"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Halûk ve Âsim

27 Mart 2011, Pazar
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Mart ayının gündemi, “İstiklâl Marşı”nın kabulü ve “Çanakkale Zaferi” dolayısıyla kadirbilirlilik olarak Mehmed Akif merhumdan bahsedilmesidir.

Bu güzel insana bir vefa olsun diye bir şeyler karalamak niyetiyle kaleme sarılmadan önce küçük bir araştırmaya yöneldiğimde, karşıma onun muasırı, felsefî anlamda ise muhalifi “Servet-i Fünûn” edebiyatının öncülerinden Tevfik Fikret çıktı. O dönemin, Osmanlı’nın yıkılışa hazırlık-inkıraz dönemi olmasına rağmen şâir, yazar ve mütefekkirlerinin ne kadar faal, cevval, gayretli, idealist, fedakâr olduklarını gördüm.
Kendimce; “Demek ki, zor dönemlerin insanları güçlü oluyor” dedim.
Tevfik Fikret ve Mehmed Akif yan yana getirildiğinde; her ikisinin de bu millet için ulaşılmaz hayalleri olduğunu görüyoruz.
Bu milletin mutlu olması, devletin o günkü buhrandan kurtulması için yapmak istedikleri göz önüne getirildiğinde, güneşin varlıklara hayat veren ışınları kadar millete faydalı olmaya çalıştıklarını görüyoruz.
İkisinin de bu millet için fevkalâde söylemleri, eylemleri olmuş. Bunları kendilerince sembolleştirerek gelecek asırlara da notlar bırakmışlar.
Tevfik Fikret, oğlu Halûk’u; Mehmed Akif de mânevî oğlu Âsım’ı ve oğlu Emin’i gelecek nesillere örnek olsun diye sembolleştirmişlerdir.

***
Fikret, oğlu Halûk’u, 1909 Eylül’ünde henüz 14 yaşındayken Robert Kolejinden elektrik mühendisliği eğitimi için büyük ümitlerle İskoçya’ya gönderdi. Aynı günlerde evlât sevgisiyle dolu “Haluk’un Vedaı” adlı şiirini yazdı.
“………
Gez, dolaş, kâinât-ı  efkârı;
Ne bulursan bırakma: Sanat, Fen
İtimat, itina, cesaret, ümit
Hepsi lâzım bu yurda hepsi müfîd
Bize bol bol ziya kucakla getir
Düşmek etrafı görmemektir”
mısraları, Halûk’u yurt dışında eğitim için, hangi hedeflere kilitlediğini ifade ediyordu.
Fikret, milletin cehaletten, tembellikten, geri kalmışlıktan kurtulmasını hırs derecesinde istiyordu. Onun için de Halûk’tan beklentilerini, “Promete” şiirinde biraz daha fedakârlıkla bütün gençlerden beklediğini ilân ediyor.
“Promete” Yunan mitolojisinde nasıl güneşten ateşi çalıp insanlara sunan bir kahraman ise; Halûk’un kişiliğinde bütün vatan gençlerini de Batı’nın ilim ve tekniğini alarak, milletlerini aydınlatmaya çalışan birer kahraman olmaya davet ediyor:
***
Kalbinde her dakika şu pek yüce özleyişin
Ateşli gagasını hisset ve daima düşün
Onlar niçin gökte, ben niçin çukurdayım?
Niçin dünya bana gülsün de ben yalnız ağlayayım?
………
Bugün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey
Nûra ve feyze can atan, milletin gelecekteki
Meçhul elektrikçisi, bütün fikir alanlarının
Nesi varsa yüklen getir, biraz miskinliği ezen
Bir parça rûhu, benliği, anlayışı besleyen,

