Tanzimat Döneminin yetenekli, yenilikçi, cevval devlet adamı Keçecizade Mehmet Fuat Paşa nüktedan ve hazırcevap kişiliği ile de hem siyasî tarihimizin hem de edebiyatımızın renkli simalarından biridir. Şair ve âlim bir baba—Keçecizade İzzet Molla—ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa soyundan gelen bir annenin evlâdı olmanın verdiği avantaj ve kültürel donanımı, zekâ ve kabiliyeti ile yoğurmayı bilmiş, tıp tahsili almış olmasına rağmen entelektüel yapısı ve vizyonunun tabiî sevkiyle asıl kariyerini siyaset sahasında yapmış ve yabancı devletlerin hasta adam yakıştırmasıyla hafife aldıkları ve er geç ellerine düşecek anı tetikte beklediği bir hengâmda işin başına geçerek; yaralarına neşter vurmak ve tedavi etmek yolunu tutmuştur.
Sultan Abdülaziz döneminde 2 kez başbakanlık ve beş kez de Hariciye Nazırlığı yani Dışişleri Bakanlığı görevlerini uhdesinde bulundurmuş olan Paşa’nın hizmet yelpazesinin idare, eğitim, askeriye, imar ve bayındırlık gibi alanlara yayılmış olması; bir yönüyle onun uzak görüşlü ve enerjik yapısını ortaya koyarken asıl mânâda devletin Avrupa karşısında geri kaldığını kabullenişin ve tıkanan sistemin ve kurumların acil olarak ıslâh edilmesine duyulan mecburiyetin gayretleri olarak tezahür eder.
Galatasaray Lisesi’nin kurucularından olması, Boğaziçi deniz taşımacılığının atası ve Türk klâsiklerinin mekân kurgularında önemli bir yere sahip olan Şirket-i Hayriye vapurlarının işletmeye açılması ve hatta Suhulet ve Sahilbent adlı iki gemi ile Üsküdar-Kabataş arası araba vapur seferlerini başlatmış ve bunun sadece bizde değil dünyada bir ilk olması onun pek az kişi tarafından bilinen hizmetleri arasında sayılanları.
Fakat Paşa’nın her halde herkesçe bilinen ve teslim edilen asıl vasfı; bir diplomasi kurdu ve hazırcevap ve nüktedan oluşunun tabiî sonucu olarak tarihe geçen sözleriyle devletin izzetini Avrupa karşısında korumuş olduğudur. Süveyş Kanalı’nın açılması ve Girit’in Yunanistan’a verilmesi konusunda Avrupa liderleri nezdinde yapılan bir toplantı sırasında; Avrupa’nın hakim gücünün İngiltere, Fransa yoksa Rusya mı olduğuna dair yapılan münakaşayı ve bu konuda çeşitli mülâhazaların öne sürülmesini sabırla dinleyen paşa en nihayet dayanamayarak: “Avrupa’nın en kuvvetli devleti Osmanlıdır. Zira üç yüz yıldır siz dışarıdan biz içerden yıkmaya çalışıyoruz da bir türlü muvaffak olamıyoruz” diyerek taşı gediğine koymasını bilmiştir. Çar Nikola’nın meşhur hasta adam tezini ise mesleği olan hekimlik dilince bakınız nasıl karşı koyarak çürütmeye çalışacaktır: “Ben Osmanlı Devletini, Çar Hazretlerinden daha iyi tanırım. Her tarafını vurdum dinledim. İçli dışlı muayene ettim ve şu hakikate vardım ki; Osmanlı’nın bünyesi çok sağlamdır. Uzuvlarında bir hastalık yoktur, ancak bir cilt hastalığına tutulmuştur. Çabuk iyileşmesi için vücuduna sürülecek kükürt yok.”
