"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Deprem; kullarının Allah tarafından terbiye edilmesidir mi?

Hüseyin Kıymık
09 Şubat 2024, Cuma
Elbette; depremler, bulaşıcı hastalıklar, kıtlıklar, yangınlar, fırtınalar ve bunlar gibi pek çok afât, Allah tarafından birer ikazdır, uyarıdır ve kullarını terbiye etmesidir.

DİZİ - 4: DEPREMİN ELBİSTAN’I VE ELBİSTAN’IN SELİM’İ 

Şimdi birlikte düşünelim ve sorgulayalım! Böylesine bir mucize-i kudret olan vücudumuzu veya vücudumuzun herhangi bir parçasını hangi kör sebep, akılsız tabiat veya kör tesadüf yapabilir veya meydana getirebilir?

“Bir vücudun yapımında gerekli olan sonsuz ilmi, kudreti, iradeyi ve hikmeti nereden bulur ve kimden alabilir?

“Ayrıca şunu da görüyoruz ki, yaratılan varlıkların her birisinin ayrı bir özelliği var. Her birini diğerinden ayıran farklılıkları var... Yaratıcı bir fabrika kurmuş da o fabrikadan benzer varlıklar çıkıyor değil, herbir varlık diğerinden farklı olarak özene bezene yaratılmakta... Bunun en büyük delili, hiçbir insanın diğerine benzememesi, hatta parmak izlerinin dahi ayrı ayrı olması değil mi? Mahlûkatı, yani kâinatı ve içindeki yaratılan tüm varlıkları vücudunla kıyas et.

“Şimdi sana benim çok istifade ettiğim, adı Tabiat Risalesi olan hacmi küçük, kendisi çok büyük olan bir kitabı vereceğim. İstersen bu kitabı bir oku. Üzerinde yine birlikte konuşuruz. Bu arada biraz zamanını aldığım için beni bağışlarsan memnun olurum.”

Selim renkten renge giriyor. Sanki hastalığını ve dertlerini unutmuş gibi, sadece beyninde esen fırtınalarla meşgul.

Kendini inançsızlığa sürükleyen sapık felsefî bilgileri sorgulamaya ve düşünmeye başladığını, devamlı değişen yüzünün renginden anlıyorum.

Selim, peşpeşe sorular sormaya başladı. Öldükten sonra dirilme ile sevdiklerine tekrar kavuşup kavuşmama ile yani haşirle ilgili, sonra depreme ait sorular, depremin maddî ve manevî sebeplerini, yine depremin Allah ile bağının olup olmadığını, depremde ölenlerin ve kaybolan mallarının karşılığının ne olduğuna dair pek çok sorular, sorular…

Gece bir hayli ilerlemişti, yorulduğunu da düşünerek:

“Bunları bir başka gün konuşalım, istirahat etmen gerekir. Hem bu arada kitapçığı da okumuş olursun” diyerek odasına uğurladım.

Hemşire Nur Gül Hanımı çağırarak Selim’i özellikle takip etmesini rica ettim.

Ertesi gün kitabı bir kaç kez okuduğunu, ilaçları da almaya razı olduğunu ve artık bağırıp çağırmadığını öğrendim, ben de bir hayli rahatladım.

Tedavilerin maddî olduğu kadar manevî de olmasının gerekliliğini düşündüm.

Beyin rahatsız olduğu müddetçe maddî ilaçların kolay kolay bir fayda sağlamadığı da bir kez daha ortaya çıkmış oldu.

Kişinin önce tedavi olabileceğine inanması ve kabul etmesi lâzım ki ilaçlar tesirini göstersin.

Hayattan ümidini kesmiş, yaşamanın boş bir şey olduğuna inanan bir insan hayata nasıl bağlanabilir?

Hele bir de böylesine büyük bir deprem felâketiyle karşılaşıp sevdiklerini kaybetmişse…

Hayata pozitif bakabilme, yaşama sevincini kazanabilmesi için kendisini rahatsız eden beynindeki soruların cevabını bulması gerekir.

Tabiî bu ifadeler soran, sorgulayan ve beynini kullanmak isteyenler için geçerli.

Dününü ve yarınını hiç düşünmeyen, nereden gelip, nereye gittiğini ve kendinin kim olduğunu ve niçin yaratıldığını sorgulamayan, bu hususta beynini kullanmayan, yaşamayı sadece yiyip içip, süflî arzularını tatmin etme olarak gören, gafletin derinliklerinde boğulanlara ait değil.

