Tesettür, örtünme demekti.
Örtünmek fıtriydi.
Yaratılış gereği idi.
Her şeyin bir örtüsü vardı.
Bir de “örteni.”
***
Örtmek ve örtünmek bir ihtiyaçtı.
Çirkinlikleri ve kusurları gizlemek için.
Cenab-ı Hakk’ın bir ismi de “Settâr” idi..
Yani örten, örtücü.
***
Kâinatta her ne varsa bir örtüsü vardı.
Taşlar, ağaçlar, hayvanlar, böcekler, kuşlar...
Hattâ yeryüzünün bile bir “toprak”, gökyüzünün de “atmosfer” denilen bir örtüsü vardı.
Demek, örtü bir ihtiyaçtı.
Soğuktan, sıcaktan, zararlı şeylerden; belki de “çirkin görünmekten” korunmak için..
***
İnsanın örtünmesi insana mı bırakılmıştı?
Yoksa “her şeyi örtenin” istediği bir “örtünme biçimi” var mıydı?
İşte meselenin tam da can alıcı noktası...
***
Türkiye’de ise, yol bitmiş, “örtünme” gelip “türban”a dayanmıştı..
Büyük bir tartışmadır gidiyordu:
“Kadının başını örtmesi Kur’ân’da var mıdır, yok mudur?” diye.
Hattâ bu işin profesörleri bile vardı.
Her akşam her akşam televizyon kanallarında boy gösterip:
“Kadının başını örtmesini emreden bir âyet Kur’ân’da yoktur!
Bu sonrakilerin uydurmasıdır!(...)” diyorlardı.
***
Hâlbuki, Hz. Peygamber’in bir uygulaması vardı.
Ve, on dört asır, bin dört yüz küsûr senedir Âlem-i İslâm bunu, yani başörtüsünü, “başı örtmeyi” Kur’ân’ın bir emri olarak algılamış, kabul etmiş, hem de uygulayagelmişti..
***
İcmâ-ı Ümmet, Şerîât, Kur’ân, hem de Sünnet’ in nazarında herkesçe kabûl edilen “en kuvvetli” bir delil, bir hakîkatti.
Mânâsız bir hakikat, bu kadar asır ve bir o kadar inanan şu ehl-i dikkat, hem de dinde mütehassıs/uzman insanı meşgul etmiş, aldatmış olamazdı; akıl buna yol bulamazdı..
***
Bu “İcmâ” dışında söylenenler ise sadece “söyleyenleri” bağlardı..
Fakat bu meşhûr “âkıller”, kendi indî mülâhaza, nefsî, hem de gayr-i semâvî şu arzî (!) içtihadlarını “dînin kendisi gibi” takdim etme kurnazlığına kaçmışlardı..
Bunları gördükçe: “Dinime dahleden, bâri müselman olsa!” diyesi geliyordu insanın..
***
Bir de, herkes ama herkes konuşuyordu.
Hep; bana göre, benim anladığıma göre, benim düşünceme göre..
İnsanlar adedince “din yorumları..”
Din’in bir “garip”, belki bir o kadar da “orijinal!”, hem de “yeni” şu versiyonları...
***
“Câhil cesur olurmuş” diye meşhûr bir söz vardı.
Herhâlde bu da o çeşitten olsa gerekti.
Câhilliğin şiddeti arttıkça konuşmak için cesaretin şiddeti de artıyordu..
Konuşmanın şiddeti arttıkça da “din dışında” ne varsa hepsi dine “dâhil” ediliyordu.
***
Bizim memlekete, “uzak bir diyardan” çay toplamak için gelen bir işçiye çay bahçesinin sâhibi sormuş:
“Sen, çay toplamayi bilur misun”, diye.
Adam da kendisinden gâyet emîn bir edâ ile:
“Tabii, çok iyi bilirim! Yalnız, şu büyük çay ağaçları var ya, onlara çıkıp (!) onları toplayamam..” demiş.
Dini bilmeyenlerin, “uzak diyarlardan” dine müşteri olanların din hakkındaki şu “yorumlarına” ne kadar da benziyordu...