Uğruna kâinat yaratılan Kudsî Nebî’nin önündesiniz, ne yapacağınızı, nasıl duâ edeceğinizi şaşırıyor, telâş içinde kalıyorsunuz.
Çok susuz birinin rahmet çeşmelerinin bir anda açılışında duyduğu hayret, haşyet, telâş, heyecan gibi bir şey hissedilen.
TEBESSÜM HALİ
İlk geldiği günler olsa gerek, namaz öncesi mi çıkışı mı tam hatırlamıyor. Çantasını önüne koymuş oturuyor veya bir şeyler okuyor. Bir an önü kalabalıklaşmaya başladı, geçer diye pek kıpırdamadı yerinden. Kalabalıklar üzerine üzerine gelmeye başladı, hafif toplandı, ama hâlâ ciddiyetinde değildi durumun. İnsan seli hızlanmaya başladı, o ise selin önünde tutunmakta zorlanmaya. Çanta bir yana gitti, o bir yana. Adımlar üzerine doğru geliyor, ayaklar onu çiğnemeye başlıyordu.
Bir ara birinin “amca kalk” dediğini duydu, demek ki durum ciddî idi. Başka biri de elinden tutup kaldırdı. Yardımla ayağa kalkıp doğruldu, kendini toparlamaya çalıştı, çantasını buldu.
Demek ki insanların ezilmesi böyle oluyormuş diye düşündü. İnsan seli, önüne kattığını sürükleyip atıyor. Şükür ki sel çabuk bitti, yoksa o bitecekti.
Kimseye kızmadı, tebessüm ederek başka yerlere doğru gitti.
Mühim dersti bu onun için. Burada nefsini ayaklar altına almadan ibadet edemez, kulluk yapamazsın, ayaklar altına almazsan ayaklar altına alınırsın.
Sana çarpan olursa dönüp bakmayacaksın, hoş olmayan bir davranış görürsen görmezlikten gelecek, kulağına istemediğin bir söz gelse bile duymazlıktan gelecek, sadece nefsinin kusurlarıyla, yaptığın ayıplarla, yapmadığın ibadetlerle meşgul olacak, hırsını yenecek, öfkene sahip olacak, duygularını dizginleyecek, düşüncelerini düzenleyeceksin.
Sabır dersi en başta gelen dersti burada. Görmedim, duymadım başkası içindi, kendi kusurunu ise görecek, duyacak, hissedecek, ıztırap duyacaktın. Oturduğun yere dikkat edecek, sana hakaret bile edilse gülüp geçeceksin –keşke böyle biri olsa –
Değilse de ayaklar altına alınırsın, alınmazsan da ibadetinden, ubudiyetinden bir şey anlamazsın. Burada her hareket bir anlam. Her yer böyle elbet fakat burada çok daha belirgin ve çabuk anlaşılıyor.
Tebessümle bu halini hatırlıyor. Keşke her hadiseden, her davranıştan böyle hikmet dersler çıkarsa da hayatını ubudiyetle doldursa. İçe yolcuk umre; içe ve derine. Yoksa orada yapılan hareketlerin–yürümelerin, dönmelerin–ne anlamı var?
SOKAĞIN SESİ
Sabah 4–5 civarlarında otelden çıkıyor. -Türkiye saatinden bir saat ileri burası-. İbrahim Halil caddesinde hayat başlamış bile, belki de hiç bitmiyor. Mescid-İ Haram’a giden insanlar görülüyor, kimi grup halinde, kimi yalnız.
Caddeden sokağa sapıldığında dilenci çocukların sesleri duyuluyor. Başlarında veya az ileride duvar kenarında anneleri var. Yolun ortasına düzenli olarak dizilmişler, yürüdükçe değişik seslerini aynı renklerini, sevimli yüzlerini görüyorsunuz.
Gündüzleri burada siyahî kadınlar kuşyemi satıyor. Buranın güvercinleri o kadar şanslı ki rızık endişesi çekmiyorlar. Bir sıkıntıları varsa yem verildikten sonra uçurtulmaları, meraklılarınca fotoğraf çektirilmeleri.
Namaz öncesi biraz olsun tenha olan sokak, namaz çıkışı iyice kalabalıklaşıyor. O kadar ki bazen yürümekte zorlanıyorsunuz. Dilenciler gitmiş, yerini işportacılar almış. Tesbih, elbise, terlik, koku, kumaş, meyve vd. satıcıların değişik sesle bağrışları, inşaatı devam eden Zemzem Tower’ın gürültüsü, birbirine karışmış insan sesleri cıvıl cıvıl ediyor sokağı.
