Biraz düşünmeye çıkalım. İnsanlar, daha önce hiç görmedikleri ve bilmedikleri bir yere geliyorlar ve biraz kalıp gidiyorlar.
Ve kaldıkları bu süre içinde, sadece o bulundukları mekânı daha rahat ve daha iyi yaşayabilecekleri yerler haline getirmeye çalışıyorlar. Ve her kişi oraya kendi nispetinde katkı sağlayıp gidiyor. Ve birileri düşünüyor ki “Biz sadece buraya bir katkı sağlayıp, biraz vakit geçirip, bilmediğimiz başka bir yere gitmek için gelmiş olamayız, bunun altında bir hikmet olmalı” diyorlar.
İşte bizdeki durum da böyle. Teknolojide ileri gidiyoruz ve kişiler kendi nispetinde fayda sağlıyorlar. Peki bu insan bu dünyaya sadece bir icat bırakıp gitmeye mi geldi? Hayır. İnsan o okuduğu fenlerden Rabbisini tanıması için geldi. Oradaki sanatları, düzeni, mizanı, ölçüyü, her bir şeyin bir elden çıktığını görmek ve hayran olmak için geldi. Benim de Risale-i Nur okurken bir yer çok hoşuma gitti ve kendi içimden okuldaki derslerimiz de aynen bu şekilde anlatılsaydı, hem daha gayretli bir şekilde derslerime çalışırdım hem de okuduğumuz fenler Allah’tan bahsettiği için tefekkür gözlüğüyle ibadet de yapmış olurduk. Aksi halde öğretmenlere şu gibi soruların gelmesi çok normal değil mi? ‘Hocam bunlar ileride bizim ne işimize yarayacak?’
O metnin bir kısmı şöyledir: “(Haşiye): Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür. Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar. Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş. Bir kısımı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi). Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar. Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var: Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek. Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki; biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır. Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler. (...) İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur. İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş’al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor.” (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 32. Söz 1. Mevkıf)