Ve onları canlandıran materyallerini; boş durmasın elin.
Gör daima önünde evvel zaman masallarının
Gökten ateş harikasını yere indiren kahramanını
Varsın bulunmasın bilecek adını sanını’’ diyerek Halûk’u adeta İslâmdaki “İhlâs” sözcüğündeki fedakârlığa davet ediyor.
Fakat, Halûk’a aşağıda ifade edeceğim şiirinde “İslâmın Amentüsü” yerine dünyevîleştirici bir anlam yükleyerek “maddesel amentüsünü” ikâme etmeye çalışıyor ki; işte burada büyük Akif’ten ayrılarak felsefesinin gereğini yapıyor. Böylece birçok aydınımız gibi o da dünyanın yeni salgınına yakalandığını gösteriyor. O sepici hastalık; “materyalizm”di.
Fikret, burada da İslâm’ın evrensel doğru materyallerine Yunan mitolojisini tercih ederek itikadî bir tezat sergilemektedir. Zaten “İslâmın Âmentüsü”nü kaale almadığı için, oğlu Haluk’a da milli ve manevi değerleri vermemiştir.
Ona göre bu milletin bütün dertlerinin ilâcı ilimdir, fendir; “Bilimle siyah toprak altın olacaktır.”
Fikret’in nazarında bilim artık İlâhlaşmıştır.
Bu nedenle oğluna, “Halûk’un Amentüsü”yle seslenir:
“Bir yaratıcı güç var, ulu ve ak pak.
Kutsal ve yüce, ona vicdanla inandım.
Yeryüzü vatanım, insan soyu milletimdir benim…
Şeytan da biziz, cin de, ne şeytan var, ne melek var
Dünya dönecek Cennete insanla inandım” diyerek, “materyalist bir amentü”ye Halûk’un ve yeni neslin, gençliğin inanmasını istiyor.
Böyle bir fikrî atmosferden beslenen (aslında manen beslenemeyen) Halûk, İskoçya’da Hıristiyan bir ailenin yanına yerleşir. İleriki senelerde mektupla babasına danışarak içindeki manevi boşluğu, hükmü Kur’ân-ı Kerim’le nesih edilmiş-kaldırılmış din olan Hıristiyanlığı seçerek doldurur.
Bu durumu haber alan anne adeta yıkılır. Özellikle çocukluğunda onu elinden tutarak Cuma namazına götüren dede (annesinin babası) sinir krizleri geçirir, ama elden ne gelir ki?
Halûk, üniversiteyi bitirdikten sonra Amerikalı bir kadınla evlenir, ihtisas yapar. Ayrıca Hıristiyanlığa özel bir ilgi duyar. İş hayatına atılır, çok para kazanır, zengin olur. Daha sonra verdiği bir kararla kendisini Hıristiyanlığa vakfeder. Rahip olur. Orlando’da rahip olarak ölür.
***
Cemil Meriç merhum, Halûk’un sembol kişiliğinden yola çıkarak yakın geçmişimizdeki Türk aydınlarına bir göndermede bulunur: “Halûk bir cins isimdir, tarihten kaçanların ismi” der. Halûk, babasının düşündüğü gibi milletinin derdiyle hiç mi hiç ilgilenmemiştir. Ne Çanakkale Zaferi’nde ve ne de Millî Mücadelede asla katkısı, payı olmamıştır.  

