Nur Suresi’nin 35. Ayet’inde “Allah göklerin ve yerin nurudur” buyrulurken, Nur Ayeti’nden sonraki 40’ıncı Ayette ise Zulümatın tarifi yapılıyor .
Risalei Nur’da, Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Beşinci Kısım Olan Beşinci Risalesi’nde “Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça diğer bir âlemi görüyordum “ denilmektedir.
Bu seyr-i kalbî ve seyahat-ı hayaliye hayvanattan yıldızlara kadar devam ediyor. Her bir âlemde Cenab-ı Hak’kın hangi esmasının hangi burçta, yani mânâda tecelli ederek bir şems-i tâbân (gökte birden bire parlayan bir güneş gibi) zulümatı dağıttığı anlatılıyor.
Buradan anlıyoruz ki, her bir âlemin perdesi açıldıkça, o âlem gafletle bakıldığında karanlıklı bir lema olarak bize görünüyor. Çünkü Nur’un olmadığı her yer karanlıktır. Her yeri mevkii pürnur edecek tek bir cilve var, o da Nur isminin cilve-i âlîsi. Cevşen’deki gibi, (mealen) “Nurların Nuru, Nurları Nurlandıran, Nurlara suret ve Şekil Veren, Nurları Yaratan, Nurları Takdir Eden, Nurları İdare Eden, Bütün Nurlardan Evvele Olan Nur, Bütün Nurlardan Sonra da Var Olan Nur, Bütün Nurların üstünde olan Nur, Hiçbir Nurun Kendisine benzemediği Nur” isimlerinin tecellisiyle bakılmadığı ahvalde her yer ve her şey zulümata gark olmuş vaziyette karşımıza çıkıyor.
Dikkat edilirse 35. Ayette “Nur” tekil olarak zikredilmiş. 40. Ayette ise zulüm, zulümat (karanlıklar şeklinde) çoğul zikredilmiş. Demek Bütün Nur’lar Allah-ü Nûrü’s-Semavât-i ve’l-Ard’ dan lemean eden tecelliler. Zulümat ise çeşit çeşit.
35. Ayetin bir çok mu’cizevî tezahürleri karşımıza çıkmış; ki en önemlisi elektrik. Aynen onun gibi 40. Ayetin de bir mu’cizesi geçen asrın başında keşfedilmiş. “Derin denizlerin alt kısımlarında yoğunluk, üst kısmından fazladır. Bu yoğunluk farklılığından dolayı adeta tabakalaşmış denizin içerisinde iç dalgalar da olmaktadır. Bu dalgalar yüzey dalgaları gibi hareket etmektedirler. Bu iç dalgaların keşif tarihi 1900 yılıdır. Denizin içinde oluşan bu dalgalar gerçekten de Kur’ân Ayeti’nin ifade ettiği ‘dalga üstünde dalga’ yapısını oluşturmaktadır. Engin denizlerin dibinde zifiri karanlık varken, bu karanlığın içinde iç dalgalar ve bunun üstünde yüzeydeki dalgalar üst üste gelmektedir. İncelediğimiz Âyet, denizin en dibindeki karanlıktan, yüzeye kadar ışığın hareketine de dikkat çekmektedir. Güneşten gelen ışınlar bulutlara çarparak kırılmakta, burada bir miktar ışık kaybı olmaktadır. Denizlerin yüzeyine gelen ışık, derinlere gittikçe ışık spektrumundaki ayrışması gibi ayrışmaktadır. İlk tabaka ışığın sarı kısmını, ikinci tabaka ışığın yeşil kısmını tutmakta, bu böyle devam etmekte, en son yedinci aşamada mavi kısmı da kalmamaktadır. Böylece denizin derinliklerine indikçe ışık tamamen yok olmaktadır. Bulutlarla azaltılan, dalgalarla kırılan, denizin katmanlarında yok olan ışık, derin denizlerin dibindeki karanlıkları aydınlatamamaktadır.” (Kur’ân Hiç Tükenmeyen Mucize, s. 139, İstanbul Yayınevi, 2004).
İşte size çeşit çeşit zulümat… Bulutların engellediği birinci aşamadaki “Göz gözü görmez” durumundan “Elini uzatsan göremeyeceksin” haline kadar…
Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Beşinci Risalesi’nde işte bu çeşit çeşit, sislere boğulmuş, sarısı kaybolmuş, yeşili de gitmiş, mavisi hiç kalmamış felsefi, materyalist, tabiatvari, tesadüfe dayanan, şirki benimsemiş vesaire vesaire... Topyekün inançsızlık karanlıkları; hayvanlar âleminde başlayan seyahat-ı nuraniye ile en son yıldızlar da aydınlanıyor.
“Hayvânat âlemini gördüğüm vakit, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri, o âlemi bana çok karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden, Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet ziyasıyla yaldızladı.” ( 29. Mektup, 5. Risale)