Bu gün 13 Şubat Pazartesi. Depremin de ikinci haftası. Viziteye çıkarak hastaları dolaşıyorum. Selim’i az da olsa rahat görmem beni sevindirdi. Baktım, kitap başucunda. Durumunu sorup ilaçlarını yeniledikten sonra:

“Selim maşallah bugün seni daha iyi gördüm. Ha bu arada kitabı okuyabilme fırsatı bulabildin mi?”

“Hocam hem kaç kez. Müsait zamanında tekrar görüşebilir miyiz?”

“Elbette. İstirahat zamanımda seni tekrar aldırırım.”

Gecenin 01.00’inde bakıcılardan Lütfi’ye, Selim uyanıksa getirmesini söyledim. Az sonra geldi. Biraz hal hatırdan sonra; kitabın harikalığını, isbatiyeciliğine hayran kaldığını, Allah’ın varlığına ve birliğine ait şüphelerinin büyük ölçüde yok olduğunu anlattıktan sonra, haşirle ve depremle ilgili sorular sormaya başladı…

Dedim: 

“Sana bir kitap daha vereceğim, o kitapta seni rahatsız eden pek çok sorunun cevabını bulacaksın. İstersen şimdi biraz da depremle ilgili konuşalım, olmaz mı?”

“Hocam sizi dinliyorum.”

“Deprem nedir?”

Depremin ne olduğu hakkında jeolojik bilgiler verecek değilim. Zaten o benim uzmanlık alanım da değil. Ancak bu hususta ilim adamlarından öğrendiğimiz kısa bilgilere de sahibiz.

Kısaca bizim anlayabileceğimiz şekilde yaptıkları tarif şudur:

“Deprem yer kabuğunun sarsıntısıdır. Yer altındaki çatlamalar ve kırılmalar nedeniyle oluşan hareketlerin yer yüzünü sarsmasına deprem denir. Yeryüzünün en üst katmanında bulunan kırıklara fay hattı denildiği gibi, bu kırıkların hareket etmesine de deprem denir.

Her neyse biz şu an depremin toplumda meydana getirdiği neticeler üzerinde duralım.

Deprem; kullarının Allah tarafından terbiye edilmesi mi?

Elbette; depremler, bulaşıcı hastalıklar, kıtlıklar, yangınlar, fırtınalar ve bunlar gibi pek çok afât, Allah tarafından birer ikazdır, uyarıdır ve kullarını terbiye etmesidir.

Allah’ın bir ismi de Rab’dır. Rab; zerrelerden kürelere kadar her şeyi idare ve terbiye edendir. Demek Allah aynı zamanda bir terbiye edicidir.

Allah kâinatı bir yönüyle bir kitap şeklinde yaratmış. O kitabı okuyacak ve anlayacak özellikte melekleri, ruhanîleri ve insanları yaratmış.

Yine Allah kâinatı diğer bir yönüyle bir ağaç şeklinde yaratmış, insanı kâinatın bir çekirdeği ve meyvesi özelliğinde çok harika bir varlık olarak yaratarak ona ayrı bir değer vermiş ve onu kâinatın merkezine koymuş. Çok üstün donanımlarla donatmış. Ona “halifem” demiş. Kendine muhatap kılmış. Sorup sorgulaması ve anlaması için de akıl ve şuur vermiş. “Beni tanı ve bana karşı kul olmanın gereğini yap” demiş. Hedefine de ebedî bir saadet koymuş ve bunun içinde büyük bir imtihana tabi tutmuş.

Yarattığı bu kullarına yardım için suhuflar, kitaplar ve peygamberler göndermiş. Kısa olan hayatlarında koyduğu kurallarına mutlaka uymalarını istemiş. Uymayanları da cezalarıyla tehdit etmiş.

Kitaplarından söz ettik. O kitapların da iki önemli kuralına dikkatimizi çekmiş.

Bunlardan birincisi teşriî kanunlar. İkincisi ise tekvinî kanunlardır.

Teşriî kanunlarına uymayanların cezaları kısmen bu dünyada verilse de en büyüğü, imtihanın bir gereği olarak başka bir âlemde, yani ahirette verilecektir.

—DEVAM EDECEK—

Okunma Sayısı: 2445
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı