"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Said Nursî’nin davranış modeli: “Hutbe-i Şamiyye”

14 Haziran 2019, Cuma
Bediüzzaman Said Nursî, çok başka bir bakış açısıyla, ümitsizliğin yeri olmadığını, bilâkis ümidin tam da vaktinin olduğunu şöyle açıklar:

“Kâinatın nizamında galib-i mutlak ve maksud-u bizzat ve Sâni-i Zülcelâlin hakikî maksatları, hayır ve hüsün ve güzellik ve mükemmeliyettir. Çünkü kâinata ait fenlerden her bir fen, küllî kaideleriyle bahsettiği nev ve taifede öyle bir intizam ve mükemmeliyet gösteriyor ki, ondan daha mükemmel, akıl bulamıyor.”

Ümitsizliğin yol açtığı bir başka hastalık vardır ki üç kıt’aya yayılmış İslâm dünyasını küçük bir kıt’ada yer alan üç-dört devletin sömürgesi durumuna düşürmüştür. Zamanında, “kuvveyi maneviye” ile doğunun bir ucundan Batının en uç karakollarına kadar az bir kuvvetle çoklarını mağlûp eden Müslümanların kalplerindeki tılsım uçuvermiş; bu hamiyet duygusu “neme lâzım” lâkaytlığına dönüşüvermiştir. “Herkes benim gibi kötü durumdadır” dedirtiyor ve şehamet-i imaniyeyi terk ettirip hizmet-i asliyeyi yaptırtmıyor. Bediüzzaman ümitsizliği hemen vücuda yayılıveren ve bünyeyi perişan eden “seretan” denilen bir hastalığa benzetir. Bu ümitsizlik öyle bir şeydir ki adeta başta bahsedilen altı hastalıktan en şiddetlisi ve diğerlerinin beslendiği esas damardır. Ve en evvel tamir edilmesi gereken şey bu ümitsizlik halidir ki iman zafiyetinden kaynaklanır. İman ne kadar fazla ise ümitsizlik o kadar az olacak, mü’minleri birbirine bağlayan rabıtalar o kadar kuvvetlenecek ve doğruluk, muhabbet, hürriyet ve menfaat-i umumiye için çabalamak hissinin önü açılacak. 

İslâm tarihi boyunca en büyük sıkıntılara medar olmuş “kizb”; yalancılık, suistimal, hakkı gizleme, dalkavukluk ve tahrif gibi pek çok surette ortaya çıkmıştır. Esasında İslâmiyyetin “Üssü’l esası” olan sıdkın manipüle edilmesi pek çok şekillerde ortaya çıkar. En büyük manipülasyonlardan birisi “Hadis uydurma” faaliyetleridir. 

Bu faaliyet İslâm düşmanı gizli zındıklar, sureten Müslüman olmuş, ama kalbinde iman bulunmayan münafıklar ve asabiyet ve iktidar kıskacındaki yöneticilerin kuklası haline gelmiş “ulemaissû” tarafından asırlar boyu devam ettirilmiştir. Sıdkın siyasî ve içtimaî hayatta ölmeye başlamasının bu faaliyetlerle derinden ilişkisi vardır. Çünkü kizb ve onun türevleri “küfriyat ve hurafâtın anahtarı”dır ve Peygamber-i Zişan’ın ortaya koyduğu Büyük inkılâp sıdk ile kizbin, iman ile küfrün arasını olabildiğince açmak ve doğruluğa ve dürüstlüğe revaç vermek ve yalandan tiksindirmek merkezinde dolanır.

Sıdk’ın en fazla zayıfladığı alanlardan birisi politikadır ki “siyasî propagandalar” her bir cemiyeti, hükümeti esir almış vaziyettedir. İnsanları kendilerine çekmek ve rakiplerini saf dışı bırakmak için, insaniyetteki hırs damarıyla hareket eden kişiler ve kurumlar, ya bizzat yalan söyleyerek veyahut çarptırarak, zan oluşturarak, beklentiye sokarak, vehim vererek sıdkın cemaat ve cemiyet hayatından çekilmesine sebep olmaktadır. İslâm milletlerinin bir “ümmet” halinde birbiriyle tanışık ve barışık halde yaşamasının önündeki en büyük engel birbirleri hakkında fazlasıyla çarpıtılmış yalan yanlış fikirlere sahip olmalarıdır. Meselâ, İngiliz ajanlarının Birinci Dünya Savaşı’nda Müslüman cemaat ve devletler arasına soktukları nifak ümmetin çözülmesini netice vermiştir. Cemiyetin çözülmesi demek olan emniyetin yok olması, sıdkın insanların dilinden ve kalbinden çekilmesiyle mümkün olur. Hâlbuki Bediüzzaman’ın tabiriyle,  sıdk “Urvet’ül Vüska”dır. Müslümanlar ye’si terk edecekler ve sıdka sarılacaklardır. Cemaat, cemiyet ve ümmet kavramlarının sekülerizme kurban edilişinin altında bu emniyetsiz ortamı doğuran “sıdk” karakterinin kaybolmasıdır. 

Nursî, sıdk meselesinde öyle hassastır ki “maslâhat için” dahi olsa bu zamanda yalana cevaz vermez. Çünkü nefislerin deli taylar gibi kâh o yana kâh bu yana koşuşturduğu bu zamanda belirli bir sınırı olmayan ve suiistimal edilmeye çok müsait olan “maslahat için yalan söyleme” cevazı bir bataklık haline gelmiştir. O bu hali bataklığa benzetir, çünkü bataklık, bir kez girildi mi kendini kurtarmanın neredeyse imkânsız olduğu bir zemini ifade eder. 

“Bu sebeple yol ikidir, üç değildir. Ya doğru, ya yalan ya da sükût değildir.” 

Nursî, altı hastalıktan üçüncüsünü “Adavete muhabbet” olarak sayar. 

Mektubat’ta

“Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.” diyerek, adaveti (düşmanlık, husûmet, hınç hissi) besleyen damarları ortaya koyar: Tarafgirlik, inat, haset… Bu üç unsurun 6 makamda, içtimaî ve şahsî hayata ve hukuk-u İlâhiye karşı pek büyük bir zulüm olduğunu açıklar. Mü’minlere karşı adavet hissini devam ettirmek hakikat nazarında bir zulümdür ki, imandan tevellüd eden hasen unsurların baskın olduğu mü’mine, büyük ve kıymetli hasletlerini gözden kaçırarak birkaç hatası sebebiyle husûmetkârâne yaklaşmak “şenî ve gaddar” bir zulümdür. Bu yaklaşım adâvet ve muhabbetin, “nur ve zulmet gibi” birbirlerine zıt oluşundan güç alır. Birisi hakikaten bir kalpte bir şahsa veya şeye karşı varsa diğeri hakikat-i haliyle bulunmaz, başka şeye dönüşür. Adavet acımak hissine; muhabbet tasannu ve temelluk (yapmacıklık ve dalkavukluk) şekline dönüşür. İmanın içtimaî hayata katacağı şey kalplerde de bir birlik oluşturmasıdır. İnanç birliği, içtimai birlikteliğin de oluşmasını netice verir. 

“tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder”

Nursî’ye göre, muhabbetin tesisi bağlamında Adalet-i Mahzâyı  ifade eden Âyet-i Kerime, bir mü’minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, diğer mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamanın zulüm olarak sayıldığını gösterir. Bunun gibi sevmediği bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve akrabasına ve dostuna adâvet etmek de hilâf-ı hakikattir. 

Nursî için, insanlar arasında çıkan ihtilâfların mühim bir sebebi de “Yalnız hak benim mesleğimdir” düşüncesidir. Hâlbuki insanın ancak “mesleğim haktır veya daha güzeldir” demeye hakkı vardır. Yaşama ve düşünce tarzının daha güzel olduğunu söylemeye hakkı olan kişi, başkasınınkini aşağılayamaz, “butlan” (bâtılıllık olma hâli, temelsiz, çürük, hükümsüz olma) ile mahkûm edemez. 

