Yemek duâsında da yer alan, aşina olduğumuz bu duâ ne güzel bir duâdır. Demek biz gölgeler, numuneler, suretler âlemindeyiz. Gölgeleri asıl, hayalleri hakikatmiş gibi telâkki edip yoruluyoruz, buğuluyoruz. Halbuki dünya hayatının sonunda bir rüyadan uyanmış gibi açacağız gözlerimizi ahiret sabahına.
Doğumla başlayan yolculukta kimini bir kaç gün, kimini on-yirmi yıl, kimini altmış-yetmiş yıl, haydi en çok seksen, doksan, yüz yıl gezdirip ahiret âlemlerinin ilk kapısı olan kabir kapısında bırakıp gidiyor. Bir yandan doldurup bir yandan boşaltan böyle acayip bir aracın içinde, ne zaman ineceğimizi bilmeden yolculuğa devam ediyoruz. Bu garip halimizi, Bediüzzaman Hazretleri hayalen yaşadığı bir tren yolculuğunu çok etkili bir şekilde anlatıyor. Kendisi bir trenin içindedir. Tren bir tünel içine, sür’atle yokuş aşağı hareket etmektedir. Telâş eder etmesine, ama bu yolculuktan hiçbir yere kaçış yok. O sırada trenin iki tarafında da meyveler çiçekler takılmış olduğunu görür. O dehşetli halini unutup onları koparmak için ellerini uzattığında, trenin hızlı hareketiyle hem yakalayamaz hem de dikenleri eline batar, kanatır. Ayrılıkları ıztırap verir. Sıkıntı içinde tünelin sonu ne zaman gelecek diye beklerken, başını çıkarıp ileri baktığında tünel kapısı yerine, her adama mukabil bir delik görüyor. O deliklere trenden insanlar atılıyor. Merak ve hayretle seyrederken, kendisine özel hazırlanmış deliği ve kabir taşını, üzerinde yazan adını görüyor.
Bu her ne kadar bir temsil olsa da, ibretli bir hakikattir. Numunelere, gölgelere bağlanmak ve onların elemleri, ayrılıkları, kimbilir kaç kez parçaladı, dağladı yüreklerimizi? Kaç kez zehirli meyvelerin dikenleriyle kanadı ellerimiz? Tünelin sonuna gelmeden bu sarhoşluktan, bu yanılgıdan kurtulup hakikati görmemiz gerek. Muhakkak bizim için de hazırlanmış bir son var. Sıramız geldiğinde biz istemesek de oradan içeri atılacağız. Öyle ise, numunelerin, gölgelerin asıllarına talip olmak için çalışacağız.