Her ne kadar böyle dese ve belki de o zaman için haklı gibi görülse de, zaman içinde hastalığın bünyeye de sirayet ettiğini paşanın iyimserliğine rağmen tarih bize göstermiştir. Belki de onun kadar dirayet sahibi kişilerin yönetimde az bulunmasından ve asıl iyiliğin Avrupaî gelişmelere ayak uydurmaktan değil özden kopuşun önünü almaktan geçtiğini es geçen bir ferasetten yoksun olunuştan mı? Her ikisi ve bundan daha fazla nedenler mi? Bu da ayrı bir yazı konusu olmaya nazır diyerek biz asıl konumuza geri dönelim.
İşte böyle vasıfları haiz bir şahsiyet sadece bizde değil yabancılar tarafından da merakla takip edilir ve onun meclisinde bulunmaktan her kesimden insan mutluluk duyarmış.
Paşa’nın özel alanı olan haremine girme imkânı bulan dönemin Fransız elçilik ailesinin maiyetinde payitahtta bulunan Barones Durand de Fontmagne adlı hanım bunlardan biri. Paşanın evine yaptıkları ziyaretten edindiği intibaların satır aralarında yakaladığımız ayrıntılar Batılıların merakını gidermekten öte bizim için de ilgi çekiciliğini koruyor. Çünkü Türk Haremi zamanın terbiyesi icabı zaten bizim yazarlarımız tarafından mevzubahis edilmeyecek kadar mahrem tutulduğu için bu konuda önyargılı ve çok meraklı olan yabancı gözlemler bir o kadar önem kazanıyor:
“Fuat Paşa’nın dâvetini kabul ederek Mme Thovenel ile dün öğleden sonra Paşa’nın Asya kıyısındaki yazlık evine gittik. Bizim kayığımız yaklaştığı zaman bir kapının sürgüsü açıldı. Bunun ardında bulunan ikinci kapı manastırlardaki gibi iç bahçenin dışarıdan görülmesine engel olan paravana benziyordu. İkinci kapının ardında Fuad Paşa’nın hanımı ile yalıdaki diğer hanımlar vardı. Fuad Paşa tam anlamıyla Türk olduğu halde poligamiyi uygulamıyordu. Ufak tefek endamıyla zarif görünüşlü bir hanım olan Fuad Paşa’nın eşi otuz beş yaşlarında görünüyordu. Evin hanımı nazik bir el hareketiyle bizi evine dâvet etti… Boğaz kıyılarında bulunan bütün yalıların hepsi hemen hemen aynı model. Denizin havası ve manzarası onlara neşe ve sevinç getiriyor. Sanki yalnızca rüya ve mutluluk için yapılmış gibi geliyor...
“Bir süre sonra Fuat Paşa da geldi. Bizimle aynı sofraya oturmak nezaketini gösterdi. Onun gelişiyle sohbet farklı bir havaya büründü. Türk sofrasını baştan anlatmayacağım. Hepsi birbirine benziyor. Ama ilk olarak evin hanımı bize hizmet ediyordu. Fuad Paşa’nın hanımının yüzüklerle süslü ve narin elleriyle tavuğu parçalayarak zarif hareketlerle bize ikram edişini unutamıyorum. Yemekler arka arkaya çeşit çeşit geliyordu. Fuat Paşa doyduğumuzu anlayınca bir el işaretiyle yemek getiren hizmetkârları geri gönderdi. Bu ülkede her şey sessizce ve çok sakin hallediliyor. Yemekten sonra yanımıza gelen genç kadını Fuad Paşa bizlere takdim etti. Bu hanım gelinimdir. Aslen Çerkes’tir. Oğlumuzla evlendirmek için alıp yetiştirdik. Görüyorsunuz bizim kölelik anlayışımız sizinkinden çok farklı!
(Muhatabının sosyal sınıf farkları, yönetimden halka inen baskı ve adaletsizlik, cemiyeti kasıp kavuran sefalet ve sefahatin en nihayetinde 1789 ihtilâl-i kebîrini netice verdiği bir ülkenin vatandaşı olarak bu cümledeki gerçeği ve iki cemiyet arasında bu konudaki uçurumu lâyıkıyla idrak ettiği ve inkâra da güç yetiremediği bir o kadar açıktır. Kendi halkını iktisadî ve ırkî açıdan tabakalara ayıran bu zihniyetin sömürge hâline getirdiği memleket halkına yaptıkları zulümler kıyas bile kabul etmeyecektir. Sizin başbakanınız bir sömürge mensubunun kızını kendine eş, oğluna gelin yapar mı? Veya yine o müstemleke halkından birini devletin çeşitli kademelerine yükselterek Fransa’yı idare etme yetkisini eline verebilir mi? İşte biz bunları yaparız ve yapmışızdır demektir bu cümlenin açılımı. Hal ve kal diliyle İslâm’ın Batı telâkkileri karşısında üstünlüğünü böyle veciz ve beliğ bir şekilde ifade etmiştir.)
“Kayınpederi kendisinden bahsederken ya da kendisiyle konuşurken genç kadın zarif bir hareketle başını öbür yana çeviriyordu. Zira bu ülkede bir kadının yüzünün alt bölümünü kocasından başka bir erkeğe göstermesine izin verilmiyor. İsmi Gülbiz olan genç kadın İstanbul’da güzelliği ve zarafetiyle ün yapmıştı. Fuad Paşa’nın hareminde bir cariye daha vardı. Bu da oniki, onüç yaşlarında peri kızı kadar güzel, prensesler gibi süslü, bir imparatoriçe kızı gibi gururlu bir Çerkes kızıydı. Saçları arasında pırlanta bir taç vardı. Bize bir göründü, bir kayboldu. Ama bu kadar zamanda; mensup olduğu ırkın kadın güzelliğini bütünüyle taşıdığını görmemize yetti… Şüphesiz bu taze güzel, kendini bekleyen parlak istikbalden haberdardı.”
Görüldüğü üzere mensup oldukları dinin ve Osmanlıya muarızlığın asırlardır tevarüs ettirdiği önyargıların tesiri altında olmalarına rağmen sağduyulu ve objektif tahlillerde bulunan devrin bir yabancı gözlemcisinin bakış açısından daha önyargılı ve bilgisiz olduğumuzu bu satırlar bir kez daha isbat etmiyor mu? Fransız yanlısı bir politika güden, yabancı hanımlarla aynı sofrada yemek yiyebilen bugünkü tabirle çağdaş ve modern(!) bir devlet adamının evinde cariye ve kölelerin varlığının hizmetkârlık, gelin veya evlâtlık mesabesinde olduğu ve bunun Türk aile yapısında merhamete dayalı bir himaye sisteminin günlük hayatın ayrılmaz ve tabiî bir parçası anlamına geldiğini görmek için bizim de meseleye Batılıların onayından geçmesine muhtaç olarak bakmamız mı icap ediyor?
Yabancı devletlerin bitmek bilmez husûmetleri ve iç karışıklıkların siyaseten zayıf düşürdüğü—mahvolduk bittik—denilen bu dönemlerde Batı karşısındaki kompleksin giderek dil ve yaşantı tarzında bir Avrupaîleşme meydana getirdiği demlerde bile sarsılmaz ve sağlam bir aile ve cemiyet yapısına sahip olduğumuzu…
Ve haremin bütün bu özellikleriyle aslında cemiyetin bir nev’î “iffet sigortası” vasfını yüklendiğini aksini iddia edenlerin inadına ziyaret dönüşünde mezkûr yazar o gün için günlüğüne; buradan bakılınca ise tarihe kaydediyor: “Ülkenin asırlık gelenekleri ve dinî hükümleri her seviyedeki kadını koruduğu için Türkiye’de ne iğfal edilmiş kız, ne sokakta bulunmuş çocuk, ne düello ne de intihar var. Haklı olduğundan emin olan herhangi bir kadın elinde taş ve sopayla bir nazırı kovalayabilir. Karısını döven nüfuzlu bir erkek küçük bir işaretle bütün mahalleyi karşısında buluverir. Görüp işittiklerimin hepsini yazacak olsam harem konusu bitmek bilmez…” (Kırım Harbi Sonrasında İstanbul - Durand De Fontmagne – Tercüman 1001 temel eser)
ZEYNEP ÇAKIR
[email protected]