SANATINI OSMANLI’DAN CUMHURİYETE TAŞIYAN HATTAT HAMİD AYTAÇ’I, VEFATININ 43. YILINDA RAHMETLE YÂD EDİYORUZ.
Öğrencileri Hattat Hamid’i anlattı
Ölmez eserlerin sanatkârı: Hattat Hamid
Büyük İslâm Hattatı Hamid Aytaç...
Harflerin bestekârı kendisini anlatıyor
Hattat Hamid Aytaç’ı rahmetle anıyoruz
***
HAZIRLAYAN: MEHTAP YILDIRIM YÜKSELTEN
OSMANLI’DAN KALAN SON HATTAT
1906’da İstanbul’a gelen Hattat Hamid bir yıl hukuk okuduktan sonra Güzel Sanatlar Fakültesine kayıt yaptırır. Erkân-ı Harbiye Dairesi Hattatı olduğu dönemlerde boş vakitlerini değerlendirmek maksadıyla Nuruosmaniye yolu üzerinde küçük bir dükkân tutar ve “Hamid” müstear ismiyle hat çalışmaları yapar. 1960’dan sonra Paşabahçe Fabrikasında çalışan Hattat Hamid, Aytaç 18 Mayıs 1982 tarihinde Haydarpaşa Numune Hastahanesi’ndeki odasında vefat eder.
EN BÜYÜK ESERİ TEVÂFUKLU KUR’ÂN’IN TERTİP ŞEKLİ BEDİÜZZAMAN’A AİT
Hattat Hamid’in ‘Tevâfuklu Kur’ân olarak bilinen eserindeki tertip şekli, Bediüzzaman Said Nursî’ye aittir. Bediüzzaman, 1926 yılında Isparta’nın Barla nahiyesinde bulunduğu sıralarda Hafız Osman hattıyla yazılan Kur’ân’ı tetkik etmiş; Allah ve Rab lâfızlarını işaretleyerek Bakara Suresi 282. ayet sayfa ölçüsü, İhlâs Suresi de satır ölçüsü alınmak suretiyle berkenar tertibine uygun olarak bir Kur’ân yazılmasını istemiş ve bunun tahakkukunu talebelerine vasiyet etmişti. Hattat Hâmid, mezkûr eserini Bediüzzaman’ın talebeleri tarafından bu ölçülere uygun şekilde yazılan bir örneğe bakarak yazmıştır. (Daha tafsilâtlı bilgi için Bediüzzaman Said Nursî’nin Mektubat isimli eserine bakılabilir.)

HATTAT HAMİD AYTAÇ KİMDİR?
Asıl adı Musa Azmi olan ancak daha çok müstear ismi olan Hamid adıyla tanınan Hattat Hamid Aytaç, 1893 yılında Diyarbakır’da doğmuştur. Aytaç, sanatkâr bir aileden gelmektedir. Büyük dedesi de hattattır.
Aytaç, daha öğrencilik döneminde onlarca defa Kur’ân-ı Kerîm’i yazmıştır. Hatta mektepte vaktini çoğunlukla resim ve güzel yazıya ayırdığı için diğer derslerini ihmal eder. Bu yüzden babası ona hat ile meşgul olmayı yasaklar. Ancak henüz on üç yaşında olmasına rağmen II. Abdülhamid’in tahta çıkışı sebebiyle hazırladığı tuğra ve bazı yazıları fevkalâde takdirle karşılanır. Hazırladığı bu yazılardan dolayı padişahtan 1 altın lira, babasından da hat sanatına devam iznini alır.
***
1982 yılında Köprü dergisinde çıkan röportajı...
Büyük usta, vefatından yaklaşık bir ay önce Köprü Dergisi’nin Nisan 1982, 61. sayısına bir röportaj verir. Köprü Dergisi ekibi o tarihlerde Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde yatan Hattat Hamid Aytaç’ı ziyaret ederek bu röportajı gerçekleştirirler. Vefatının sene-i devriyesi olması hasebiyle, bu sohbetin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyoruz.

- Hat sanatıyla tanışmanız nasıl olmuştur?
Küçük yaştan beri içimde büyük bir sanat aşkı vardı. Tüm güzel sanatlara ve resme karşı. Yazıya muntazam olarak hocam Mustafa Akif Tütenk’le başladım. Kabiliyetim ilerledikçe yazıya olan merakım da arttı. Rüşdiyede okuduğum yıllar Ahmed Hilmi Bey ve Vahid Efendi’den Romen ve Gotik yazılarını öğrendim. Bu çalışmalarım okul derslerime mâni olunca o yıl sınıfta kaldım. Babam da bu duruma kızarak beni yazıdan men etti.
Babamın men etmesine rağmen yazı yazmaktan vazgeçemiyordum. Sonunda bir gün, Sultan Abdülhamid’in cülus yıldönümünde “Padişahım çok yaşa” yazısı hazırlarken gizlice tuğrayı da yazdım. Bu yazım çok beğenildi, bana da bir altın lira hediye edildi. Eve sevinçle götürdüm. Babam önce inanamadı, sonra durumu anlayınca yazıya devam etmeme razı oldu.
- İstanbul’a gelişiniz ve İstanbul hayatınızdan bahseder misiniz?
Yıl 1906. Diyarbakır İdâdî Mektebini yeni bitirmiştim. Daha iyi yetişebilmek için İstanbul’a gelmeyi kafama koymuştum. Bütün idealim, o güzel şehre gidip, büyük sanatkârlardan istifâde etmekti. Fakat babam İstanbul’a gitmeme razı olmuyordu. Mezun olduğum mektep beni yazı hocalığına istemişti; babam da bunda ısrar ediyordu. Nihayet, hocam Rasim Pamukçu’nun pederi olan Hacı Bey ismindeki zâtın “Bu çocukta bir kabiliyet görüyorum, ‘Tevekkeltü alâllah!’ de, gönder” demesi üzerine, babam beni İstanbul’a göndermeyi kabul etti. İstanbul’da bir han odasında kalıyordum.

BU İYİLİĞİ HİÇ UNUTMAM
Babam her ay üç altın lira göndermekteydi. Babamın vefatı üzerine hayli sıkıntılı günler geçirdim. Hattâ bir ara üç gün aç kaldım. Devamlı yemek yediğim bir lokanta vardı. Sahibi İstavri adında bir zâttı. Ben yemeğe gitmeyince şüphelenmiş. Bana “Bre! Sen yemek yemez misin?’ diye çıkıştı. Ben de memleketten para gelmediğini söyledim. “Paran gelinceye kadar buradan yiyeceksin” dedi. Bu iyiliği hiç unutmam.
AKIL YAŞTA DEĞİL BAŞTADIR
İş bulmak ve çalışmak zorundaydım. Bu esnada Maârif Nezaretinin “Mekteplerde yazı hocalığı münhaldir” ilânını gazetelerde okudum, imtihana iştirak ettim. Muvaffak olmuşum. Evraklarımı tamamlayıp gittim. Memur, “Oğlum, mevzuata göre 20 yaşını bitirmiş olanlar muallim olabilir. Senin yaşın ise 18, git yaşını büyült, öyle gel” dedi. Ben de, beyefendi, yaşımı büyültsem bile hakikatte yine 18 yaşında olacağım, bakınız, benden yaşlılar var; onlar muvaffak olamadı. Akıl yaşta değil baştadır” diyerek dışarı çıkmak üzere geriye dönerken, orada konuşmamı dinleyen yaşlı bir zat beni durdurdu: “Oğlum, şu kâğıdı al, Haseki semtinde Gülşen-i Maârif mektebi vardır, oraya gel” dedi. Ertesi gün doğruca oraya gittim. Meğer o zat mektebin müdürü imiş. Orada muallim olduk. Hocalarımdan öğrendiğim usûl-ü tedrisi burada aynen tatbik ediyordum. Bunda çok muvaffak oldum.
Bir yıl bu mektepte çalıştıktan sonra, 1909’da münhal bulunan Rüsumat Matbaası Müdürlüğüne tayin edildim. Daha sonra da Mekteb-i Harbiye Matbaası hattatlığına tâyin olundum. Mekteb-i Harbiye Matbaası’na devam ettiğim sırada bir mektup aldım. Mektupta, Erkân-ı Harbiye Matbaası hattatı bulunan Hocam Hacı Nazif Beyin vefatı üzerine boşalan yere imtihanla hattat alınacağı bildiriliyor, binaenaleyh benim de iştirak etmem isteniyordu. İmtihana iştirak ettim, ümidim olmadığı halde kazandım. Yedi yıl da burada çalıştıktan sonra kendi isteğimle ayrılarak serbest çalışmaya başladım.
- Asıl isminiz Musa Azmi olduğu halde, Hâmid imzasını kullanmanızın sebebi nedir?
Hâmid isminin doğuşunun lâtif bir hatırası vardır. Erkân-ı Harbiye dairesi hattatı olarak çalıştığım sırada, akşamları boşta kalan zamanlarımı değerlendirmek düşüncesiyle Nuruosmaniye’ye giden yol üzerindeki ufak bir dükkânı kiraladım. Akşamları mesâi biter bitmez elbisemi değişip doğruca dükkâna gidiyor, çalışmaya başlıyordum. Tabiî, şimdi olduğu gibi, o zaman da devlet memurlarının ikinci bir işte çalışmaları yasaktı. Bu yüzden ben de Hâmid müstear adını kullanıyordum. Dükkânıma da “Hattat Hâmid Yazı Evi” diye bir tabelâ astım. Müşteriler gittikçe fazlalaşmaya başladı. Bir gün matbaa müdürü bu durumdan bahisle, bana “Musa Bey, Cağaloğlu’nda Hâmid isimli bir hattat var. Tahkik et, onu matbaaya alalım” dedi. Fakat çok geçmeden mesele anlaşıldı.

Hâmid ismi umûmileşince bir daha değiştirmek istemedim, nüfusa tescil ettirdim. Asıl adım Azmî iken azmettim, Hâmid oldum. Şimdi de Allah’a hamd ediyorum. Bu imzaya çok şey borçluyum.
- Eserleriniz hakkında bilgi lütfeder misiniz?
Eserlerimin başında yazmaya muvaffak olduğum iki Kur’ân gelir. Bilhassa bu iki eserim bütün diğerlerine bedeldir. Onlarla ne kadar iftihar etsem azdır. Bunlardan bir tanesi hem Türkiye’de, hem Almanya’da tab edildi; böylece kitap halinde görme bahtiyarlığına eriştim.
Diğer eserlerime gelince, bunca uzun yılların mahsulü olan eserlerimin birçoğunu bugün hatırlayamıyorum bile. Camilerdeki yazılarımın en mükemmeli, Şişli Câmii’nin yazılarıdır. Bu bana Allah’ın bir lütfu idi. Şimdi böyle bir yazıyı yazabileceğimi zannetmiyorum.
“YAKAZA HALİNDE YAZIYI GÖRDÜM”
Necmeddin Okyay Hoca Kur’ân-ı Kerîm’den bazı ayetler seçmiş, bana getirdi. Ben de bunlar arasından Tevbe Suresi’nin on sekizinci ayetinin bir kısmını seçtim, önce kurşun kalemle istif şeklini karaladım. Asıl yazıyı yazarken Lâmelifleri bir türlü yerleştiremiyordum. Yorulmuşum. Işığı söndürdüm, ellerimi göğsüme kenetleyip, gözlerimi kapadım. Kısa zamanda dalmışım. Rüya ile yakaza arasında yazının bütün istifi gözümün önüne geldi. Lâmelifleri ortada yerleşmiş olarak duruyordu. Heyecandan uyandım, lambayı yaktım ve istifi tamamladım. Yazı üç gruptan müteşekkildir; en altta, ortada Mevlânâ’nın sikkesini, daha yukarıda burun ve iki göz gibi insanın simasını andırır. Daha sonraları, bazı kimselerin arzusu ile, bu yazıyı levha olarak da yazdım.

CAMİ YAZILARI VE LEVHALARI
Bundan başka, Ankara Kocatepe Camii ile Eyüp Camii kubbe yazıları, Söğütlüçeşme Camii kapı başlarındaki yazılar, Paşabahçe Camii, Hacı Küçük Camii ve Yeni Postahane ardındaki mescidin yazıları, Kasımpaşa Camii dış revak (Nebe’ Suresi), Çan Camii (Çanakkale), Tavas Camii (Denizli) yazıları. Ayrıca Cevşenü’l-Kebir ve Hizbü’l-Envar adlı evrad ile, Elifba cüzleri, Kırk Hadis, Hazret-i Mevlânâ: Hayatı ve Eserleri, (Arapça ve Farsça olarak), sayısız kitap kapağı yazıları, hat örnekleri, hilyeler, mezar taşları, Yunus Emre, Fuzûlî, Şeyh Galib, Nâbi, Yahya Kemâl gibi şairlerin şiirlerinden bazıları ki, bunlar arasında bilhassa Yahya Kemâl’in “Ezân-ı Muhammedi” ve “Rindlerin ölümü” ile Nâbî’nin “Sakın Terk-i Edebden” şiirleri en mühimleridir. Ve binlerce levhalar... Levhalarımdan en beğendiğim, Râkım’ın yazdığı Fâtihâ’yı aslına uygun olarak yazdığım levhadır. Bu levhayı tam altı ayda tamamlayabilmiştim.
- Hat sanatının dünü ve bugünü hakkındaki değerlendirmenizi öğrenebilir miyiz?
“BU HARFLERDE BİR TILSIM VAR”
Kanaatimce, bu değerlendirmeye geçmeden önce, bu sanat dalının mahiyetini ortaya koymak icab eder. Hat, kelimelerin yan yana veya üst üste konulması demek değildir. Size bir hatıramı nakledeyim. Paşabahçe Cam Fabrikası’ndayken bir gün yazıdan bahis açılmıştı. Biri bana Latin harflerinin de bu şekilde yazılıp yazılamayacağını sormuştu. Kendisine hat hakkında malûmat verdim ve dedim ki: “Ben gotik yazı üzerinde de çalıştım. Fakat bu harflerde bir tılsım mı var, nedir, bilemiyorum, onlar kadar birbiriyle ahenk sağlayan harf görmedim.”
“HAT BİR ZEKÂ SİLSİLESİDİR”
Hat sanatının bugün ulaştığı nokta, uzun asırlar yoğrulan zekâ ve kabiliyetlerin muhassalasıdır. Hat bir silsiledir. Zaman zaman tavr-ı aklın haricinde kabiliyetler zuhur etmiş, bu sanat dalının inkişafında mühim rol oynamışlardır. Silsile tâ İslâmiyetin bidayetine kadar uzanır. Bunlar arasında İbni Mukle, İbni Bevvâb, Yakut-u Müstağsimi, Şeyh Hamdullah, Hafız Osman, Mehmed Es’ad Yesari, Râkım aklıma ilk gelen İsimlerdir. Bilhassa sağ tarafı doğuştan felçli olan ve sol eliyle o muazzam ta’lik yazıları yazan, bundan dolayı da Yesarî ismini alan Mehmed Es’ad Efendi için, aynı zamanda kendisi de hattat olup devrinin “İmadurrum’u” denilen Şeyhülislâm Veliyyüddln Efendi, hayretini gizleyemeyerek, “Cenab-ı Hak bizim kibrimizi kırmak için bu zâtı yaratmış olmalı” demiştir. (İmad, İran’ın yetiştirdiği büyük bir hattatdır. Bilhassa ta’lik yazıları meşhurdur.)
- Hat sanatının geleceği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
“BU SANATA BÖLÜM AÇILMALI”
Devletin hat sanatına el atması lâzımdır. Devlet eli uzanmadıkça şahsî gayretler ne kadar müessir olur, bilinmez. Hiç olmazsa eskiden olduğu gibi Güzel Sanatlar Akademisinde bu sanatla alâkalı bir bölüm teşekkül ettirilmeli ve icâb eden malzeme toplanmalıdır. Sonra malzeme temininin zorluğu ortadan kaldırılmalı, bu işi merak edenler kamış kalemi, mürekkebi nereden bulabilirim, endişesine düşmemelidir. Bu sanatla uğraşanlara el uzatılmalı, çalışanlar teşvik edilmeli ve destek olunmalıdır.
(1982 yılında Köprü dergisinde çıkan röportajdan derlenmiştir.)
AA