Caddeye çıkınca da trafik; otel önüne yerleşmek isteyen büyük otobüsler, otobüsten eşyalarını indirenler, eşyasını koyanlar, taksicilerin müşteri arayışları, büyük otobüslerin geçerken çıkardıkları sesler, giderken kaldırdıkları toz, bıraktıkları dumanlar… Kaldığı günler boyunca bu minval üzere gitti sabahlar, akşamlar.
Başka sokaklarda durum nedir bilmiyor, ama bundan çok farklı olmasa gerek.
Dilencilerin ve işportacıların zabıtadan bir kaçışları var ki insanın acıyası geliyor. Ölümüne kaçıyorlar sanki. Onlar da insan, onlar da can taşıyor, onlar da rızık peşinde.
Dilenci işportacı, küçük esnaf yerli Arap değil, hep başka ülkelerden gelmişler. Hizmet işlerini Bangladeş, Türkî Cumhuriyetler vs, Afrika ülkelerinden gelenler yapıyor. Orada dükkân açabilmeniz veya orada ikamet edebilmeniz için yerli birinin himayesine girmeniz gerekiyor. Bunun için kişi başına para aldığı gibi, dükkâna da bir nevî ortak oluyor. Suudi vatandaşlığına geçmek mümkün değil, mülkiyet satışı zaten yok. Kalmanız için bir Arap’ın vesayetinde girmeniz gerekiyor, bu her yıl yenileniyor, yenilenmezse yapacak bir şey yok, ülke dışına.
Suudi Devleti kendi vatandaşından vergi almıyor, hatta vatandaşına bakıyor. Petrol var, Hac-Umre gelirleri var; az olan nüfusa bakmaya yetiyor.
Vatandaş bunlardan ne kadar memnun, istediği sadece geçim mi, hürriyeti ne derece önemsiyor; Arap dünyasındaki dalgalanmadan sonra anlaşılacak şeyler.
TERSİNE TAVAF
Mescid-i Haram’ın etrafında müthiş bir yapılanma var. Zemzem Tower’ın en üst kısmına bakmanız için başınızı epey kaldırmanız gerekiyor, yukarı bakacağım derken boynunuzu bile ağrıtabilirsiniz, o kadar yüksek.
En üstte “Allah” lâfzı yazılı onun altında büyükçe bir saat. Tower’ın bir yanında Kralın Sarayı diğer yanda Hilton Oteli. Mescidin öbür karşı tarafında ise yükselen iş makineleri, sürekli çalışma, yeni binalar yükselecek olmasından olsa gerek.
Dünyalaşma Kâbe etrafında bir nevî tavaf ediyor. Kalp Kâbesi dünyalaşmış; böylesi devasa binalar onun göstergesi.
Şuurun üstünde yükselen yüksek binalar, şuur altının derinliklerinden geliyor. Derinlemesine dimdik ayakta dünya; alış veriş merkezleri, marka putları, fas food yemek tarzı bunu gösteriyor ve ters yönde bir tavaftan haber veriyor.
Hani Müslüman sade olurdu, hani israf etmezdi? Hangi şatafatlı binaların arkasına saklandı sadelik, hangi markalar satın aldı iktisadı? Saraylarla nasıl sunulur sadelik, komşudan haberin var mı Kral Efendi? Filistin’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Sudan’dan… Daha sayalım mı?
Ya bizler, kalplerimizin, hanelerimizin, işyerlerimizin kralı değil miyiz? Komşusuz mu yaşıyoruz? Nasıl hükmediyoruz sorumlu olduklarımıza, nasıl davranıyoruz komşularımıza?
Siyah sadelik var mı üzerimizde, evimizde, işyerimizde? Siyahî nuru kalbimize, evimize, işyerimize, komşularımıza, şehrimize taşıyamıyorsak ne diye geldik buralara?
Gerçekte hangi kıble etrafında tavaf ediyoruz? Bu soru etrafında tavaf etmeye değer, hem de her gün, her saat…
VUSLAT İÇEREN AYRILIK
Mescid- i Haram’a ilk girdiği kapıdan–1 nolu Abdülaziz Kapısı–son defa girdi. Sabah namazından sonra son kez tavaf yaptı. İlk karşılaştığı yere çok yakın bir yerde durdu, duâ ellerle ona sarıldı. İlk gördüğünde yaptığı duâyı yeniden yeniledi.
İlk karşılaşmada yaşadığı yoğun hüznü yaşamadı, hüzünden ziyade sürura yakın bir hal vardı üzerinde. Görüşmüşler, tavafla birbirlerine yakınlaşmış, firak ile vuslat arasında zamanı ve mekânı aşan sağlam köprüler kurmuşlardı.
