden kaynaklanan problemler olduğu gibi devleti temsil eden ya da uygulayan devletin içindeki bir takım yapılanmalardan da kaynaklanan problemler söz konusudur. Devletin içindeki bazı ideolojik guruplar, kendi ideolojileri çerçevesinde devleti tanımlayarak, kendi ideolojilerine tehdit olarak gördükleri bu cemaat yapılarını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir tutum sergiliyorlar. Bu durum, devleti içerden ele geçirmek, devletin bürokratik kurumlarını kendi fertleriyle donatarak onun temel felsefesini dikey olarak değiştirerek devleti yeni bir yapıya büründürme gibi bir iddiaya karşılık geliyor. 

Cemaatî yapıların sosyolojik anlamdan ortadan kaldırılmasına imkân yok, çünkü bunlar sosyolojik ihtiyaçtırlar. İnsanlar ihtiyaçları doğrultusunda bu guruplara katılmaktadırlar. Bu mevcut olan cemaatler dağıtılacak olsa, başka yapılar bunların yerini dolduracaktır. Bunlar da daha radikal, kontrolü daha zor gruplar olabilir. Dolayısıyla cemaatleri devleti tehdit eden yapılar olarak görme alışkanlığından vazgeçilmesi, dini yapıların da kendi vazifelerine yönelmesi bu çatışmanın sona erdirilmesi açısından en doğru olanıdır. 

Türkiye’deki temel problemlerden birisi, bazı cemaat ya da grupların neden devleti ele geçirmek gibi bir hedefe sahip olduklarının sorgulanmamasıdır. Bunun altında yatan temel sebeplerden birisi, kendini devletle özdeşleştirmiş olan daha küçük ideolojik yapıların kendilerini devlet yerine koyup tamamiyle kendi ideolojileri doğrultusunda bütün toplumsal grupları kendilerine göre dönüştürme hedeflerinden kaynaklanıyor. Bunu gerçekleştirmek için de sosyolojik anlamda mühendislik faaliyetleri gerçekleştiriliyor. Bunlar tarafından cemaatler manipüle ediliyor, onların dünyevileşmesi teşvik ediliyor ya da siyasal partilerle ilişki kurmaları teşvik ediliyor. Bütün bu ilişki biçimleri -tırnak içinde- sınırları aştıkları zaman da tepelerine binmek için bir araç olarak kullanılıyor. Bugünü anlamak için Cumhuriyet tarihinde bunun örneklerini görmek mümkündür. Meselâ Şeyh Said isyanı, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bir Kürt hareketi olarak nitelendirilerek toplumsal yapıyı bozacak tarzda hareketlere girişildi. Bu isyanla ilişkilendirilerek toplumla bütünleşmiş olan, toplum açısından son derece olan kişiler, şeyhler sürgün ya da idam ile cezalandırıldı. Bu sosyolojik yapının bozulmasına yol açtı, onun yerine başka gruplar entegre edildi ve günümüzde yaşadığımız terör noktasındaki problemler baş gösterdi. Menemen vak’ası da böyledir. Bir manipülasyonla Türkiye’deki bütün dindar insanların anlayışları tehdit olarak görülmüş ve bu tarih boyunca da kullanılmıştır. Son zamanlarda yaşanan da biraz budur. Biraz önce yaptığımız tanımlamaya göre aslında cemaat olmayan, cemiyetleşmiş, resmî, siyasî bir yapıya bürünmüş olan grubun darbe teşebbüsü üzerinden de Türkiye’deki cemaatlerin tehdit olarak algılanması ve onların kökünün kazınması gibi bir iddia ortaya atıldı. Tarihi örneklerinde olduğu gibi yaşananlar cemaatler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıldı.  

Türkiye’deki aklı başındaki, sağ duyulu insanlar tarihi örneklerinde olduğu gibi bunun da bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığının farkındadırlar. Ne yazık ki, ideolojik hedefleri güden bir takım ideolojik zümreler kendi hedefleri doğrultusunda devlet erkini cemaatlerin üzerine kışkırtmaktadırlar. Türkiye’de sosyolojik olarak böyle bir tehlikenin olmadığı bilinmektedir, ama böyle bir kaygı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bunlar, bulanık suda balık avlamak kabilinden puslu havayı kullanmaktadırlar. Bu noktada spekülatif bilgilerle hareket edilmemelidir. 

Türkiye’deki cemaat yapılarının da bunun farkında olması lâzım. Türkiye’deki devlet yapısı cemaatleri iyi bilmektedir. Devlet bununla ilgili yeterli bilgiye, belgeye sahiptir. Bununla ilgili bir kaygıya girmesine de gerek yoktur. 

Cemaatlerin devletle ilişkisi konusunda şunları da ekleyebiliriz: Temelde devlet, her şeyden önce pragmatik bir yapıdır. Toplumun bütün fertlerinin ortak paydada muhafazasında çalışır. Cemaatin ise sadece kendi grubu vardır. Buradaki muhafaza; devlet dünyevî açıdan insanların refahını temine çalışır, hukukî açıdan âdil biçimde insanların birbirlerine karşı davranışlarını kurgular, siyasî ilişkiler açısından liyakati esas alır. Cemaat ise kendi bünyesindeki insanların uhrevî açıdan korunması ve gelişmesi için vardır. Cemaatler bu amacı bırakıp başka grupların ya da devletin görevleri ile kendisini görevli görmeye çalışması, siyasî bir amaçla iktidara talip olması ya da bürokrasiyi kullanarak devletin içinden devleti ele geçirmek gibi hedefin içersine girmesi çok yanlıştır ve bu hedefinden şaşmayı ifade etmektedir. Bu da kendini devlet yerine koymak anlamına gelir. O zaman bir çatışma kaçınılmazdır.  

“Cemaatler nereye kadar tolere edilmelidir, cemaatler de nereye kadar devletle ilişkisini sürdürmeli, nereden sonra durmalıdır?” gibi soruların cevabını devlet ve cemaatlerle ilgili gerçekliklerden hareketle cevaplayabiliriz. İnsanın sınırsız hedefleri ve arzuları vardır. Uhrevî hedeflerle birlikte dünyevî hedefler de söz konusudur. Bu hedefler ahlâkî ya da hukukî kuralları aşarak gerçekleştirme çabası doğru değildir. Devleti temsil edenler de güçlerini nereye kadar kullanmalıdır sorusu da bu bağlamdadır. Bütün bu ilişkiler ortak bir hukuk anlayışı ve sistemi ile düzenlenebilir ve hukukun güçlendirilmesiyle bu tür problemler ortadan kaldırılabilir; seçkin ve elitist bir zümrenin belirlediği hukukî yapıyla değil.” 

Programın ikinci bölümünde Bediüzzaman’ın önümüzdeki yüzyılın önceki çağlardan sosyolojik olarak farklı olacağını öngördüğünü ve buna uygun bir sistem kurduğunu söyleyen Osman Özkul sözlerini şöyle devam ettirdi: “Bediüzzaman gelecekle ilgili bir tarih felsefesi yaklaşımı ortaya koyarken geleceğin insanlarının zihinlerinin daha hür olacağını, ufuklarının daha geniş olacağını hatırlatır. Bunu dikkate almak gerekiyor. Mevcut olan yapıların kendilerini olduğu gibi muhafaza etmesi mümkün olmayacaktır. Dünya sürekli değiştiğine göre insanların zihinleriyle birlikte beklentileri de değişecektir. Pandemi süreci de bunu ciddî bir şekilde bize hatırlattı. Gelenekselleşmiş klâsik eğitim ve iletişim biçimleri yerine radikal biçimde yeni bir eğitim ve iletişim biçimleri kurmak gerektiğini bize gösterdi. Cemaatlerin geleceği ile ilgili de bunu söyleyebiliriz. Öncelikle gelecekteki nesillerin nitelikleri, yetenekleri, bakış açıları ve dünyanın globalizasyonu açısından bir seyyaliyet ve akışkanlık  söz konusu. Bu seyyaliyet bilhassa kültürel, coğrafî ve bilgi anlamındadır. 

Bu bağlamda tarikatların ya da cemaatlerin yorumlarını, düşüncelerini indirgemeci olmaktan, sınırlandırmacı içe kapanık olmaktan çıkarıp daha geniş ve esnek tutmaları gerekiyor. Bazı cemaatlerin yalnızca kendilerini fırka-i naciye olarak görmeleri de en büyük problemlerden biridir. Bu ilahiyatçılar tarafından ele alınmalı ve yorumlanmalıdır. 

Bediüzzaman’ın yorumundan yararlanarak şöyle bir yorumda bulunmak istiyorum: Nasıl ki Allah’ın isim ve sıfatları bir hakikate dayanır; ama vahidiyetin gereği bunlar bir insanda farklı biçimlerde yansır, insanların yeteneklerine göre farklı yansımalar görürüz. Cemaati yapılar da kendilerini tek kurtuluş yolu olarak yorumlamalarından vazgeçmelidirler. Cemaat toparlayıcı bir kavram, dolayısıyla cemaat yorumlarının kuşatıcı olması gerekiyor. Günümüzde çok farklı yerlerde, farklı birikimlere sahip insanlara muhatap olduğumuzu dikkate alarak yaklaşmak gerekiyor. Bunun için de örnek olarak Risale-i Nur Cemaati kavramı çok önemlidir. Risale-i Nur Cemaati kendi içindeki meşrep farklılıklarını cemaat olarak tanımlamaktan çıkmalıdır. Risale-i Nur sistemini benimsemiş olanların hepsi cemaattir. Farklılıklar karakterler, duygular ya da yorumlamalarla ilgili farklılıktan kaynaklanır. Bu farklılıkları cemaatin bütünlüğünü ortadan kaldırmaya yönelik tartışılır hale getirmemeli. Çünkü bütün Türkiye’yi düşünürsek, bütün tarikatların ve cemaatlerin hakem anlamında böyle bir örneğe de ihtiyacı var. Son olarak daha geniş perspektifte ise bütün dünyadaki Müslümanların Türkiye’ye baktığını görüyoruz. Türkiye çok önemli bir nazar altındadır. Batı dünyası açısından da böyledir. Son yıllarda ‘Doğu-Batı çatışmacı perspektifi’ altında yatan sebep bu indirgemeci yaklaşım biçimidir. Kur’ân bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir, sadece Müslümanlara değil. Müslümanların vazifesi de bu konuda bir ayna olmaktır. Bu görevi yerine getirmeye çalışırlarsa Batı’daki İslâm karşıtlığı da, ideolojik anlamda bir çatışma olgusu da ortadan kalkacaktır.

Okunma Sayısı: 4634
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı