Bir devrin romanı... Hacı Hafız Mehmed - 56
1946’nın sonbaharı, yani güz mevsimiydi… Bahçelerdeki bitkiler ve ağaçlar sararmaya yüz tutarken, tarlalardaki kalan sebzeler, ağaçlardaki son meyveler ve bağlardaki üzümler toplanmaya, pekmez için kaynatılmaya, cevizler silkelenmeye başlanmıştı.
Evlerde, kışa hazırlıklar bütün hızıyla devam ediyordu. Ambarlara arpa ve buğdayların yansıra mısırlar, kurutulan fasulyeler ve patlıcanlar da yerleştiriliyordu.
Hacı Hafız Mehmed, bu haftaki Çarşamba pazarından çok yorgun ve bitkin bir şekilde döndü. Bacakları, artık vücut yükünü taşımakta zorlanmaktaydı. Kalbi çok yorgun ve her an duracak gibiydi. Midesi ise sık sık ağrılarla rahatsız olurken, dünyevî zevkler ve lezzetler de kendisine veda etmekteydi.
Birden düşünceye daldı. Risale-i Nur hizmetleri olmasa, hizmetlerin verdiği manevî zevk ve şevk olmasa, iman gözlüğüyle kâinata bakış ve dünya aynasında Esmayı okuma olmasa, bu âlemi ziraat ve ticaret yeri olarak görüp değerlendirme olmasa, şu hayatın hiçbir çekilecek ve tahammül edilecek bir yönü yoktu.
İşte, sağlam bir imanın verdiği bakış; hayatı sevdiriyor, dünyayı sevdiriyor, çalışma şevkini artırıyor ve daha da uzun yaşama arzusunu uyandırıyordu.
Hacı Hafız Mehmed, Yoncalı bağdaki bahçelerinden erken döndü ve ikindi namazını kıldırıp hemen evine geldi. İhtiyarlığı ve yorgunluğunu iyice hissetti.
Hanımına, “Arab’ım! Çok yoruldum, haydi şöyle bir yorgunluk kahvesi yap da karşılıklı içelim” dedi.
Arap Ana, pişmekte olan taze fasülye yemeğinin hemen yanına kahve cezvesini koydu. Hocanın son günlerde ihtiyarlığından sık sık bahsetmesi ve yorgunluğunu dile getirmesi onu derin düşüncelere sevk etti. Kocasını çok seviyordu. Pazara ve tarlalara gidip gelmesi kadar bile ayrılığa tahammülü yoktu.
O evden ayrılıp tekrar dönünceye kadar gözü hep sokak kapısındaydı. Son günlerdeki ihtiyarlık ve hastalık gibi, şikayetlerinden aşırı mustarip, geçici de olsa ayrılığı düşünmek bile istemiyordu.