Bu zamanın manevî, fikrî ve ilmî cihadı mevzubahis olunca, Üstad Bediüzzaman’dan mülhem olan bir söz hemen akla geliverir: “Artık maddî kılıç kınına girmiştir.”
Risalelerde bu mânayı ders veren cümleler olduğu gibi, hayatta iken de bizzat Üstad’ın bu mânada dersler verdiğini son şahitlerin kayda geçen beyanlarından öğreniyoruz.
Meselâ, İnebolulu merhum Salih Uğurtan’ın hatıralarında bununla alâkalı çok açık ifadeler vardır.
Biz, diyor, 1930’lu yılların başlarında eski kitaplarda okuduğumuz, “Deccal çıkacak, Mehdi gelecek” gibi rivayetleri okuyunca çok etkilenmiştik.
Bu kitaplardan Deccal’la aynı devrede en büyük ve son Mehdi’nin geleceği, Müslümanların, onun ordusunda asker olup Deccal’ı ve onun ordusunu kılıçtan geçirecekleri manasına gelen ifadeler de bulunuyordu. Buna dayanarak, biz bir kaç arkadaş, haftada bir kaç defa bir araya gelip kocaman kılıçları bileterek, Hz. Mehdi’ye hizmete hazırlanıyorduk.
Velhasıl, sonraları Salih Uğurtan’ın gördüğü rüya, daha sonra da Kastamonu’ya bir Hocaefendi gelmiş haberini almaları... Ve nihayet zamanı gelince, gidip Üstad’ı ziyaret etmeleri... Deccal ve Mehdî hakkında sorular sormaları...
Üstad kendilerine muhtelif konularda ders verip asrın cihad tarzının kılıçla, topla, tüfekle değil, kitap yazmakla, okumakla, fikirle ve ikna ile olduğunu izah ettikten sonra, ayrılmak üzere kalkarlar. Tam o sırada Üstad, “Kardaşım, maddî kılıçlar kınına girsin. Artık zamanın mücahedesi manevî kılıçlarladır.” diyerek ellerine birer kitap tutuşturur. Hz. Üstad’ın yüksek şahsiyeti ve veciz sohbeti karşısında kendilerinden geçen bu zatlar, dışarıda kendilerine geldiklerinde birbirlerine sorarlar: “Yahu Hocaefendi bizim kılıç bilediğimizi nereden biliyordu?” 1
Öyle anlaşılıyor ki; kılıçların maddisi de, manevîsi de “İ’lay-ı Kelimetullah” için parlayan kılıçlardır. Ki zaten ecdadımızın ellerindeki maddî kılıçlar da İslâm’ın kılıcı olarak şakırdamışlardır. Ama günümüzde maddî silâhlar, sadece ülke savunmasına münhasır kalmıştır. Yani din uğruna maddî kılıçlar kınına girmiştir.
“Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkîsi düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını defetmek silâh ile, kılınç ile olmuş; istikbalde, silâh, kılınç yerine, hakîki medeniyet ve maddî terakkî ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak.” 2
“O KILICIN PARILTISI GÖZÜMÜ ÖYLE ALDI Kİ”
Yavuz Sultan Selim pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara, “Süslü ve şa’şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Boş yere bu külfete katlanmak istemiyorum” derdi.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecburiyetinde kalırdı.
Bir defasında Venedik elçisinin huzur-u şahaneye geleceği haberi gelince; vezirler, sadrazam aracılığıyla durumu kendisine tedirginlikle iletip, kendi üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri yenilemek istediklerini ilettiler.
“Münasiptir” dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni elbiseleriyle padişahın huzuruna vardılar. Fakat Sultan Selim’in aynı eski elbiselerle tahtında oturduğunu hayretle gördüler. Keskin kılıcını tahtın basamağına koymuş, oturuyordu. Pencereden giren güneş ışığıyla buluşan kılıcın parıltısı gözleri kamaştırıyordu.
Görüşme bittikten sonra Yavuz Selim, Hersekzade Ahmet Paşa’ya dönerek, “Var, elçiye sor bakalım, bizi nasıl bulmuşlar?” emrini verdi. Ahmet Paşa, Padişahın emri üzerine, Venedik Elçisi’ne “Padişahımızı nasıl buldunuz?” diye sorar.
Elçi şu cevabı verir:
“O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile.”
Ahmet Paşa, elçinin bu sözlerini nakledince Sultan Selim, orada bulunan devlet erkânına dönerek şöyle dedi:
“İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, düşmanın gözü ondan ayrılmayıp bizi görmez. Ama Allah esirgesin kesmez olursa, hem bizi görür, hem de tepeden bakar.”
Sultan Selim’in bu beyanına göre, bir de günümüze bakalım. Bugünün şartlarına göre var olan her türlü savunma sanayii, devletin ve ordunun emrinde ve kontrolünde olarak ülkenin ve milletin korunmasına amadedir. Bu ayrı mesele...
Aziz ve Celil olan Rabbimiz, bugün bu şanlı ecdadın evlâtlarına manevî elmas kılıç olan Risale-i Nurları ihsan etmiştir. Bu Nurlar imanımıza kuvvet bahşederken; millî, manevî ve siyasî efkârımıza da yön veriyor. “Medenîlere galebe ikna iledir.” Artık onlara galip gelmek; manevî elmas kılıcı ele almak ve dünyaya ilân etmekle olur.
Dipnotlar:
1-Bkz. Son Şahitler kitabının ikinci cildi. 2-Tarihçe-i Hayat, s. 83.