Emir gereği Cenâb-ı Hakk’ın her kulu, gönderildiği bu dünyada kendini tanımak, anlamak, enfüsî tefekkürünü yapmak, zaaflarını, üstün yanlarını görmek, tedbirler almak, kendindeki esmayı okumak bir nevi kendi ruh dünyasında tafsilatlı bir gezinti yapıp kendi haritasını çıkarmak durumundadır.
Bu enfüsî tefekkür kişiyi, mizacını şekillendiren had konmamış üç kuvveyle tanıştırır. Kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye denilen bu üç kuvve her insanın fıtratında kodlanmıştır, fakat imtihan gereği herkeste aynı oranda değildir.
Kuvvelerin kişide baskın mizacı oluşturması o kişinin hayatını, meyillerini, imtihanını belirler. Meselâ mizacında gadap kuvvesi baskın olan insanla, akıl kuvvesi baskın olan insanın imtihanları farklılaşır, kazandığı, kaybettiği noktalar, tedbir alması gereken noktalar değişir. Hizmeti, mesleği, meşrebi aynı olmayabilir. Aynı amelden alacağı sevap bile farklı olur. Bu noktada istikamet çizgileri de aynı şekilde olmaz. Bu sebeple kişinin mizacını tanıması çok önemlidir. Çünkü şeytan denilen düşman kişinin mizacını kişiden evvel tanır ve bilirse onu aldatması kolaylaşır. O yüzden insan baskın kuvvelerini iyi tanımalı ve onları istikamete çekmenin yollarını bulmalı, tedbirlerini almalıdır.
Efendimiz (asm) ve ashabı, bu asrın ve önceki asırların mü’minlerine her zaman yol gösterici olmuşlardır. Tavır, tutum, hareket, ibadet, hüküm, ahlâk, yaşayış, duruş, düstur vs. bir mü’minin hayatında olması gereken her ne varsa, Efendimiz’in hayatından ve Ashab-ı Kiram’ın yaşayışlarından çıkarıp kendimize mihenk yapmamız mümkündür ve olması gerekendir. Bu sebeple mizacımızın ayakları olan kuvvelerin kontrolü ve istikameti noktasında da ashaptan alacağımız çok ders vardır.
Hz. Ömer, bir şecaat insanıyken, Hz. Osman da iffetin, Hz. Ali de hikmetin öne çıktığını görüyoruz. Onları bu konumlara taşıyan kendilerindeki baskın kuvvelerin farkına varıp onu istikamete çekmeleri sonucudur.
Gadabından şeytanın bile korktuğu Hz. Ömeri, Ömer yapan bu gadabı fark etmesiydi. Yaratılış gereği sert mizaçlıydı. Bir kıvılcım misali hızlı parlayan, insanların çekindiği bir tabiatı vardı. Hatta İslâm’a girerken Allah Resulu (asm) onu yakasından tutup “Yetmez mi Ömer! Yetmez mi bu taştan putlara tapındığınız?” diyerek aslında onun mizacının anlayacağı dilden konuşmuştur. İslâmla şereflenen Hz. Ömer yaratılışın bu özelliğini istikamet dairesine çekmiş ve şecaat sahibi bir insan olmuştur. Şecaat, ona öfke kontrolünü öğretmiş, onun kuvve-i gadabiyesini itidal çizgisinde kullanmasını netice vermiştir.
İlmin kapısı olan Hz. Ali (ra), teslimiyet sırrı ile hikmet sahibi olmuş aklı ve nakli birbirinden koparmadan ve kuvve-i akliyenin istikamet çizgisini yaşayışıyla göstermiştir.
Yine iffetin, hayânın timsali Hz. Osman (ra), kuvve-i şeheviyenin istikametiyle meleklerin bile hayâ ettiği bir konuma ulaşmış, Resulullahın (asm), iki kızını da evlendirdiği, iki nur sahibi bir sahabe olmuştur.
Hz. Ebubekir (ra) ise bir aynaydı. O yeri gelince bir Hz. Ömer kadar sert, bir Hz. Ali kadar hikmetli, Hz. Osman kadar hayâlıydı. Resulullahın (asm) aynası olan bu sıdk timsali Hz. Ebubekir’i (ra) peygamberlerden sonraki en hayırlı insan yapan sır buydu. O Resullulah (asm) ile boyanmıştı. Resulullahtan (asm) sonra ashaba istikameti öğretendi.
Efendimizin (asm) ardındaki bu üç büyük sahabe, had konmamış kuvvelerimize nasıl had konulur sorusunun cevaplarıdır. Her biri kendi kuvvelerinin istikametlerini bize yaşayışlarıyla sunarlar. Ashabın her davranışını, tepkisini, duruşunu, sözlerini kendimize rehberlik etmesi açısından büyük bir titizlikle incelemek gerekir. Mizaç olarak Asr-ı Saadetin insanından bir farkımız yok. Onlar kendilerine nasıl hâkim olabiliyorlarsa, kendilerine nasıl söz geçirebiliyorlarsa, zararlı yönlerini faydalıya nasıl dönüştürebiliyorlarsa, bu asrın insanına da düşen o hayatlardan dersler çıkarmak olmalıdır.