 
***
Mehmed Akif Ersoy’un ‘Âsım’ı Safahat’ın 6. Bölümünde, bir kitap hacmindeki şiirden çıkarılan sembol gençtir, gençliktir.  Merhum Akif onu şu şiiriyle şekillendirir:
Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Biri ecdâdıma saldırdı mı hatta boğarım
- Boğamazsın ki!
- Hiç olmazsa yanımdan kovarım.
Üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam
Doğduğumdan beridir aşığım İstiklâle;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lâle.
Yumuşak başlı isem kim demiş uysal koyunum.
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boynum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim
Adam aldırmada git diyemem aldırırım
Çiğnerim çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım.
………..
Âsım’ın şahsiyeti-kişiliği bu mısralarda oluşmaktadır. Âsım zalimden yana olmayacak, kültürüyle barışık olacak. Küçük menfaatlere aldanarak kutsallarından asla taviz vermeyecek.
Gerekirse batının emperyalist saldırılarına canı pahasına karşı koyacak. Ezilenden yana olacak. Haktan, hukuktan yana tavır koyacak bir genç... Akif’in Asım’ı da yönünü ilim ve sanatta devrim yapmış, atak yapmış, kalkınmış batıya çevirmektedir:
“Alınız ilmini Garbın, alınız san’atını
Veriniz mesâinize son süratini
Çünkü kâbil değil artık yaşamak bunlarsız
Çünkü milliyeti yok sanatın, ilmin yalnız
………
Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı
Asrın idrâkine  söyletmeliyiz İslâmı
Kuru dava ile olmaz bu, ilim ister
Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster
……..
Beşerin hakka refik olmak için vicdanı
Beşeriyetle birlikte yürümektir şânı
Yürümez dersen eğer, rûhu gider İslâmın;
O yürür sen yürümezsen ne olur encâmın.’’
Âsım da Avrupa’ya tahsile gitmeye ikna edilir. Bir farkla ki, kimliğini muhafaza edecektir. Asım, bilhassa iki değere sahip olması öğütlenen bir gençtir:
Birincisi “fazilet”; başta İslâm ahlâkı olmak üzere kendi kültürüdür.
İkincisi “marifet”; Batı’dan ilim, teknik, fen ve teknolojiyi öğrenmek.
Safahat’ta, Âsımın Avrupa’ya fen tahsiline gitmeye ikna edildiği anlaşılıyor. Fakat gittiğine dair bir bilgi yok.
Ancak, Mehmed Akif merhum bu vatan gençlerinin, sınıflarını boşaltarak “Çanakkale Müdafaası” gibi müthiş bir savaşta kelimenin tam anlamıyla ZAFER kazanmış olmalarını Âsım’ın başarısı olarak değerlendiriyor:
“Asım’ın nesli diyordum... Nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek.”
Tabii ki aynı neslin devamı, Çanakkale’den sağ kalanlar ve şehit olanların çocukları dört sene sonra fenlerini çocuklarımıza öğretmeye gönderdiğimiz milletlerin istilâsına uğradı.
Asımın nesli orada da zafer kazandı.
Kazandılar kazanmasına da…  
***
Bu milletin yeni rejimi olan “Demokratik Cumhuriyeti” yürütenler, içine doldurdukları Bediüzzaman’ın ifadesiyle “keyfî, cebrî, küfrî” kanunları ve uygulamalarıyla yedi düvelin çektirmediğini Akif’in Âsım’larına çektirdiler.
Akif merhum “yüz ellilikler” listesine alınarak Mısır’a sürüldü.
Sembol isim Asım’ın gerçekteki yerini tutan Akif’in oğlu Emin’in dünyası söndü.
Emin, babası tarafından Kur’ân’ı tercüme edecek kadar iyi yetiştirilmiş bir gençti. Babası Mısır’da sürgündeyken askere gitti. Birliğindeki koğuşta akşamleyin arkadaşlarına Kur’ân-ı Kerim’i tercüme ediyor, anlatıyor diye ihbar edildi. Divan-ı Harp mahkemesine verildi. Hapsedildi. Hapisten arkadaşına kanarak firar etti. Daha sonra tekrar yakalanarak cezasını(!) sonuna kadar çekti. Sağlığı ve psikolojisi bozuldu. Hapishanedeki kötü ortam onu uyuşturucu ve alkol müptelâsı yaptı. Daha sonra da 1967’de Tophane’de çöpler arasında ölü olarak bulundu.
***
Halûk’la, Asım’ı veya Akif’in oğlu Emin’i karşılaştırdığımızda şu ibretlik tespitleri yapabiliriz:
İkisinin de babaları bu toprakların yetiştirdiği, insanımızın çok ihtiyacı olan “aydınlar”dı.
Cehaletten, ataletten, ihtilâftan, fakirlikten kurtulmamız için fikrî mücadeleler veriyorlardı.
Ancak Tevfik Fikret, Batı’dan yayılarak dünyayı istilâ eden “materyalist felsefenin” tesiriyle idolü olan Halûk’ a sadece “fen ve sanat” yükledi. Onu, kendi köklerine bağlı kalacağı, dini başta olmak üzere kültür değerlerinden mahrum etti.
Halûk da dünyasını kazandı ama, kalbî boşluğunu başka bir dini seçerek doldurmaya çalıştı ve İslâmdan mahrum kalarak ikinci dünyasını kaybetti.
Tevfik Fikret çocuğunu, fen, felsefe ve kalkınma adına kendi iradesiyle benimsediği “materyalist felsefe” canavarının keskin dişleri arasına atarak, ebedi dünyasını yok etti. 
Mehmet Akif’in oğlu Emin de iyi yetişmiş olmasına rağmen yine Batı’dan kaynaklı “materyalist felsefeyi” benimsemiş yeni rejimin kurbanı oldu. Onun da bu dünyası yıkıldı, gitti.
***
Sonuç itibariyle; geçmişte bu memleketin münevverleri-aydınları, Komünizm canavarını durdurmaktaki başarılarını Kapitalizm-Materyalizm canavarını durdurmakta gösteremediler.
Tabir caizse uzaydan yerküremize baktığımızda, yakın yüzyılda Avrupa’nın ortasından çıkan bu batıl felsefenin derin fay hattı günümüzde de Asya steplerine kadar bütün dünyanın, Müslüman ve gayrimüslim gençlerini perişan etmeyi sürdürüyor.
Bu nesillerden bir kısmı ilim, fen, kalkınma diyerek ikinci dünyalarını kaybediyorlar.
Bir kısmı da ülkelerindeki diktatör rejimlerin “keyfî, cebrî, küfrî” uygulamaları nedeniyle dünyalarını kaybediyorlar.
Bu küresel tehlikenin teşhisini 20. yüzyılın başlarında Bediüzzaman Hazretleri şöyle tespit ediyor:
“Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ‘ene’dir, diğeri ‘tabiat’tır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrut ve Firavun olurlar. İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır. Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tağutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.” (Mesnevî-i Nuriye)
Ey Koca Üstad!
Sen o iki ilâhı, putu kırdın; ama bundan habersiz olanlar farklı isimlerle putlar üretiyor ve insanlık hâlâ o muhayyel putlara kurbanlar vermeye devam ediyorlar.
Duâlarımız, din ve dünya ilimleriyle donanımlı nesillerin, hürriyetçi, adaletli, eşit paylaşımcı bir anlayıştaki yöneticiler tarafından yönetilerek, insanların hem dünyada hem de ahiret de mutlu olmalarıdır. Zira insana bu yaraşır.
 
MUHSİN DURAN
Okunma Sayısı: 6966
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı