Yüksek makam-mevki sahibi bazı şahıslar, Müslüman kimselerde gördükleri bazı beşerî hataları İslâma mal etme gafletine düşerler.
Nitekim, geçenlerde koskoca bir milletvekili de aynı hataya düştü: O siyasetçi, günümüzdeki ve yakın tarihteki bazı reisleri, emirleri, kadıları, idarecileri tenkit ederken, tarih zincirini haddinden fazla uzatıp “1400 sene” ifadesini kullanarak işi tâ Saadet Asrına kadar götürüp dayandırdı. O partinin içindeki yüzde beşlik kesim maalesef aynı kafada hâlâ…
O şahıs böyle talihsiz ifadeler kullanmakla, bir nevi İslâmiyet güneşine üflemeye çalıştı ki, bundan güneşin etkilenmesi söz konusu dahi olamaz. O şahsın zararı yine kendisine…
Evet, Hz. Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, “İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” (Münazarat)
*
Cahil-cühelâyı bir tarafa bırakıyoruz. Bir entelektüel hastalığından bahsediyoruz. Yaklaşık iki yüz senedir geniş Osmanlı topluluklarına, ardından Türkiye halkına ve bilhassa tahsil görmüş kesime sirayet eden kronik bir hastalık…
Mürekkep yalamış da olsalar, belli bir kesimin dinî yaşantısında ciddî zaaflar görünüyor. İslâm kimlikli olmasına rağmen, İslâmın vecibelerini yerine getirmiyor, yahut getiremiyor. Çareyi, mesuliyetten kaçmakta buluyor.
Dolayısıyla, hatayı-eksikliği kendinde göreceğine, vartaya düşerek, hata ve kusurları, doğru-dürüst amel edemediği İslâm dinine yüklemeye yelteniyor. Böylelikle, kendi aklını, vicdanını ve sâir hissiyatını kendince bu şekilde rahatlatmak istiyor. Biraz daha ileri giden, kendi açık suçlarını bile kadere yüklemenin yolunu bulmaya çalışır.
Oysa, bu gidişle kişinin varacağı yer, “kafasını örse vurmak”tan ibarettir.
Evet, “Kaderi tenkid eden, başını örse vurur, kırar; ama kadere bir şey olmaz.” (Mektubat)
Netice itibariyle, İslâmiyet güneşine üflemek ile İlâhî kaderi tenkit etmek aynı hesaba geçiyor. Bundan ne güneş etkilenir, ne de kadere bir şey olur. Olsa olsa, bundan tenkitçi, itirazcı, üfürükçü kişinin kendisi kırılır, incinir, zarar görür…
GÜNÜN TARİHİ 13 Mayıs 1972
Ürgüplü kabinesine veto
Bir askerî cunta tarafından verilen 12 Mart (1971) Muhtırasının ardından, düzensiz, istikrarsız hükümetler kurulmaya başlandı. Beğenilmeyen kabineler, cuntacıların dayatmasıyla hemen anında veto ediliyordu.
1974’e kadar devam eden bu dönem hakkında “ara rejim-kara rejim” gibi tâbirler kullanıldı.
İşte, 13 Mayıs 1972’de de benzer bir veto hadisesi yaşandı: Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Suat Hayri Ürgüplü tarafından hazırlanan bakanlar kurulu listesini veto etti. Vetonun gerekçesi, kargaları dahi güldürecek kadar komikti: "Bu kabine, 12 Mart Muhtırasının ruhuna uygun değil."
Bunun üzerine, kendisine tevdi edilen "hükümeti kurma görevi"ni Çankaya Köşkü'ne (CB’na) iade eden Ürgüplü, bu hadiseden sonra aktif siyasetle mesafeli durmaya çalıştı.
Adalet Partili olan Ürgüplü (1903-1981), son Şeyhülislâmlardan Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi’nin oğludur.