Yeryüzü Mescitse Kâbe’nin gölgesi her yere erişirdi, her yönden de ona ulaşılabilirdi. Hem yeniden buluşma, yeniden görüşme, yeniden duâ ellerle birbirine tutunma ümitleri vardı içinde. Değil mi ki ikizler birbirlerine kavuşmuşlar; bundan sonra ayrılık, bundan sonra görüşememe yok artık. Her nesnede, her hadisede Kâbe hakikatini görebilir, her “şe’n”den hikmet tavaflar yapabilirdi, yapmalıydı.
Evini mescide benzetmeliydi her şeyden önce. Ondan önce kalp evini tadilattan geçirmeli, yalıtımları yenilemeli, pencereleri, kapıları, bacaları kontrol etmeli, duvarları ek kolonlarla güçlendirmeli, temeli sağlamlaştırmalıydı.
Adımlarını hakikat tavafı niyeti ve gayreti içinde atmalı, bakışları Kâbe’ye bakar gibi hikmet aramalı, zihni, kalbi, latifeleri hakikat tavafını sürdürmeliydi.
Mescid-i Haram’da Kâbe karşısındaymış gibi Kâbe’den daha ehemmiyetli mü’min kalbi kırmamalı, boş işlerden, malayani sözlerden, anlamsız konuşmalardan uzak durmalıydı.
Gezgin münzevilikte müzminleşmeliydi. Camilere, mescitlere daha sık uğramalı, onlarda daha uzun kalmalıydı. Tavafta okuduğu duâ ve sûreleri okuyarak bir nevî hasret gidermeliydi Kâbe ile.
Yoksa zamanın o kesitinde kalmış bir umre, hayatın diğer zamanlarına ve karelerine taşınmaz, onun öğretisi içselleştirilerek hale yansıtılmazsa; ihrama girmek, tavaf etmek, sa’y yapmak bâtına işlemez zahirde kalır.
HİCRETİ HİSSETMEK
Kâbe’ye geldiğinde ilk kıldığı namaz sabah namazıydı, ayrılırken kıldığı namaz da sabah namazı. Son tavafını yaptı, otele gidip eşyalarını hazırladı, öğleye doğru Mekke’den ayrıldılar. Yollar Medine’ye gösteriyordu.
Medine ki hicret edilen yer, Medine ki muhaciri kucaklayan ensar, Medine ki kurulacak bir medeniyetin çekirdek şehri.
Resul- i Ekrem (asm), Ebu Bekir Sıddık (ra) ile bu mesafeyi yaklaşık 12 günde katetmişti. Hz. Ali (ra) yayan ve yalnız hicret etmişti. Ayakları da yara içinde kalmıştı. Rehber-i Ekmel’e (asm) Kuba’da yetiştiğinde Duâ-ı Nebeviye’ye mazhar olmuştu da öyle iyileşmişti ayakları.
Bizse klimalı otobüste, tek yönlü üç şeritli yolda, yanımızda su, yiyecek, olduğu halde 6 saatte Medine’ye varıyoruz. Arkamızda düşman korkusu olmadan, yakalanma işkence görme endişesi taşımadan
Mekke fethedildiğinde hicret fiilen bitti, niyeten var artık.
Recmedilmiş şeytan sağımızdan, solumuzdan, önümüzden, arkamızdan vazgeçmez ve terk etmez şekilde vesvese oklarını attığı sürece hicret harekâtı, cihat aşkıyla sürecek. Nefis sinsisi ile yaptığı gizli anlaşma gereği iman şehri kalp Mekke’sini içerden yıkmaya çalışmasından geri dönmeyeceğine göre, hicret de bitmeyecek.
Cihad ruhuyla ensar düşüncesi ve hissiyatına hicret etmeli değil miyiz? İçimizin bir yanı müşriklerin kontrolündeki Mekke, diğer yanı imânî tavırlara kucak açmış, sekine ile saran Medine. Bitmeyen yolculuk, sönmeyen cihad, son bulmayan hicret...
Cihad ruhu taşıyanlar hicret edebilir. Önemli bir savaş dönüşü "küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz" diyen Resul-i Ekrem (asm) nasıl bir cihada çağırıyor bizlere? Bunu içselleştirsek hicret hakikatini idrak eder, klimalı otobüslerde bile hicretin gölgesini hissedebiliriz.
MEDİNE'NİN KARŞILAYIŞI
Sürur, sekine, sakinlikle karşıladı Medine. Özgürlük, rahatlık ve eminlik hissi veriyor Medine-i Münevvere. Ensar kucaklayıcılığı ve sıcaklığı miras kalmış bu şehre. Gelenleri muhacir edasıyla karşılıyor, sevgi bağrında muhabbetle sıkıca sıkıyor.
Sanki evinizdesiniz, sanki bu şehirde daha önce yaşamışsınız; hiç yabancılık ve yalnızlık çekmiyorsunuz.
Nebevî Nur (asm) şehri, içinizin şehrini kuşatmış; siz şehirden memnunsunuz, şehir sizden. Psikolojiniz rahatlıyor, adaleleriniz gevşiyor, düşünce taşlarınız yerine oturuyor, duygularınız duruluyor. Hırs yok, telâş yok, acelecilik yok; her şey dengesinde ve yörüngesinde akıyor. İç ve dış nizam sağlanmış sanki.
İbadet etmenin, ubudiyet solumanın, duâ duâ arşa yükselmenin tam yeri ve zamanı.
Peygamber-i Zîşan Efendimize (asm) hoca eşliğinde duâ ediyor, salâvat getiriyor, gönderilen duâları, salâvatları, selâmları, Yasin’leri, hatimleri takdim ediyoruz. Akşam namazını kılmış, Kubbe-i Hadra’nın önünde toplanmışız.
Biraz sonra Cennet bahçesinde–Minberi ile evi arası–namaz kılacağız. Önce tahiyyatü'l-mescid, sonra şükür namazı kılıyoruz.
Ne kadar şükür namazı kılınsa azdır. Sayamayacağımız nimetlere sayamayacağımız kadar namaz kılmalıyız ki şükre ve hamde bir nebze yaklaşmış olalım. Buna gücümüz yetmez, şükür edemeyeceğimizin idraki ve bütün şükür edenlerin şükrünü takdim niyetiyle teselli buluyoruz.
O kadar kalabalık ki Cennet Bahçesi oraya ulaşmak zor, oturacak yer bulmak güç, namaz kılabilmek için sabır ile beklemek gerekiyor. Nihayetinde bir yer buluyor namaz kılıyorsunuz. Sonrasında Resul-i Ekrem (asm), Hz Ebu Bekir (ra), Hz Ömer’in (ra) kabir-i şerifleri önünden dualar, salâvatlar, selamlarla sıra ile geçiyorsunuz. Uğruna kâinat yaratılan Kudsî Nebi’nin önündesiniz, ne yapacağınızı, nasıl duâ edeceğinizi şaşırıyor, telâş içinde kalıyorsunuz. Çok susuz birinin rahmet çeşmelerinin bir anda açılışında duyduğu hayret, haşyet, telâş, heyecan gibi bir şey hissedilen.
Biraz sonra yatsı ezanı okunacak, şimdi namaz vakti.
UHUD
Bugün Medine’deki ziyaret yerleri gezildi. İlk durak “Uhud” idi. “Uhud bizi, biz Uhud’u severiz” buyuruyor Fahr-i Kâinat (asm) Onun sevdiğini biz de severiz, onun sevdiği bizi de sever inşâallah. Çok hikmet ve hakikat barındıran bir savaş, Uhud Savaşı. Nebi-i Zişan (asm) şehirde kalıp Kureyşlileri karşılama görüşünde idi, fakat yapılan istişare ve alınan karar onunla aynı görüşte değildi. Zırhını giydi, kılıcını kuşandı; düşman şehrin dışında karşılanacaktı. Ayneyn tepesine koyduğu 50 civarında okçuya, savaşın seyri ne olursa olsun tepeyi terk etmemelerini talimatını verdi.
Başlangıçta Müslümanların galip gelmesi, okçuların– 40 kadar–yerini terk etmesi ve galibiyet yönünün Kureyş’e kayması; iç dünyalarda nasıl bir ibret çağrışımlar uyandırıyor, nefisle olan savaşta nasıl taktikler veriyor, kıyamete kadar gelecek Müslümanlara nasıl bir örneklik teşkil ediyor?
Peygamberimizin (asm) dişi kırılıyor, düşüyor, kalkıyor, yüzüne zırhın iki demiri batıyor; âlemlerin nurundan yaratıldığı, âlemlere rahmet olarak gönderilen kul Peygamber kulluk zevkini ne güzel sunuyor, biz ganimet düşkünlerine, biz zevkperestlere. Kulluğu ile iftihar eden Yüce Nebi (asm) acı içiyor, keder yudumluyor, ıztırap soluyor. Bize başka nasıl örnek ve rehber olurdu, biz onu başka nasıl anlardık?
Baştan sona serapa ibret ve hikmet dolu bir savaştan hakikat ganimetlerini elde etmek için çokça düşünmeli, idrak sınırlarını aşma gayreti içinde olmalı değil miyiz?
Dağ gibi hakikat karşımızda duruyor; küçük idrakimizle ondan ne kadar ibret taşları alırsak şeytanı recmetmede, nefsimizle olan savaşta, savaşın seyrini galibiyete döndürebiliriz.
70 sahabe şehit olmuş bu savaşta. Şehitlerin efendisi Hz. Hamza (ra) burada, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah ibni Çahş’la yakın yakına. Diğer şehitlerin iki, üçü bir kabre defnedilmiş.
Öyle ki Fahr-ı Âlem (asm) zaman zaman buraya gelir onları selâmlar, duâ edermiş.
Defalarca dağa baktı, zihninin deklanşörü sürekli çalıştı, çektiği sûretleri ruhunun belleğine taşıdı. Zihnen ve kalben Uhud ve şehitlerini ziyaret etmeyi düşünüyordu, Nebevî sünneti böyle yapabilirdi belki de.
Selâm olsun Uhud Şehitlerine, binler ve milyonlar kere selâm.
NİJERYA’DAN SONRA CEZAYİR
Kâbe’de Nijeryalı Osman ile tanışmıştı, Medine’de Nedjoua Elhadi ile. Biraz İngilizce, biraz Arapça, biraz işaretçe bir şekilde anlaştılar. Kelimelerden öte kalpten konuştular; harfsiz ve sessiz, derin ve etkileyici. Telefonunu verdi Elhadi, memleketine dâvet etti.
Osman’a tesbihat hediye etmişti, Elhadi’ye Cevşen. Heyecanından ayağa kalktı sarıldı, Cevşeni öptü başına koydu. Sabah namazında görünce hemen yanına geldi. Halleştiler, hatırlar sordular; sürur soludular, muhabbet içtiler. Dostluk bağları kalplerden kıt'aları sardı, imanın birleştiriciliği ve bütünleştiriciliğinde buluştular.
Afrika’nın bu sıralar duâya çok ihtiyacı var. Nijerya Osman’ın şahsında tesbihat, Cezayir Elhadi’nin şahsında Cevşen okuyor inşâallah. Tunus’ta başlayan bölgeye yayılan hadiseler kardeş kanı dökülmeden, dâhildeki asayişi bozmadan ve zalimlere fırsat vermeden sükûnetle adaletli bir şekilde çözülür inşaallah. Mısır İslâmın zeki bir mahdumu diyor asrın şefkatli tabibi. Mektebindeki tedrisatını tamamladığında kıt'anın başına geçecek, İslâm sancaktarlığını yapacak. Yaşanan sıkıntılar onun habercisi olmasın? Keza diğer kıtalar da sancaktarlarını bekliyor.
SONUÇ NİYETİNE
Gördükleri, duydukları, hissettikleri bunlardan ibaret değil elbet. Kâbe’ye her bakış farklı anlam ifade ettiği gibi her kişi için de değişik mânâ ifade ettiği vaki. Anlatılması zor olanı kelime kabına sığıştırıp sunmak; güç işlerden. Gördükleri, hissettikleri; kul ile Rabbi arasındaki bir sır, bu sır herkes için geçerli bir durum.
Kâbe karşısında duran, tavaf eden her bir mü'min Rabbinin kurbiyetini hisseder, Ona olan yakınlığını duyumsar. Ağırlıklarını atar, endişelerini dağıtır, tevekküle sarılır, itminan-ı kalbe yaklaşır; kalp bitmesin ister, akıl tefekküre doymaz, lâtifelerin iştahı kapanmaz, bedense yorulur, yoruldun, dur der nefis. Şekillerden, sembollerden hakikate geçmek, yaptığı fiillere ruh katmak, amelin ruhu niyet, niyetin ruhu ihlâs ile dolmak ve ihlâs üzere sadakat ve istikametle yürümek; yeryüzü tavaf edilesi yer, her nefes ubudiyet zamanı, her mekân umre seyahati. Bunu başarabilmek, bunda kıvama ermek, günlük hayatta bunun pratiğini yapmak mesele.
Bunda muvaffak olmayı kalplerin ve Kâbe’nin Rabbinden niyaz ediyoruz. Rahman, umre tazeliğini, zemzem bereketini, hurma lezzetini; içimizde, dışımızda, işimizde daim kılsın, vesile olanlardan ebeden razı olsun.
—SON—
HÜSEYİN
EREN-
[email protected]