Bu yazının temel fikrini, ana omurgasını teşkil eden kaynak bilgi, Emirdağ Lâhikası, 39. mektupta yer alan Hz. Bediüzzaman’ın şu hakikatli ifadeleridir:
“Bâkî bir hakikat, fânî şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye mâruz ve mübtelâ şahsiyetlerle bağlanmaz. Bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.”
Üstad Bediüzzaman, burada dile getirmiş olduğu şu hakikati yazmakla kalmamış, kast ettiği ulvî mânâyı bizzat nefsinde tatbik etmiştir. Yani, talebelerine ve sevenlerine daima “Ben fâniyim” diye hatırlatması yaparak, onları kendi fâni şahsına bağlanmamaları yönünde telkinlerde bulunmuştur. Bunları samimiyetle söylediği için, haliyle bu maksadında büyük ölçüde muvaffak olmuştur.
*
Bu meselede, günümüz itibariyle üzücü bir nokta var; o da şudur ki: Risâle-i Nur’u okuduğu ve oradaki hakikatlere iktidaen Hz. Bediüzzaman’ın fani olan şahsiyetine bağlanmadığı halde, tutup günümüzdeki bazı fâni siyasetçilerin şahsına öyle bir tarzda bağlanıyor ki, hayret hayret içinde kalmamak elde değil.
Aynen, yüz küsûr yıldır Sultan Abdülhamid’in şahsını habire yükseltip onu hayatın ve siyasetin merkezine alanlar gibi.
Düşünün ki, o tarihte bile fani şahıslara bağlanmanın artık muhal olduğunu, yani baki hakikatleri onların şahsiyetine bina etmenin büyük hata olduğunu ve kendisi de bu tarz “riyaset-i şahsiyenin şiddetle aleyhinde” olduğunu beyan eden Hz. Bediüzzaman’ın bugünkü bazı takipçileri veya sevenleri, ne yazık ki tutup o azim hataya düşüyorlar. Biz de bunları esefle ve üzülerek müşahade ediyoruz.
Oysa ki, bir Nur Talebesi, hayatını vakfettiği kudsî dâvâsını fâni omuzlara yüklemez ve yüklememeli. Hizmetini şahıs odaklı, şahıs merkezli bir şekilde idame ettirmez ve ettirmemeli.
Evet, Nur dairesindeki ulvî hizmet, şahıs muhabbetine de, şahıs adâvetine de bina edilmez ve edilmemeli. Zira, böylesi hallere, bu tarz usûllere Risâle-i Nur’da yer yok, izin yok, ruhsat yok…
*
Yukarıdaki bölümlerde, Risâle-i Nur dairesi içinde neyin olmadığına, nelerin yapılmaması gerektiğine dair yorumlarda bulunarak meseleye projeksiyon tutmaya çalıştık. Son olarak, şimdi de konuya dair doğrudan Nur Külliyatından kısa bazı iktibaslar yaparak, yazının giriş kısmı gibi sonuç bölümünün de yine aynı ülvî kaynağa dayandığını ibrâz etmiş olalım.
Evet, doğrudan Risâle-i Nur’un dairesi içine girenler, artık ancak bir “şahs-ı mânevî”den ibaret olan daire içinde mürşid arayabilir. Daire içindeki durum ve duruşa dair ise, Külliyatta ağırlıklı olarak şu tarz ifadelerin yer aldığını görmekteyiz:
* Risâle-i Nur’un hocası Risâle-i Nur’dur; başkalarından ders almaya ihtiyaç bırakmıyor. (Konferans Risâlesi)
* Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki: “Fânîyim, fânî olanı istemem; âcizim, âciz olanı istemem.” (Sözler).
* İnsanların en büyük zulümlerinden biri şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüp eden semerâtı bir şahsa isnad ve ona mal ederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. ...Hattâ eski Yunanîlerin ilâheleri, böyle zâlimâne tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsûlüdür. (Mesnevî-i Nuriye: 75)
* Haliliye mesleği, hıllet meşrebi, tefani-fenafilihvân düstûru... (İhlâs Risâlesi.)
* Bahtiyar odur ki: Kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir. (Age)
* Bu zaman cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı maneviye göre olur. Maddî ve ferdî ve fâni şahsın mahiyeti nazara alınmamalı. (Kastamonu Lâhikası: 8)