Bu bakımdan mü’min için doğruyu söylemek, ama her doğruyu her yerde söylemek bir düstur olmalıdır; çünkü niyeti halis olmayan ya da söylenileni anlayamayacak durumda olan birisinin damarına dokunulabilir, anlatılanın aksi şekilde karşılık alınabilir.

Mü’minler için muhabbet hususunda bir sınırlama yokken adavet hususunda ciddî bir sorumluluk olduğunu belirten Nursî “O muzır nefsin hatırı için mü’minlere adâvet etme” der. 

“Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü eğer fenalıkla mukabele edersen, husûmet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur. ”

Bediüzzaman husûmet ve düşmanlık hissinin toplumdan kaldırılması için en mühim bir sebebin fenalığa karşı iyilikle mukabele etmek olduğunu belirtir.

Bediüzzaman’a göre Müslümanlar arasında bir ihtilâf olacaksa bu ancak “herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa’y eder” şekilde olmalıdır. “Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslâhına çalışır. Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.”

Said Nursî, tarafgirliğin esasında haklılara melce (sığınılacak yer) olabileceğini, fakat şu zamanda, hiç hakları olmadıkları halde garazkârâne, nefis hesabına çalışanlara bir melce olmuştur. Ehl-i iman, imandan gelen şehamet ve kuvvet sebebiyle, birbirlerine istinat etmeye ihtiyaç duymadıkları halde, düşmanları tarafgirâne birlik ve beraberlik içine giriyorlar. Bu sebeple müminler, garazkârane bir tarafgirlik değil, ancak kendi mesleğine çalışıp başkasınınkini iptal etmeye çabalamayarak ve büyük dairede ve dinsizlere karşı birlik ve beraberlik ruhuyla hareket etmelidir. Ve fikrî tartışmalarda hodfuruş nefis hesabına değil maksatta birliği sağlayacak muhabbet ve uhuvvet hesabına davranılmalıdır. Hak namına olmaz ise “nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan (iyileşmesi mümkün olmayan) inşikaklara (bölünmelere) sebebiyet verir.”

Bu adavet hissinin mü’minlerde meydana getirdiği psikolojik travmanın bir takım sonuçları olacağının altını çizen Bediüzzaman: 

“Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet, adâvet ve inatla sarsılır.” 

Çünkü mü’min için kurtuluşun ve neticeye ulaşmanın en mühim ve kritik şartı olan “ihlâs” zayi olur. Çünkü tarafgir nazarla bakan ve husumetinde inad eden kişi kendi hayırlı işlerinde de düşmanlık beslediği kişiye de üstünlük kurmak ister. Hâlis ve sadece Allah için olması gereken amele çoğu zaman muvaffak olamaz. Hüküm verirken ve davranış gösterirken tarafgirini tercih eder, adalet de edemez. 

“İşte, ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet, husumet ve adâvetle kaybolur. ”

Muhabbet, uhuvvet ve sevgiyi İslamiyet’in “mizac”ı olarak anlatan Said Nursî “İslamın seciyesi” olarak insaf ve hüsn-ü zann’ı gösterir. Müminler arasındaki garaz, kin, hased gibi kötü fiil ve düşüncelerin giderilmesi için bu mizaca kulak verilmesi ve bu seciyelerin ortaya çıkarılması gerekmektedir.

İşte, ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Herbirisine karşı tesanüd ederek, el ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecburken, onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârâne tarafgirlik ve adâvetkârâne inat, hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı? O düşman daireler, ehl-i dalâlet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehvâl ve mesâibine kadar, birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırsla bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kalen, uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kale-i İslâmiyeyi küçük adâvetlerle ve bahanelerle sarsmak, ne kadar hilâf-ı vicdan ve ne kadar hilâf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl. Ehâdis-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâmın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i beşeri hercümerc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.“

Okunma Sayısı: 6625
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı