"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Ajanda veya sürgündeki güzelliklerimiz

15 Ocak 2011, Cumartesi
Bir yıla yaklaşıyor, devlete ait bir diş hastanesine eşimin dişlerini tedavi için gidip geliyoruz. Nihayet tedâvinin sonuna geldiğimizde, hastanedeki teknik kişi: “Sizin tedaviniz bitti, ölçülerinizi aldık. Dişleriniz haftaya takılacak. Biz sizi telefonla çağıracağız, ajandamıza notumuzu aldık’’ dediler. Biz de: “Bir yıla yakındır gidip geliyoruz. Ama mutlu sona yaklaştık. İnşallah haftaya dişimiz takılır’’ diye sevinerek evimize döndük.
Bir hafta geçti aramadılar. “Olsun bir haftanın ne önemi var, koridorlar bizim gibi garibanla dolu. Onların işi görülüyordur’’ diye düşündük. Ertesi hafta yine haber gelmedi. Üçüncü hafta tedavi olduğumuz kliniğe giderek hatırlatma yaptım.
Bir bayan biraz da üst perdeden:
“Beyefendi çağıracağız merak etmeyin” dedi.
Ben: “Bir telefon verin, hiç değilse soralım. Uzaktan geliyoruz’’ dediğimde:
“Telefon veremiyoruz, biz çağırırız” cevabını aldım.
Daha sonraki haftalarda da çağırmadılar.
Tabiî olarak bu arada bizim, bilhassa hanımın sabrı taştı. Kalktık hastaneye gittik. Hanım önüne geleni kelimenin tam anlamıyla haşladı.
Görevliler ihmallerini ancak anlamış olmalılar ki özür dileme nezaketinin dışında her türlü mahcubiyet tepkisini gösterdiler.
Ajanda: Latince ajan kelimesinden türetilmiş Fransızca bir kelimedir.
Ajan; gizli, saklı, sır bilgileri düşman grubu adına toplayan kimsedir.
Bugünkü kullanımıyla ajanda: Gündemi aksatmamak için, mutlaka yapılması gerekenlerin kaydedildiği her güne bir yaprak ayrılmış olan takvimli not defteridir.
Kurallı yaşamayı kendisine prensip edinmiş kimselerle, başarılı olmaya karar vermiş, kurumsallaşma hedefi olan birimlerin günlük hayatta kullandıkları defter de denilebilir.
Demek ajanda öyle yararlı bir icat ki, kişiler de, kurumlar da kullanmaya karar vermişler. Bu sebeple ajanda benimsenmiş bir teknik, daha büyük başarı, icat ve keşifleri bulma metodu, yolu, yordamı, usûlü anlamı kazanmıştır.
Ferdi olarak kimler ajandalarına önem verirler bilmem, ama kurum olarak ajandayı en yararlı kullananların askerler olduğunu biliyorum.     
Son yüzyıllık tarihimizde batıdan birçok zararlı gelenek ve görenekleri, okuluna giderken bir şekerleme karşılığında elif cüzünü veren çocuk misali sormadan, sorgulamadan aldık. Faydalı olan teknik ve teknolojiyi ise yine hemen alarak, israf derecesinde kullanmaya başladık.
Bunlardan ajanda kullanımı da aldığımız çok faydalı bir buluş ve teknik olduğuna inanıyorum. Ancak biz onu da işlevsiz hale getirdik. Evlerimizde bir yığın kullanılmayan ajandalar olduğu gibi, kullanılanlar da amacına uygun değil.
Bendeniz kişileri veya kurumları güvenilir yapan sırrın, muhataplarına değer vermeleri, sözlerinde durmaları, randevularına titizlikle uymaları olarak biliyorum.
Bu anlayış kanunî müeyyidelerle asla yerleşmez. Bu anlayış, bir inanç, bir felsefe olarak her ferde, her vatandaşa yerleşmedikçe kalkınmanın ne ihtimali ne de önemi vardır. Toplum, dışı sağlam, içi kurtlu bir meyveye benzer. Bugün olduğu gibi...
Ajanda tekniği, işine önem verme anlayışıdır. Batının planlı, projeli iş yaparak maddeten kalkınmasının temelini oluşturmaktadır.
Ajanda bir kişinin bugün ne yapacağını planlaması, bir kurumun ise işine sahip çıkmasının belirtisidir. Ajandasız bir kişi veya kurum asla ideallerine ulaşamaz.
Bu anlamda ajanda illa da “bir not defteri’’ demek değildir.
Bir süreden beri bizim zihin ajandamız boşaltılmış. Onu çoktandır kullanmadığımız için lüks ajandalar bir işe yaramıyor. Onlara alınan notlar anlamsız kalıyor.
Kendimizin öğrenmek istemediği bir işi, cansız varlık olan bir deftere nasıl öğretebiliriz?
Aslında bizim zihin ajandamızda o kadar muhteşem notlar var ki;
“Efendimiz (asm) gençlik yıllarında, bir keresinde arkadaşı ile buluşmak için sözleşmişlerdi. Ancak arkadaşının verdiği sözü unutarak buluşma yerine gelmemesine karşılık O, buluşulacak yerde üç gün arkadaşının gelmesini beklemişti. İnanılması zor ama gerçek. Efendimizin (asm) kendisini üç gün beklediğini öğrenen arkadaşı, yaptığı davranış yanlışlığından dolayı Ondan özür dilemiş, O da sadece, beni çok beklettin’’ demişti. (Siyer-i Nebevî)
Efendimiz (asm) kızmadı, köpürmedi, darılmadı, fakat muhatabının kalbine öyle bir tohum attı ki, o tohum kökü 1400 yıl öncesinde, dalları kıyamete kadar meyvelerini uzatan bir “İnsanlık ağacı’’ oldu.
Fakat merhum Âkif sözünde durmayan, randevusuna gelmeyen arkadaşına Efendimiz (asm) kadar müsamahalı olmamış; “seninle dostluk olmaz’’ diyerek irtibatını kesmiştir. Belki insanlar arasında güzelliklerin yaşaması adına böyle sert davranarak o da (kısasın hikmeti misali) bizlere kalıcı bir ders vermiştir.
İslâm’ın ilk yıllarında muallakat-ı seb’a sahibi şâir Lebid Kâbe nin çevresinde kurulu Ukaz panayırında çadırında, yine şâire kızı ile istirahat ediyordu. Dışarıdan genç Müslüman’lardan birisinin okuduğu; “Sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ol!’’ (Hûd Sûresi, 112) âyet-i Celile’sini işitince hemen secdeye gitti. Kızı telâşlı bir vaziyette, heyecanla sordu.
“Baba Müslüman mı oldun?’’
‘‘Hayır kızım, Şu duyduğum sözün (Allah kelâmının) belâgatına, edebîliğine secde ettim’’ dedi.
Hakikat de bu değil mi? Tarih boyunca doğruluk ve dürüstlük gibi destansı davranışlar karşısında eğilmeyen bir baş, titremeyen bir kalp düşünülebilir mi?
Efendimizin (asm) şu sözü de oldukça edebî ve anlamlıdır: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol.’’ Bu sözde; Allah a inandım diyen her insanın kesinlikle doğru olması emrediliyor. Zirâ, Allah’a imanla doğruluk eylemi aynı cümlede geçmektedir.
Şunlar, şu yılbaşı günlerinde topladığımız ajandalarımıza bir yıl boyunca yazamadığımız ve hâlâ gündemimizde olmayan, bir asırdan beri sürgüne gönderdiğimiz güzelliklerin listesi midir, acaba?
İnsana değer verme, sözünde durma, aldatmama, ahde vefâ, herkesi nefsin gibi bilme, toplumu ailemiz gibi kabul etme, işine özen gösterme, doğru konuşma, âdil, müşfik olma, ayırım yapmama, kısacası Osmanlıca ifadesiyle “Efendi, Beyefendi’’ olma, gibi erdemleri hâlâ lüks ajandalarımıza yazamayacak mıyız, ne dersiniz?
Ey bir asra yakındır sürgünde olan efendiliğimiz!
Sen ne zaman ve hangi yılda yurduma döneceksin? Seni hep Avrupalarda, İngilterelerde, Amerikalarda mı göreceğiz? Ne zaman gerçek vatanına, doğuya geleceksin? Bizi hasret bıraktığın yetmez mi?
Seni sürgün ettiğimiz diyarlardan vatanına döndürmek için, hangi Avrupa Birliği uyum yasalarını çıkarmamız gerekiyor, lütfen söyler misin?
Yokluğun uzadıkça asıl biz kendimizi sürgünde hissediyoruz.
Ne olur tez gel!..
 
MUHSİN DURAN
Okunma Sayısı: 880
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı