Askerliğimi, levâzım olarak Erzurum 3. Orduya bağlı 646. Ekmekçi Takım Komutanlığında, ordu fırınında yaptım. Fırında, çeşitli bölümlerde çalıştım. Günde iki posta çalışıyorduk, hem asker, hem sivil ustalarla birlikte mesai yapıyorduk.
Bir gün şöyle bir hadise yaşadım: Gündüz nöbetindeyken, baktım bizim takım çavuşu yanında bir askerle birlikte yanıma geldi ve bana “Mustafa Balıkçı seni takım komutanı çağırıyor” dedi. Ben de “Hayırdır bir şey mi var?” diye sordum. Çavuş, “Bir mektup falan gelmiş onunla ilgili olacak herhalde” dedi.
Neyse nöbeti diğer arkadaşa devrettik ve takım komutanımızın odasına vardık, İçeriye girince gerçekten komutanın masasının üzerinde bir mektup olduğunu gördüm. Komutan bana “Mustafa Balıkçı! Bu İsmail Subaşı kimdir?” diye sordu.
Ben de “Sivilden arkadaşım, komutanım” dedim.
Komutan, “Sen bu arkadaşına söyle. Öyle bazı şeyleri çok açıktan yazmasın, çünkü asker mektupları okunuyor ondan sonra veriliyor. Olur ki ters bir birinin eline geçer, başına iş açılır” dedi.
Ben içimden “Acaba ne yazmışki bu İsmail kardeşim komutan beni ikaz edecek kadar” diye çok merak ediyordum. Sonra tekrar bana; “Nasıl, namazını kılabiliyor musun?” dedi. Demek ki mektuptan dindar biri olduğumu anlamıştıki böyle sordu. (Ben o sıralar pasacılık bölümünde çalışıyordum. Sabah postasında namaz ile bir problem yaşamazken, öğle postasında, ikindi namazımı kılmakta zahmet çekiyordum.)
Ben de bunu fırsat bilip “Komutanım evet kılıyorum ama ben pasacılık bölümünde çalışıyorum, ikindi namazını kılmakta biraz sıkıntı çekiyorum” diye kısaca belirttim.
Komutan çavuşa dönerek “Bu arkadaşı namazını rahat kılabileceği bir işe ver”dedi. Komutan mektubu bana verdikten sonra, kendisine çok teşekkür edip dışarı çıktık.
Çavuş beni mayacı ustasının yanına yardımcı olarak verdi. Allah razı olsun, komutanımız sayesinde namazlarımı çok rahat bir şekilde kılabildim, hatta bu işte kitap okumaya vaktim bile oluyordu. Bu yeni gelen takım komutanımız olan asteğmenin dindar biri olduğunu öğrendik. O sıralar Ramazan ayı gelmişti ve bize teravih namazlarına gitmemize izin verdi. Hatta ben bundan cesaret alarak vakit namazlarına camiye gidebilmem için izin isteyince “Görevini aksatmamak şartıyla gidebilirsin” dedi. Ben de ondan sonra sabah,akşam ve yatsı namazlarını camide kılmaya başladım.
**
İsmail Subaşı arkadaşımızın mektubuna gelince, koğuşa gidince hemen açtım. Bismihi sübhanehu diye başlayan ve
Askerliğinin 1977/2 tertip bahriye olarak İskenderun’a çıktığını, Adana’ya uğradığını, orada Yeni Asya bürosunda Mustafa Gengeç ağabeyle tanıştığını, askerî birliği olan alaya teslim olduğunu ve 3 gün sonra ‘Moral Tesisleri’nin mutfak kısmına ayrıldığını yazmış. Bir de o tesislerin bir dinlenme tesisleri olduğunu ve oradaki yaşantıyı görünce, Risale-i Nur’da bahsi geçen “ahir zamandaki şahsin yalancı cennetine” benzettiğinden bahsetmişti.
Her ne kadar bu mektubu dışarıdan atsa bile, askere okunmadan teslim edilmeyeceğini bilememiş ki, bu gibi şeyleri yazmış. İsmail Subaşı kardeşimizden de, komutanımızdan da Allah razı olsun, bu mektup hadisesi namazımı rahat kılabilmeme vesile oldu.
Netice olarak önce bu mektup hadisesi şer gibi gözükmesine mukabil merhametlilerin en merhametlisi olan Rabbim hayra tebdil etti. Rabbime sonsuz şükürler olsun.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerim’in 216. âyetinde şöyle buyuruyor: “UMULUR Kİ HOŞUNUZA GİTMEYEN ŞEYDE SİZİN İÇİN HAYIR VARDIR. BAZEN DE SEVDİĞİNİZ BİR ŞEY SİZİN İÇİN ŞER OLUR.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (R,aleyh) mübarek ne güzel söylemiş: “HAK ŞERLERİ HAYREYLER, ZANNETME Kİ GAYREYLER. ÂRİF ÂNI SEYREYLER, MEVLÂ GÖRELİM NEYLER, NEYLERSE GÜZEL EYLER.”